İskender Savaşır'ı yazmak, sanki dünyanın bütün nimetlerini tek tek onunla birer cümlede buluşturmak kadar sorumluluk hissi yaratıyor bende. Sanki bugüne dek var olmuş bütün renkleri buraya getirip, incecik bir fırça ile içlerinden geçip, yazının etrafını sonsuz renkler oluşturacak biçimde donatmak gerekmiş, gibi geliyor. Ve ne olsa sanki, her seferinde ancak bir lokmacık tanıtabileceğim gibi üzülüyorum, daha yazmaya başlamadan. Çoğu sefer de bunun için vazgeçiyorum, onu yazmaktan. Biliyorum ki yine yazamayacak, sadece anabileceğim.
Bendeki İskender
Biraz bende bıraktığı izlenimi anlatabilirim. Az ve öz konuşur, dili muazzam bir düşündürücülükle ve bir o kadar da sade kullanır, konuşmaya başlar başlamaz dinleyen(ler)i, konunun ve zihninin derinliğine çekerdi. Ses tonu, konuşması ve hafif peltekliği, ne söylerse söylesin karşı çıkmayı isteseniz bile, asla kavga edemeyeceğiniz bir sükunete çağırırdı sizi. Ağırlığı vardı, ama kasıntı değildi; nüktedan biriydi ama hiç sulu olmadı; uzun ve etkili konuşurdu, konuşmasına kapılırdınız, aynı zamanda uzun ve etkili susardı, dinlemesine kapılırdınız.
Ben onu tanıdığımda sadece psikoterapistliğinin derinliğinden etkilenme dönemindeydim. Psikoterapistler olarak bizlerin kendi psiko-analizimize gitmesi hem icab eder, hem gelenektir; analizime gittiğim o ilk yıllarda, ona değil kendime odaklıydım. Nişantaşı'nda, karakolun yanında eski ve gösterişli bir apartmanın en üst katına, zincirli ve açık bir asansörle çıktığım günlerdi. Gayet mesafeli bir biçimde beni içeri buyur eder, uzun ve beyaz bir koridorun sonundaki, sigara dumanlı ve bol kitaplı odada, beni uzun uzun dinlerdi. Henüz çok gençtim, hem kendimi hem mesleği anlamaya çalışıyordum. Neler konuştuğumuzu, onun konuşup konuşmadığını hatırlamıyorum. Ama önemli bir şey oluyordu. Bu adam değişikti.
Sonraki yıllarda o taşındıkça çeşitli farklı mekanlarda, kısmi aralıklarla, ama totalde uzun süren psikanaliz sürecimiz bitmeye yakın, (bu süre oldukça uzun yıllardı), benim onun entellektüel zenginliğine hayranlığım, onun kendi çağdaşı psikoterapistlerden ayrı duran cesur ve deneyimsel mesleki davranışları ile birleşince, bazı sanat tarihi, psikoterapi vb. eğitimleri benim ofisimde vermesi mümkün oldu. İlerleyen zamanlarda mesleki bakış açılarımızın paralel ve karşıt noktaları ile zenginleşecek ortak eğitimler yapmayı planladığımız bir aşama ise, onun ofisinde ikimizin ortaklık yapmasına varan bir mutlu sonla bitti. Çok hevesle ve keyifle Kadıköy, Bahariye'de kendisinin "Dalgın Sular bürosu" dediği yeri, tamamen bana bıraktığı düzenleme işinden sonra, sevine sevine birlikte çalışmaya başladık. Çok planımız vardı, önümüzde de çok zamanımız vardı (öyle sanıyorduk, insan öyle sanar). Kader her defasında kapımızı kötü kötü çalıyor olsa da olsun, hepsi geçtiğinde güzel günlerde...
İki sene dolmadan İskender Bey öldü.
Çok kısa süre içinde (4,5 ay) yaşamını yiyip bitiren hastalık, hepimizin, çok kişinin ciğerini de sanki söktü aldı. Oysa ki (Bilgin Saydam'ın onun ölümünden sonra yazdığı gibi) "O yaşlanması gereken biriydi". Daha bize yaşlılığı öğretecekti. Ama verdiği sözde durdu ve bize "nasıl ölünür", onu öğretti.
Bense bu sarsıcı kaybımla, içimde kendimle ve anılarımızla bir başıma, bir İskender Ağacı yeşerterek baş etmeye çalışıyorum. Hâlâ.
