Doğan Akın

19 Ekim 2011

1990 model PKK, barış için savaşın en meşru hedefi olurken...

Gazetelerin tamamına yakınının birinci sayfasında Bitlis-Güroymak karayolunda beş polis ile bir baba...


Gazetelerin tamamına yakınının birinci sayfasında Bitlis-Güroymak karayolunda beş polis ile bir baba ve iki çocuğunun katledildiği PKK tuzağı haberinin yayımlandığı saatlerde Hakkâri'den saldırı haberi geldi. İlk haberlere göre Hakkâri'de 24 kişiyi daha katleden PKK saldırılarında son 24 saat içinde 32 insanımızı kaybettik.
15 Mayıs 1992'de 27 askerin katledildiği Şırnak-Taşdelen, 29 Eylül 1992'de 28 askerin katledildiği Hakkâri-Derecik ve 24 Mayıs 1993'te 33 askerin katledildiği Bingöl'den sonra silahlı eyleme geçtiği 27 yıl içinde en büyük dördüncü saldırısını gerçekleştiren PKK'nın karşımıza koyduğu tablo ne anlama geliyor?

Devlet başkanı da Hakkâri'de güvende değil

Saldırı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, geçen cuma günü Hakkâri ve Yüksekova bölgesine yaptığı ve kışlada bir gece geçirdiği ziyaretin hemen ertesine rastlıyor. Gül'ün “sürpriz” olarak nitelendirilen ziyaretinin “planlı” olduğu, ancak güvenlik gerekçesiyle gizli tutulduğu açıklanmıştı. PKK saldırısı, devlet başkanının bile Hakkâri'de güven içinde olmadığı gerçeğini bir kez daha önümüze koymuş bulunuyor.

Saldırının denk getirildiği tarihler

Saldırının denk getirildiği iki tarih daha var. Birincisi; devlet ve hükümetin verdiği söz üzerine Kandil'den inerek Birleşmiş Milletler gözetimindeki Mahmur Kampı'ndan bir grupla birleşen PKK'lı grup, Habur sınır kapısından tam iki yıl önce bugün Türkiye'ye girmişti. Geçen hafta, o gruptan 10 kişi Diyarbakır'da yapılan yargılama sonunda 7 yıl ile 10 yıl 10 ay arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı. “Terör örgütü üyeliği ve propagandası”yla suçlanan sanıkların “Biz devletin verdiği söze güvenip geldik” dediği o davanın son duruşmasında Kürtçe savunma da yapıldı. Duruşmada Kürtçe yapılan konuşmaların “Sanık, mahkemenin anlamadığı, Kürtçe olduğu tahmin edilen bir dilde beyanda bulundu” ifadesiyle tutanaklara kaydedilmesi, meselenin çözülmesi çok kolay boyutlarının bile onlarca yıldır nasıl ihmal edildiğini gösteren bir kayıt anlamını da taşıyor.
PKK saldırısının denk getirildiği ikinci tarih; yeni anayasa için TBMM'de kurulan Uzlaşma Komisyonu'nun çalışmaya başladığı günle çakışıyor. 1993'te DYP-SHP hükümetinin af taslağını ele aldığı sıralarda, üstelik ilan ettiği ateşkes sürerken Bingöl'de 33 askeri katleden PKK, 18 yıl sonra Kürt sorununun çözümü açısından en temel belge olacak yeni anayasaya ilişkin çalışmanın resmen başladığı gün yeni bir katliama imza atıyor.
Örgütün saldırıları, medyaya sızdırılan devlet-PKK müzakerelerinin kamuoyunda infial yaratmamasıyla büyük bir tabunun yıkıldığı bir döneme de rastlıyor.

