Oğlumun bir arkadaşı, okul projesi için benimle röportaj yapmak istedi, memnuniyetle kabul ettim. Buluştuk. Birbirinden iyi sorular ard arda gelmeye başladı. Hepsi aileler ve çocukları hakkındaydı. Beş, altı kadar soru sordular, küçük bir teknik aksama dışında her şey yolunda gitti, teşekkürlerini edip kalktılar. Ben bir kahve söylemiştim, biraz daha kaldım.
Kahvemi içerken sorulardan birinin aklımda kaldığını farkettim. "Aileler çocukların taleplerini nasıl karşılamalı?" gibi bir soruydu. Soruyu tam hatırlamasam bile "talep" sözcüğünün geçmiş olduğu eminim.
Ben de anne babalarından bir şey talep eden çocuklar üzerine düşünmeye başladım. Arapça "tlb" kökünden gelen talab, isteme, istek, dilek anlamlarına geliyor, biliyorum, dönüp yine de Google’a baktım. Anlam bakımından bir problem yok, ancak soruyu soran çocuğun "talep" kelimesini kullanması ilgimi çekmişti sanırım. Neden ilgimi çekti ya da aklımda kaldı acaba? diye üzerine düşünüyordum ve aklıma türlü sebeplerle birileri tarafından kaçırılan kişileri kaçıranların sözleri geliyordu. "Eşiniz Aytaç Kısacam elimizde, onu rehin aldık, şimdi sayacağımız taleplerimizin karşılanmaması durumunda ve polisi aramanız durumunda…" Sanki "talep" kelimesi rehinenin yakınlarının hakkı olanı (rehineyi) almak için mecbur bırakıldığı bir şeyi tarif ediyor. Sizin hakkınız olanı (sizden aldığımızı) geri alabilmeniz için mecbur kaldığınız şeyleri sıralıyoruz. Size ait olanı geri almak için, şunları gerçekleştirmeniz gerekiyor. Başka yolu yok!
Bulduğum şey doğruydu. Talep kelimesi geçtiğinde karşı tarafın özgür karar verme derecesi, neredeyse mecburiyete yakınmış kadar küçülüyordu. Ben cevaben her ne kadar çocukların her istediğini yapmanın, onların gerçek yaşamla uyumlu bir birey olarak yetişmelerini engelleyeceğine dair bir şeyler söylediysem de esas olan sorudaki vurguydu.
Soru şöyle de sorulabilirdi: "Anne babalar çocukların her istediğini yapsın mı?" Ancak soruda talep kelimesi geçiyordu. Mealen: Anne babalar! Size ait olan şeyi geri alabilmeniz için sizden şunları talep ediyoruz. Bunları yapmak zorundasınız. Size ait olan şey ise; bizim karşılıksız sevgimiz, tatlılığımız, küçük şeylerden gelen mutluluğumuz, bebekliğimiz, çocukluğumuz, huzurumuz, ailenin huzuru. Çok büyük bir şantaj değil mi?
Ergenlik ve yas
Bir gelişim düzeyi olarak, çocuklar ergenlik dönemiyle birlikte, büyümenin tatsızlığına yakalanır ve çocukluğun bilinçsizliği, yavaş yavaş bilinçli yetişkinliğe dönmeye başlar. Başka bir gözle dünyayı ve zorluklarını görmeye başlarlar. Ergenler büyüdükçe kaybettikleri şeyler için yas tutmaya başlarlar; çocuksuluk, cinsiyetsizlik, oyun, sorumsuzluk, anne-babalarına bağlı olmak gibi. İkinci defa bir rüyadan uyanmak gibi. Anne babalar da çocukları büyüdükçe kaybettikleri şeyler için yastadırlar. Bebekliğin doğallığının büyüsü, çocuksu saflık, idare edilmesi daha kolay bir irade, oyun ve uyum..
İki taraf da kaybedilen o çocuksu saflığın ve kolay iletişimin bedelini ödemekle yastan kurtulmaya çalışır adeta. Kimi zaman fazla kimi zaman az. Bazen maddi, bazen manevi bedeller öderler. Tartışmalar, kavgalar, küsmeler, sınır aşımları sadece aile sisteminin büyümeye verdiği tepki değildir, bir yas tutma biçimi de olacaktır. Ailenin çocuğun büyümesine, çocuğun da ailenin tecrübesizliğine bir ölçüde yakınlaşmasıyla çatışmalar bir ölçüde azalabilir ancak. Ancak yası da hesaba katmak gerekir. Gündeme getirmek gerekir.
Soru tarafında dönersek, büyüdükçe kaybeden çocukların bunun tüm sorumluluğunu anne babalarına yüklemesi belki bilgisizlikten denebilir ama anne babaların farkında olmadan bunu satın almış olmasını nasıl anlamalı?