Kendine haslık
İskender Bey'in beni en çok etkileyen tarafı, "kendine haslığın" onda en ufak bir çiğlik esamesi olmaksızın vücut bulması olmuştu. Benim tanıdığım yıllarda gözlemlediğim kadarıyla (son 13 yılı), canı ne isterse onu yapar, ancak bunu yaparken çevresine en ufak bir rahatsızlık vermez, kimseye ilişmez, sanki aslında orda mevcut değilmiş gibi bir yandan hayatının tadını çıkarırdı. Bu anlamda çok cesurdu, ama kibirli değildi. Kibri ancak saldırı altında ise, nezaketle çıkarır masanın üzerine bırakırdı. Nezaket hırkasını üzerinden hiç çıkarmaz, mecbur kaldığı için bile olsa kendisi gerekli görmediği takdirde hiçbir şey yapmaz, dayatmaların hayatının ve ölümünün önüne geçmesine izin vermezdi.
Çok okur, çok öğrenir, çok da anlatırdı. Hiç boş lakırdı duymadım kendisinden. İlgi alanlarının çeşitliliğini tarif etmeye imkan yok. Disiplinler ve dayatmalar üstü bir varlığın müjdecisi gibiydi. Düşünsel dünyasının zenginliği ve zekasına karşın çok insandı İskender Bey. Merhametli, adaletli, vicdanlı, anlayışlı. İnsandı, peygamber değil. Hepsi dünya ile baş etmeye çalışırken geliştirdiği meziyetlerdi. Ama ne geliştirme!
Dayatmalara karşı
Onunla terapimden ve sonrasındaki ortaklıklarımızdan bana kalanları, kendimden ayıklayıp aktarmam imkânı olan bir şey değil. En azından kısa vadede. Ama en belirginlerinden biri hemen her zaman bende de gözlemlenebilir. Toplumsal kurallar, yapılanmalar, devlet, din yani tüm kural koyucuların "farkında olmak". Aklı ve vicdanı bunların hepsinin önüne koymak.
Kendi son yazısında da belirttiği gibi Foucault'dan zamanında çok etkilenmiş ve psikolojik rahatsızlıkların bu dayatmalarla ilişkisini kurmuş ve böylece psikanalist ve arkadaşı olan Yavuz Erten'in, onun ölümünden sonra yazdığı gibi, birçok disiplini birbiriyle ilişkilendiren bir rönesans adamı olmuştur.
Psikolojik rahatsızlıkları ele alırken ve psikoterapistiliği esnasında da dış gerçekliği içerde kullanan, insanı özgürleştirmenin psikolojik olarak da güçlü kılacağına dair işaretler veren bir yaklaşım.
Onunla ilgili söyleyecek ne söz biter, ne de yorum. Üstelik içimde yeşerttiğim İskender Ağacı, gitgide meyve verecek ve "o burada olsa ne derdi, ne yapardı ile" sonsuza kadar yapraklar dallar eklenecek. Ben de ara ara cüret edip yazmaya, onu söylemeye devam edeceğim.
* * *
Aşağıda kendisinin hastalığını ve gidişatı büyük ölçüde bildiği bir dönemde, ölümünden sadece 2 ay evvel, başladığı gelecek projelerinden biri için yazdığı (bütün işlerinin, yazılarının vs. olduğu bir internet sitesi) yazısının linkini, ve onun bu projesinin gerçekleşmiş halinin sitesini gezebileceğiniz birkaç "not" bırakıyorum.
Keşke tanısaydınız.
- Not1: Bahsettiğim son yazısı.
- Not2: İskender Savaşır Kimdir?
- Not3: Daha önce yazıp kendisine atfettiğim bir öykü.
Her kıymetli insanın arkasından olur bu,
Burada da infial oldu.
Dalgalar sahilde kurulmuş ne varsa aldı götürdü,
Onunmuş gibi.
Fırtına bahçemizi sonsuzluğa uçurdu,
Sahipsizmiş gibi.
Bu gidiş öyle sıradan değildi
Kader bizi alt etti.
Dedim ya,
Her kıymetli insanın arkasından olur bu,
Burada da infial oldu.
Herkes birbirini vurdu.
Masa dağıldı.
Söz durdu.