Açılım ve barış konseyi saldırıları

Somut adımlara dönüştü-dönüşmedi tartışması bir yana, AKP hükümetinin Kürt açılımı politikasını tartıştığı 2009'da, yine örgütün ilan ettiği ateşkes sürerken Tokat – Reşadiye'de ne olduğunu hatırlayın. Reşadiye'de 9 Aralık 2009'da 7 asker katledilmiş, o sırada kapatılmamış olan DTP'nin eşbaşkanı Ahmet Türk bile saldırıyı PKK'nın yapmadığı konusunda yanıltılmıştı. Ne var ki Türk'ün açıklamasından hemen sonra PKK Reşadiye saldırısını üstlendi.
Abdullah Öcalan'ın İmralı'dan “Barış konseyi kurulması konusunda anlaştık” duyurusu yaparak, 15 Temmuz'da sona erecek son ateşkesin sürmesi mesajı vermesinin hemen ardından olanları da hatırlayın.14 Temmuz'daki Silvan katliamını, yine Hakkâri'yi, Siirt'i, nihayet Ankara'yı hatırlayın.

PKK ne yapmaya çalışmıyor?

PKK'nın ne yapmaya çalıştığı sorusuna onlarca cevap verilebilir. Ancak en önemli cevap, “Kürt sorununun barışçı yollardan çözümünü kimler sağlayacak” sorusundan çıkıyor. Zira sorun “Türkler”le çözülecek. Bu cevap, PKK'nın en azından ne yapmaya çalışmadığını ortaya koyuyor. KCK operasyonlarından Habur cezalarına, Murat Karayılan'ın ateşkesin sürdüğü Mart-Nisan-Mayıs aylarında 49 PKK'lının öldürüldüğü açıklamasına kadar öne sürülen dayanağı ne olursa olsun, çözüm arayışları sürerken, kendisiyle müzakerelerden söz edilirken kan döküp Türkleri kışkırtan bir örgütten söz ediyoruz.

1990'lardaki devleti aramak

PKK'nın, bölgede Kürt siyasetinden daha fazla oy alan bir partinin iktidarında 1990'ların devletini ararken ne kadar anakronik bir noktaya düştüğünü TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in saldırı sonrasındaki açıklamaları da gösteriyor. Zira 2009 yerel seçimlerinden sonra Kürt siyasetinin aldığı oylar için “Ermenistan sınırına dayandılar” diyebilen bir Çiçek bile, son katliamdan hemen sonra yeni anayasa toplantısını açarken “Bu olaylar ne kadar yürek yakıcı olursa olsun, gelişen şartlar ne kadar bu çalışmamızı zorlaştırırsa zorlaştırsın, bu yoldan dönmek yok. Soğuk kanlılıkla, sağduyuyla, hukuk ve demokrasi içinde kalarak üzerimize düşeni yapma gayreti içinde olacağız” açıklamasını yaptı.
14 Temmuz'daki Silvan katliamından sonra Genelkurmay Başkanlığı'na gönderdiği taziye mesajında “Demokrasiden, hukuktan ve kardeşlikten taviz vermeden terörün üstesinden geleceğiz” diyen, izleyen süreçte “PKK ile görüşmelerin sürebileceği” mesajını veren Başbakan Tayyip Erdoğan'ın tavrı da, örgütün, geçmişte kendisini tahkim eden bir devlet ve siyaset arayışında zaman tünelinde kan dökerek dolaştığını gösteriyor.

Irak ordusu müdahalesine Talabani şerhi

PKK saldırılarının beklenen ilk sonucu sınır ötesi operasyonlar oldu. Uzun süredir tartışılan kara harekâtının bu kez ciddi bir olasılık olduğu da söylenebilir. Ancak burada durup düşünmeyi gerektiren nedenler var. Hatırlayalım...
Irak Başbakanı Nuri El Maliki, geçen hafta Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari'nin Türkiye ziyaretinden bir gün önce Reuters'a yaptığı açıklamada, “en doğru seçeneğin Kuzey Irak'a  Irak ordusunun müdahalesi olduğunu” açıklamıştı. Ancak, Ankara'da memnuniyet yaratan bu açıklamanın hemen ardından, Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) liderliğinden savaş sonrası Irak'ın ilk Cumhurbaşkanlığı koltuğuna geçen Celal Talabani'nin cephesinden bir düzeltme geldi. Talabani'nin yardımcısı Haşimi, Kuzey Irak'taki PKK (ve PJAK) sorununun Irak ordusu ve Peşmerge güçlerinin müdahalesiyle çözülemeyeceğini duyurdu.