Talep
Yani bunları çocuklarına vermek zorundalar, yoksa? "Yoksa elimizde rehine tuttuğumuz uslu çocuğu öldürürüz ve yerine size problemli bir çocuk veririz." Çocukların arzularının neredeyse talep kadar güçlü bir mecburiyet ifadesine dönmesi günümüz ebeveyninin çocukları karşısındaki pozisyonunun sebeplerinden ve sonuçlarından biri gibi duruyor.
Tek sebep bu olmasa da derinlikten ve gerçek ilişki kurmaktan uzaklaşılan bu çağda, ebeveynin de çocuğuyla kurduğu ilişki yüzeyselleşiyor. Dolayısıyla "neden taleplerinizi karşılamak zorundaymışım?" gibi bir doğru derinliğe inmeyi uygun bulmuyor günümüz ebeveyni, talepleri neredeyse bir bir karşılıyor. İdeal çocuk ve ideal anne-baba rüyasına fazla kaptırmış, bu uğurda çocuklarına karşı bir "yes set" oluşturmuş kentli anne-babaları artık daha çok görüyoruz.
2000 model ebeveynlik
Aslında bu "talep" sorusu bir genç çocuk tarafından sorulmuş olsa da bana göre bir ebeveynin sorusu: Çocuklarımızın her talebini karşılayacak mıyız? Sınırı nasıl koyacağız? Koyacak mıyız?
Buna cevabım, neden böyle bir soru soruluyor, olacak. Yani bu soruların cevabı doğal olarak içinde var aslında. Doğal olan neyse onu yapmalıyız herhalde.
Ebeveyn çocuk arasındaki ilişkide, anne-baba davranışlarında en belirleyici iki başlık ebeveynin kendi anne babasıyla yaşadığı ilişki ve yine ondan bağımsız düşünülmeyecek ama daha genel bir konum olarak dönemin iktisadi, sosyolojik ve psikopolitik etkisi diyebiliriz. 2000'li yıllarda anne baba olmuşların anne babaları yani1900'lerin son yarısından itibaren anne baba olanların, davranışlarının ortalaması şöyleydi: anneler (klasik Türk annesi diye tarif edilir) korumacı ama tatlı sert, bir kısmı depresif; babalar sevgilerini pek göstermeyen, çocuklarıyla iletişimi annelere bırakan, pek fazla ebeveyn rolüne girmemiş kişilerdi. Çocukların istekleri karşılanmayabilirdi, karşılanamayabilirdi, hatta çoğu durumda istekler çocuklar tarafından ifade bile edilmeyebilirdi. İmkanlar ve koşullar isteklerden daha önde dururdu. Çocuklar bunu uyum sağlamakta o yıllarda, bu yıllara göre daha yetişkince davranırlar, dünyanın sonu gelmiş gibi davranmazlardı. Olursa olur, olmazsa olmazdı. Not a big deal, derler ya öyleydi. İletişim eksik, soğukluk belirgin, duygusal paylaşım az ama çocuklarda anlayış derecesi yüksekti. (Ortalama gelir düzeyinin de bir ölçüde etkisi vardı, âdet olarak da az şey satın alınırdı, ihtiyaçların ve alışverişin bir açıklaması olurdu.)
Onlar da kendi ebeveynlerinden gördükleri doğrultusunda bize böyle davranmışlardı. Onların ebeveyni ise yokluk görmüş, cumhuriyet dönemi çocuklarıydı, modernizme özenen bir tarafları vardı, ideal olan daha modern bir yaşama geçmek, göç etmek, kıt kanaat da olsa aileyi bir çatı altında toplamaktı. Geçim derdi diye bir kavram her şeyin önünde duruyordu. O zamanlarda da zengin çocuklarının daha çok eşyası vardı mutlaka, ama zenginlik fazla tüketimin açıklaması değildi. Onların etkisi bizim anne babalarımızı yukarıda saydığım anne babalar yaptı.
