“... İster yandaş, ister muhalif olsun; kimi konularda ana akım ya da büyük medya doğuştan kördür, ya da gözüne sık sık biber gazı kaçar. Ana akım medya böyledir de çeşitli siyasal - ideolojik çevrelerin daha az tirajlı, daha az okur ve izleyicili yayınları, gazeteleri, TV’leri farklı mıdır? Bütün haberleri görüp yansıtırlar mı? Kırk yıldan bu yana, yazılı basının okur veya yazar tarafında, ya da mutfağında yer almış biri olarak, 'Onlar da değildir' dersem içerden gözlemlerime lütfen güvenin...”
Yukarıdaki satırlar, yazarımız Oya Baydar'ın, 6 Nisan'da T24'te yayımlanan “Medya Neleri Görmez” başlıklı yazısından. 13 Nisan'da yayımlanan şu satırlar da Baydar'a ait:
“... Her kesimde istisnalar var kuşkusuz, ama büyük çoğunluğu 'kendine Müslüman' bir ülkede yaşıyoruz. Kendimize demokrat, kendimize özgürlükçü, kendimize hak hukukçu, kendimize eşitlikçi ve kendimize adiliz...”
Bu “kendine Müslümanlık”, yandaş ya da muhalif bu “mahalle medyası” hastalığı, bize zaten yabancı olan eleştiriyi ne kadar da uzaklaştırdı hayatımızdan. Bunu düşünürken işte, Oya Baydar'ın belagatine sığındım.
'Yılmaz Özdil cephesi' eleştirilerden etkilendi mi?
Ahmet Türk'e yapılan saldırı üzerine Yılmaz Özdil'in kaleme aldığı “Yumruk” yazısı ve yazıya gösterilen tepkileri hatırlayın. O yazıda kullanılan ifadeyle, “kendini adaletin tokmağı yerine koyup Ahmet Türk'ün burnuna inen yumruğu” savunanlar, etkilendiler mi acaba eleştirilerden? O yazılara bakıp, Ahmet Türk'e atılan yumruğu savunurken aslında korkunç bir gelecek inşa ettiklerini düşündüler mi?
Elbette hayır. Her mahalle kendi trübünlerine oynadı ve yeni bir yumruğa kadar yerine oturdu, o kadar...
'Bidon kafa' nasıl 'adaletin tokmağı' oluverdi?
Aksi olsaydı, o “yumruk” ve benzeri yazılar sadece bir kez yazılabilir, trübünlerde nemalanacak bir cehalet, bir garibanlık bulunamazsa, gerekçesi ne olursa olsun şiddet onaylanamazdı.
Aksi olsaydı, o yumruğun “bu ülkede pek çok kişinin duygularına tercüman olduğunu” söyleyen Yılmaz Özdil'e sorardı o trübünler:
“22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP'ye oy verdi diye 'bidon kafa' diye aşağıladığın yığınların duyguları, Ahmet Türk'e yumruk olarak inince nasıl adaletin tokmağı oluverdi?”
Mesele salt Yılmaz Özdil'in yazısı değil; her mahallenin medyasında toplumdaki karşıtlıkların kışkırtılması, etnik ve dini farklılıklardan düşmanlık inşa etmeye çalışan kirli bir lisanın “ana dilimiz” haline gelmesi. Mesele, kimsenin birbirini duymaması, toplumda eleştirinin neredeyse hiçbir işlevinin kalmaması.
Saylan'ı savunanlar 'ABD'deki sümüklü'ye ne diyor?
Yılmaz Özdil'i eleştiren yazarlar, mesela Türkan Saylan kendi gazetelerinde “misyoner” denilerek aşağılanmaya çalışılırken ne yaptılar acaba? İnanca yapılan baskıya karşı mücadelenin sözüm ona sesi olan o mahallenin medyası başka inançlara saldırıların merkezi olurken, neden Yılmaz Özdil gibi kadraja girmedi, giremedi, giremiyor?
Peki hayatının tek kelimelik karşılığı “çıkarsızlık” olan Türkan Saylan'ı hedef alan hakaret ve yalanlara tepki gösteren gazetelerin ve yazarlarının durumu farklı mı? Onların mahallesinde mesela Fethullah Gülen için “Amerika'daki sümüklü” diye yazılmasını nasıl bu kadar sükûnetle – yoksa memnuniyetle mi- izleyebiliyorlar? Daha iki gün önce de sayfalarında boy gösteren bu lisanı bir “fikir tartışması” faslından mı akıllarına pazarlayıp, vicdanlarına istifliyorlar?
Mahalleler uzak, kafa kâğıtları aynı
Ergenekon örgütü üyeliğiyle suçlanarak tutuklanan Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner hakkındaki bütün suçlamaları manşetlerine çıkaran gazetelerin habercilik anlayışı, neden Cihaner'in 16 ay boyunca hazırladığı dosyadan tek satır bile yayımlamaya tahammül edemedi, edemiyor?
Cevaplar elbette belli. Medyadaki sorunların sermaye yapısıyla sınırlı olmadığını gösteren, yorumlar bir yana haberciliği de kirleten bir “mahalle” hastalığından söz ediyoruz. Birbirine çok uzak görünen mahallelerin fedailerinin aslında nasıl aynı kafa kâğıdına sahip olduklarını gösteren bir hastalıktan...
“Orospu çocuğu, sidikli, şişeden bile zevk alan homoseksüel...” gibi ifadeleri yazılarından esirgemeyenler Başbakanlık uçaklarında bile itibar gördüğü için Ahmet Türk'e inen yumruk “bidon kafalıktan adaletin tokmaklığına” terfi edebiliyor.
Görüşlerine katılırsınız ya da katılmazsınız... Ama Türkan Saylan'ın hayatını adadığı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği'nin okuttuğu yoksul kız çocuklarını fuhuşa sevk ettiği izlenimi veren karalamaların coşturduğu trübünler “kırmızıııı” diye bağırınca karşı trübünler “beyaaaz” niyetine “Amerika'daki sümüklü” diye coşabiliyor...
Karşıtlarınızı da düşündürmeye ne dersiniz?
Sözüm ona daha iyi bir dünya, daha iyi bir demokrasi peşinde halimiz bu. Öfke nöbetinde kendisini sürekli haklı gören, öyle düşündükçe daha da öfkelenen, etnik ve dini inançları alabildiğine kışkırtan, neyi savunursa savunsun “şiddet”ten başka dil kullanamayan halimiz bu.
13 Nisan'daki yazısını noktalarken ne diyordu Oya Baydar:
“Toplumu değiştirmek, özgürleştirmek, mağduriyetlerin tümünü kucaklayıp hafifletmek için önce kendimizden başlamaya ne dersiniz?"
Evet, bir fikriniz varsa, karşıtlarınızın da size kulak vermesi, onları da düşündürmek için denemeye değmez mi?