Kara harekâtındaki sorun

PKK'nın, saldırılarıyla, Türkiye'deki kara harekâtı girişimlerini de kışkırttığının hesaba katılması gereken bir dönemden geçiyoruz. 1990'ların başından beri 50 bin askerle başlayan, izleyen dönemlerde 35 bin, 25 bin kişilik birliklerle süren kara harekâtlarında TSK'nın temel sorunu “alan hakimiyeti” oldu. Vaktiyle bu operasyonlara katılan bazı generallerin, “Mesele Irak'a girmekte değil, yüzlerce kilometrekarelik dağlık bir bölgede alan hakimiyeti sağlamakta” diye özeleyebileceğimiz bir görüşte birleştiğini not edelim.

Katırlarla yürüyüp Heron'lu orduyu vuruyorlar

Gencecik hayatların sönmesi ve çocuklarını kaybeden insanların acısının yanı sıra Kürt sorununa barışçı çözüm arayışı da, süreci sabote etmeye yönelen saldırıların etkisiz hale getirilmesini gerektiriyor. Bir başka deyişle, PKK, barış için meşru bir savaşın hedefine yerleşiyor!
Bu açıdan bakıldığında görülen, devletin, 27 yıldır aynı zaaflarla büyük kayıplara uğradığıdır. Çok sayıda noktaya aynı anda düzenlenen bir saldırı koordine edilirken gerek hareketlilik, gerekse haberleşme açısından katliamı önleyecek bir istihbarat elde edilememesi can kaybını artıran önemli bir neden olarak dikkat çekiyor.
Katırlarla nakil yapan, yürüyerek sınırı geçen bir örgüt, gece görüşlü taarruz helikopterleri, insansız hava araçları, termal kameraları, elektronik hedefleme yapan savaş uçakları, tankları, topları olan bir orduya 24 can kaybettirebiliyor!
Nihayet, 27 yıllık acı deneyimlere karşın, birkaç aylık eğitimden geçirilen çocuklar hâlâ çatışma bölgelerine sürülüyor. Orduda profesyonelleşme, askeri kapasite açısından saldırılarla baş  etme konusunda düşülen moral bozukluğuna rağmen, çeyrek yüzyıldır savsaklanıyor.

Kürt siyasetinin daralan alanı ve liderlik açığı

PKK saldırıları, Kürt siyasetinin manevra alanını da daraltacaktır. Özellikle gövdesini BDP'nin oluşturduğu Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu listeleriyle parlamentoya giren geleneksel Kürt siyaseti dışındaki isimlerin de yol ayrımına sürüklenebileceği bir sürece girebiliriz.
Bu süreç, aynı zamanda, Kürt siyasetinin silah vesayetine karşı liderlik açığının daha da hissedileceği bir süreç olacak.
Nihayet, hükümetin, tırmanan ve baş edilmekte zorlanan PKK saldırıları merceğinden de dış politikasını gözden geçirmesi gereken bir süreçten söz ediyorum. Son açıklamasında “Terör örgütü birilerinin maşasıdır, taşeronudur” diyen Başbakan'ın kendi sözleri de, böyle bir muhasebeyi gerektiriyor.
Geçmişte devletin hayati hatalarıyla güçlenen PKK, Türkiye tarihinde en geniş toplumsal desteği bulan örgüt oldu. Kürt sorununa barışçı çözüm için reform adımları atmaktan kaçınmak, örgütün toplumsal desteğini arttırmaktan başka işe yaramaz. PKK, askeri seçenekte ısrar eden içindeki unsurlara karşın “gel konuşalım” diyen bir devlete karşı şiddetten vazgeçmemekte diretse de, gerçek bu. Başbakan'ın “Bir yandan terörle mücadele edeceğiz, bir yandan da terörün istismar ettiği zeminle mücadele edeceğiz” sözleri bu açıdan önem taşıyor.
PKK saldırılarına karşı bugüne kadarki en meşru zeminde hareket eden Türkiye, ancak reform adımlarıyla PKK ve Kürt sorununu birbirinden uzaklaştırabilir.
Tarihinin en büyük saldırılarından birini yapan PKK'yı tarihinin en büyük ahlaki zaaflarını inşa ederken yalnızlaştırmak, Kürtlerin meşru-demokratik taleplerini karşılamaktan geçiyor...