"Ölmek istemiyorum!" Her kadının tanıdığı bir korku bu. Issız bir sokakta yürürken biri onu takip ettiğinde, bindiği taksideki şoför söylediğinden farklı bir yola saptığında, sipariş getiren kurye ya da eve tamire gelen biri "yalnız mı yaşıyorsunuz" sorusunu sorduğunda...
Bazılarımızınsa çok daha yakından tanıdığı bir korku bu. Bize âşık olduğunu iddia eden, biz reddettikçe daha da çok saplantı yapan erkeklerden biliyoruz bu hissi. Gittiğimiz yerlerde bizi takip ettiklerinde, onlarca farklı mecradan mesajlar gönderdiklerinde, onlarla olmazsak başımıza neler geleceğine dair bizi tehdit ettiklerinde yaşadık çünkü bu korkuyu. Ayrılmak istediğimiz sevgililerimiz, boşanmak istediğimiz eşlerimiz kaçmayalım diye kapıları kilitlediklerinde, üzerimize yürüdüklerinde, boğazımıza sarıldıklarında tanıdık bu duyguyu. Babamız bu sefer kim bilir neden sinirlenmişse annemize bağırdığında, saldırdığında, dövdüğünde hissettik bu korkuyu. Ya da amcamız, eniştemiz, dedemiz, komşumuz, patronumuz aynısını yaptığında... Fark eder mi? Hayatının herhangi bir anında kendisi ya da tanıdığı bir kadın için ölüm korkusu yaşamamış bir kadın var mı?
Hepimizin aşinayız bu korkuya çünkü hepimiz erkek şiddettinin nereye varacağını kestirmenin çok güç olduğunu biliyoruz. Bir gün seninle kavga ederken masayı yumruklayan, bir başka gün seni yumruklayabiliyor. Bir gün seni öldürmekle tehdit eden, bir bakmışsın, seni gerçekten öldürebiliyor! Bir gün varsın, bir gün yok!
Emine Bulut'un saldırı anından hemen sonra çekilen videoda "ölmek istemiyorum" demesi birçoğumuz için tanıdık bu nedenle. En çok da öldürülen kadınlar için. Bu yılın ilk yedi ayında öldürülen 245 kadının hiçbiri öldürülmek istemiyordu. Bunu söyledikleri bir videoyu izlemedik sadece. O anın nasıl yaşandığını görmedik. Bu nedenle de bahsetmedik çoğundan.
Kadın cinayetlerinde kitlesel tepkilerin oluşabilmesi için ya herkesin empati kurabileceği ve kimsenin suçlayamayacağı ideal kurbana ihtiyaç oluyor ya da vahşi bir cinayete. Özgecan Aslan kimsenin suç atayamacağı bir kurbandı. Alkollüydü, dekolte giymişti, aldatmıştı, adamın erkekliğine hakaret etmişti gibi bahaneler uyduramamıştı kimse. 19 yaşında, iyi aile kızı, dolmuşa binmiş bir öğrenciydi sadece. Münevver Karabulut vakasındaysa cinayet vahşice işlenmişti. Bugünse Emine Bulut cinayetini konuşuyoruz; çünkü anca derin ağ internet sitelerinde izleyebileceğiniz vahşette bir video ile karşı karşıya geldik. Olay anı sonrası şoku, ölüm korkusu, panik, çaresizce annesinin ölümünü izleyen bir kız çocuğu ve cinayetin işlenme şeklinden ötürü oldukça vahşi bir görüntü. İzleyenler olarak çoğumuz ikincil travma yaşadık.
Hangi cinayet vahşi değil ki peki? "Mersin'de eşinden ayrı yaşayan L.E. (48) eşi S.E. (58) tarafından öldürüldü." Mart ayında gerçekleşen bir kadın cinayetinin haberi bu. Böyle üçüncü sayfa haberi olarak okuyunca pek de etki bırakmıyor artık insanların üzerinde. Oysa Leyli Etiz 10 yıldır eşinden ayrı yaşıyordu, 5 çocukları vardı ve onlara tarlada çalışarak bakıyordu. Eşi çocukları ziyarete geldiğinde ona boşanmak istediğini söylemişti. Süleyman Etiz kadına saldırmış, evdeki sobayı devirmiş, kapıyı kırmıştı. Çocuklarının önünde, büyük bir satırla Leyli Etiz'yi öldürmüştü. Sonra da kaçıp gitmişti. Çocuklar çıkıp komşulardan yardım istemişlerdi ama ambülans gelene kadar Leyli ölmüştü. O an videoya çekilmiş olsaydı Mart ayında da Leyli'yi konuşuyor olacaktık. Belki bugün hatırlıyor olacaktık. Ama hatırlamıyoruz. Şiddete kitlesel tepki verme eşiğimiz her geçen gün daha da yükseliyor.