Ben annem/babam gibi olmayacağım
Dolayısıyla 2000'li yılların anne babaları (bu yazıda üçüncü kuşak-bizim kuşak diyelim) ekseriyetle "ben annem veya babam gibi olmayacağım" diye çocuk doğurdu. Bir kısmı iki jenerasyonun hesaplaşmasında bir dengeyi bulduysa da bir kısmı şirazeyi kaçırdı. Bu defa da, her istenileni yapmak zorunda hisseden aksi durumda anne babaları gibi olduklarını ve onlar gibi davrandıklarını hisseden bir ebeveyn tutumu baskın geldi. Burada dönem etkisini de hesaba katmak lazım, dünyada yükselen kapitalizmin, etkisini en yoğun gösterdiği gelişmekte olan ülkelerin kaderi olarak, bizim bu tuzağa düşmemiz maalesef normaldi. Aileler çocuklarının her istediğini yapmanın onları mutlu edeceğine, onları başarılı ve sağlıklı bireyler haline getireceğine inanıyorlar, belki de bunu düşünmeksizin sadece içerlerindeki geçmiş yaraları onarmaya çalışıyorlar. Bir varsayım olarak çocukların bu doyumsuzlukları için onlara sonsuz bir muhabbet duyacağını düşünüyorlar. Oysa ki aslında kendileri için kendi ebeveynlerinden arzu ettikleri davranışları çocuklarına abartarak uyguluyorlar. Oysa ki bu çocuklar ayrı çocuklar, bu anne babalar ayrı anne babalar. Birbirinden farklı hikayeler.
Kapitalist aldatmaca
Diğer taraftan kapitalizm tarafından dayatılan ve vatandaş tarafından satın alınan, çocuklara da aktarılan hatalı formül şöyle özetlenebilir:
1. Hayattaki amacımız mutlu olmaktır.
2. Her durumda, olduğumuzdan daha da mutlu olmamız mümkündür.
3. Daha mutlu olmak için her şeyin en iyisine/en güzeline/en pahalısına/toplumun geneli tarafından en çok beğenilenine sahip olmak gerekir.
4. Başka bir deyişle bu şeylerin hepsine sahip olursam (iyi bir para, iyi bir evlilik, iyi bir çocuk, iyi bir iş, iyi bir hobi, iyi bir sosyal çevre) çok mutlu olacağım. (iyinin ölçütü belirsiz, değişken)
5. Bu algoritma çocuğum için de geçerlidir.
6. Onu üzmemeliyim, ne isterse vermeli, sakınmamalıyım, isteklerini karşılayamazsam da vicdan azabı hissetmeliyim, çünkü o zaman ben iyi bir anne baba olmamış, kendi annem babam gibi olmuş olurum...
7. Böylece en iyi ebeveyn ben olurum, en iyi çocuk da benim olur. O zaman mutlu olurum. Oluruz.
Anne babalar böyle düşününce, böyle köşeye sıkışmış hissedince ve çocuklarına da bunu yansıtınca, çocukların da kendi isteklerine "talep" demesi garip değil. Benim olanı bana vereceksin yoksa...
Dedim ya, cevap çoğu zaman doğal olandır aslında:
"Hayır çocuğum, imkanlarımız, koşullarımız ve dünya görüşümüz doğrultusunda ihtiyaç, yaş ve lüks değerlendirmesini yapacağız ve ona göre taleplerini değerlendirceğiz."
İhmal ve istismarın başka bir şekli
Çocuklara istedikleri her şeyi sorgusuz sualsiz vermek, ya da verememenin ezikliğini yaşamak onlara gerçek dünya (anne-babanın elini bıraktığı yetişkin dünyası) ile karşılaşma konusunda yanıltıcı bir deneyim yaşatacağı için bir çeşit psikolojik istismar sayılabilir. (Bu konuyu daha sonra tekrar tekrar yazacağım.) Gerçek dünyada sıkış tıkış metrobüse binecek çocuğu tam tanımıyla el üstünde büyütmek, bir suçtur. "Metrobüse binmeyecek ki benim çocuğum" diyenler için de gerçek yaşamda insanın karşılaşacağı acılara dayanıklı olmanın imkanı verilmeden büyüyen ve ayağı ilk takıldığında darmadağın olan gençlerin hayat hikâyelerini örnek göstermek mümkün olabilir.
Anne babaların, birincil görevlerini yedirmek, içirmek, temizlemek, barınma, sevgi, ilgi, onay gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak olarak sayarsak; önem sırasına göre hemen sonra gelen görev (evet çocuk doğurmaya karar verdiğiniz anda, bir seri görevi yerine getireceğinize dair bir sözleşme yaparsınız, altına da imzanızı atarsınız) çocuğa yaşadığımız dünyaya uyum sağlayacak düzeyde rehberlik etmektir. Nasıl?
Bak çocuğum bu hayal kırıklığı.
Bak çocuğum bu arkadaşlık, dostluk.
Bak çocuğum bu zorluk. Bu da çözüm bulma seçeceği.
Bak çocuğum bu sevgi, bu nezaket, bu saygı, bu merhamet.
Bak çocuğum bu vefa, bu vicdan bu insaf, bu da korku.
Bu da bak çocuğum bu haksızlık. Bak bu da umut.
Bak çocuğum bu acı. Bak bu da ilacı.