Okulun ilk günü, çocuk okulun devasa koridor ve katlarında kayboluyor. Zaten ara sınıfta okul değişmiş, çocuk arkadaşlarının, öğretmeninin hasreti içinde.
Kaybolduğu yerden sınıfını bulmayı başarıyor. Sınıfa dersin ortasında dönebiliyor. Öğretmen “Yerine geç” diyor ama, çocuğa inanmamış.
Ertesi gün, sabah, çocuk okula bırakılırken öğretmen anneye sitemkar:
“Çocuğunuz alıp başını gidiyor.” diyor.
Anne şaşkın, bugüne kadar çocuk ile ilgili en ufak kuralsızlık, uyumsuzluk şikayeti almamış. Çocuk kaybolduğunu evde anlattığından, anne öğretmene anlatmaya çalışıyor:
“Ama kaybolmuş.”
Öğretmen ısrarcı:
“Hayır, kendisi gidiyor.”
Anne daha çok şaşırıyor. İkinci gün daha, sabah, öğretmen hiç tanımadığı ve olay sırasında yanında olmadığı çocuğun anlattığına inanmaktan uzak. Anne içinden herhalde ifade edemedim, diye geçiriyor.
Akşam öğretmenle konuşmak için telefon ettiğinde, öğretmen karşısında saygısız, soğuk ve dikteci bir tavırla, veliyi dinleyip anlamak yerine, “gidin nereye şikayet ederseniz edin” diyerek, iletişimi kesip atmaya çalışıyor. Hatta sadece iki gün gördüğü çocuğu “siz gidin rehberlik ile görüşün” diyerek sorunlu çocuk kıvamına getiriyor.
Öğretmenin bu tavrının nedeni sonradan ortaya çıkıyor. Meğer çocuk o gün akşam sınıf sırasından çıkarak, sınıfta unuttuğu matarasını almaya gitmiş ve yine kaybolmuş. Kaybolmuşluğun paniği içinde düşmüş, başka öğretmen bulmuş, servise götürmüş.
Çocuk korku içinde hüngür hüngür serviste ağlarken, öğretmen servise gelip:
“Bir daha böyle bir şey istemiyorum”, diyerek çocuğu azarlıyor.
O çocuk, o matarayı sınıfta unuttuğunu neden öğretmenine söyleyemiyor? Neden matarasını sınıftan gizlice almaya çalışıyor? Öğretmen hiç bunu sorma derdinde değil, öğretmen sınıfta sözde itaatsiz bir çocuk bulmuş onu dizginleme peşinde.
E, zaten onun mantığıyla, bir gün öncede macera olsun diye kaybolmuş! Kesin düsturlanması gerek!
Oysa çocuk akademik olarak ileride, oysa çocuk girişken ve özgüvenli. Öğretmen bunları görmek istemiyor. Hiç bilmediği bir mekanda kaybolan çocuğun kendi problemini ağlamadan, sızlamadan çözmesini ve sonuca ulaştırmasını takdir etmek yerine, çocuğu yaramaz ve sorunlu olarak yaftalamayı seçiyor.
Aile, okulun ilk günleri, kargaşa filan diye sorunun üzerinden geçmeye çalışıyor.
Öğretmen ile veli bir türlü aynı dili konuşamıyor. Veli çocuğu ile ilgili ne söylese, öğretmen savunma halinde. İlk başta çocuğun hatalı olduğunu düşünen öğretmen, bu sefer sorunu annede buluyor. Anne çok baskıcı!
Çocuk ile konuşmalarında hep çocuğun anneden yakındığını duyuyor. Oysa, çocuk anneden yakınmıyor. Sorularına verilen yanıtları ya cımbızla çekip alıyor, ya çocuğun anlattığından ayrı bir hikâye dinliyor.
İlk girişim: Çocuk sorunlu!
Hayır, çocuk farklı. Farklı yetişmiş, bugüne kadar farklı eğitim almış.
Öğretmen ısrarla kabul etmek istemiyor.
Sorun çocukta değilse, annede.
İkinci girişim: Anne baskıcı!
Hayır, anne ile çocuk arasında açık ve samimi bir iletişim var.
Aile yine de öğretmene güvenmek istiyor, ama gel gör ki, öğretmen iki haftadır yirmi dört kişilik sınıfta bu kadar sorunlu gördüğü öğrencisinin adını bile düzgün öğrenmiş değil!
Bu hikayenin ne önemi var?
İlk olarak, burası Türkiye’nin en köklü, en iddialı ve eğitimde öncü özel okullarından birisi. Devlet okullarındaki MEB müfredatı ve kitapları tartışıla dursun, öğretmen mantığı ayrı yerde dursun.
İkinci olarak, bu hikaye ekseninde düşündüm, kaç bin tane akademik olarak başarılı, zeki olan çocuk itaatsız olarak değerlendirildi, kural tanımaz yaftası yedi de, girişimci yanı baskılandı?
Kaç bin çocuk öğretmenlerin önyargılarına, dar bakış açılarına sıkışıp kendi potansiyellerinden uzak eğitildi?
Çocuk ailede aidiyeti, birlikteliği ve ortaklığı öğrenir. Dış dünyada, bireysel kimliğini vurgulamayı, potansiyelini, süzgecinden geçirdiklerini harmanlar, sunar. Bunu da mümkün olduğu kadar diğer bireylerle ortaklaşarak yapması nihai hedeftir.
Gel gör ki, biz sınıflarda, okullarda çocukları aynileştirmeye çalışıyoruz. Farklı potansiyelleri, farklı özellikleri görmemeye çalışıyoruz. Düşünsenize, yirmi dört çocuğun eşsiz yanları keşfedilip desteklense bu dünyada neler yaratılırdı?
Ne gerek var ki, gir sınıfa ortalamaya uygun bir eğitim ver. Herkes payına düşenle idare etsin.
İçim acıdı. O çocukların pırıl pırıl gözlerinin, tertemiz zihinlerini nasıl zehirliyoruz. Dedim ki kendime:
"Kalk Deniz, kalk ve çalış. Çocuklar için yapılacak çok şey var. Ne kadar çok insana, ne kadar çok farklı bakış açısını ulaştırırsan, bu dünya o kadar yaşanılası olur.”