Son 17 yılda 15 bin kadın erkek şiddetiyle öldürüldü. 15 bin kadın! Kadın katliamı var demek için daha fazla bir sayıya ihtiyaç var mı? Nasıl da oldu da bu kadar olağanlaştı kadın cinayetleri? Erkek şiddeti dünyanın her yerinde var evet; ancak Türkiye'de bunun önüne geçebilmek için önlem almak yerine kadınları şiddet gördükleri evliliklere hapseden çalışmalar yürütülüyor. Nasıl mı?
8 sene öncesine gidelim. 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın kapatılarak yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu. Kadının devlet gözünde sadece aile içinde görüldüğü, aile dışında yok sayıldığı resmi olarak onanmış oldu.
Kadına atanan yuva kurucu dişi kuş görevinin pekişmesi için, kadınların evlendirilmesi gerekiyordu tabii. 2015 yılında, resmi nikah belgesi olmadan nikah kıyan imamlara verilen cezayı kaldırdılar. Bu sayede kız çocuklarının evlendirilmesinin önü açılmış oldu. 2016 yılında da "15 yaşını tamamlamamış her çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranışın cinsel istismar sayılacağı" hükmünü iptal ettiler. Çocuğun rızası olabileceğini, gelenek ve göreneklere göre indirim verilebileceğini söylediler. Bu yine kız çocuklarının evlendirilmesinin önünü açan bir karardı.
Evliliklerin artması sağlanırken, boşanmaların azalması gerekiyordu. Zira kutsal aileyi dağıtan boşanmalardı. 2015 yılında mecliste boşanma komisyonu kurdular. Bu komisyon düzenli olarak boşanma verilerini inceliyor ve raporluyor. Son yıllarda şiddet gören kadınların uzlaştırma bürolarına çağırıldıklarına şahit oluyoruz örneğin. Oysa bu hem Türkiye'nin imzacı olduğu İstanbul Sözleşmesi'ne göre hem de Hukuk Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu'na göre kural dışı bir uygulama. 2017 yılından bu yana da kadınların koruma kalkanı olan 6284 nolu kanunun "yuva yıkıcı" olduğu gerekçesiyle kaldırılması konusunda propoganda yürütülüyor. Bu yılsa yeni gündem kadınların nafaka hakkının kaldırılması. Boşanmak isteyen, çalış(a)mayan çocuklu kadınların boşandıktan sonra hayatlarını idame ettirebilmelerine yardımcı olan üç kuruşa da göz diktiler!
İstenen şu çünkü; kız çocukları olgunlaşınca evlensinler, kadınlar çok geç kalmadan evlensinler, çalışmasınlar, doğursunlar, çocuk baksınlar, şiddet de görseler kutsal aileyi yıkmasınlar, dişlerini sıksınlar, uzlaştırmacılarla barışsınlar; ha illa ki boşanacaklar, o zaman boşansalar da nafaka alamasınlar, peşlerine takılan eski eşten kaçmaya çalışırken ve korunamazken, bir yandan da bir zahmet iş bulup hem kendilerine hem de çocuklarına baksınlar!
Belki şimdi anlamışsınızdır "boşanmalar olmasa kadın cinayetleri de olmazdı" diyenlerin neden böyle dediğini.
Tek sorun resmî uygulamalarda değil tabii. Defalarca tekrarlamış olsak da yine söylemek gerek; kadına yönelik şiddetin birincil sorumlusu faildir. Fail çoğu zaman da erkektir. Yine çoğu zaman kadının tanıdığı bir erkektir bu kişi. Erkekler sapık ya da canavar oldukları için, bir cinnet ya da delirme anı yaşayarak şiddet uygulamazlar. Şiddet, uygulayan kişinin karşı taraf üzerindeki egemenliğini güçlendirir çünkü otorite kurmak, baskılamak için kullanılan bir araştır. Kontrol edilemeyen veya dürtüsel bir eylem değildir. Bilinçli, farkındalık içeren ve bir amaca hizmet eden bir eylemdir.
Erkek şiddeti önlenebilir. Engellenebilir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ortadan kaldıracak çalışmalarla, uygulamalarla bunu sağlamak mümkün. Ama oraya varmak için ilerlemek yerine geriliyoruz.
Biz Emine Bulut "ölmek istemiyorum" dediğinde, tüm insanların birincil hakkı olan yaşam hakkımızın pamuk ipliğine bağlı olduğu gerçeğiyle yüzleştik. Değersizleştirildiğimizi bir kere daha gördük. Sadece Türkiye'de değil, ekseni sağa kaymış şu dünyada, politik uygulamalar, resmî yaptırımlar uygulanmadığı sürece biz bu gerçekle yaşamaya devam edeceğiz. Daha kaçımız ölecek? Her geçen gün haklarımızı teker teker kaybederken, hak talebimiz asgari düzeye indi artık: ölmek istemiyoruz!