Bir çocuğun ölüm kavramı ile tanışması 5 - 7 yaşlarında olur. Ailenin görevi büyüktür çünkü hayatın en doğal ve en acımasız kavramını anlatabilmek büyük bir sorumluluk ister. Bu onun ömrünü, düşüncelerini, hayal dünyasını ve en önemlisi de vicdanını hayatı boyunca şekillendirecek bir aktarımın en önemlilerindendir. Sevdiklerini kaybedeceğini anladığı gibi kendi hayatının da son bulacağını anlamaya başlar. Çocuk, başkasına vereceği zararları da idrak eder. Can yakabileceğini, can alabileceğini ve can verebileceğini de anlar. Birinin şansı da olabilir şansızlığı da...
Yazın kumsal kıyısında topladığı yengeçleri bir kovaya atarken, onları denizden kopardığında, hayatlarının son bulabileceğini anlarsa, durduk yere bu dünyanın kendi etrafında dönmeyeceğini de bilir aslında çocuk. Doğa bir eğlence değil de bir var olma aracıdır. Doğanın öfkesi yoktur, nedenleri sonuçları, tahayyülü zor bir aklı vardır. Biz de o aklın kalbinde atarız. Çocukların hem hayvanlarla hem doğada büyümesi bu yüzden çok faydalıdır. Kendine benzemeyen başka bir canlının da onunla aynı yaşam hakkı olduğunu, canının bir kıymeti olduğunu da daha erken yaştan anlamış olur. Tek aklı kendinde bilmez, doğadaki aklın da ondan üstün olduğunu bilinç dışında kavrar.
İşte, iyilik de, bu yaşlarda ölüm kavramının uzantısı empati kavramı içinde yer alır. Empati de bir toplumun düzenli işleyebilmesinin yapı taşlarından biridir. Jeremy Rifkin, son kitabı "Dayanıklılık Çağı"nda konuya önemli bir yer atfeder ve kuşaklar boyunca, yaşanan toplumsal devrimlerin kan bağı olmayan insanlar arasında empati ile işleyişin nasıl devam ettiğini uzun uzun anlatır.
Empatinin köreldiği toplumlarda, düzenli işleyişi sağlayan dayanışma da ortaya çıkamaz, haklar kesintiye uğrar. Eşitliğe inanmak da bu kavramın nasıl inşa edildiği ile yakından ilgilidir. Kendinizi başkasının yerine koyabilmenin, erdemden çok sağlıklı bir toplumun yapı taşı olduğunu ileri sürebiliriz.
6 Şubat'ta, üssü Kahramanmaraş olan depremle yaşadığımız asrın felaketinde, Türkiye'deki empatik dayanışma refleksine şahit olduk. Ne olursa olsun, 80'li yıllardan itibaren, neo-liberal politikalardan kaynaklı ve son 20 yılda sertleşen siyasi yapıda dahi yaşamayı başarmıştır bu empatik yapı. Biraz da bu yüzden, halen mağdura karşı bir sempati vardır. Neticede dünyanın ilk uygarlıkları da tarım devriminin en başarılı toplulukları da, yüzyıllarca bu coğrafyalarda yaşadılar. "Birinin derdi, hepimizin derdi" diyebildiler.
Ateş düştüğü yeri yakar doğrudur ama bu son felakette, Türkiye'de insanların içinde bir şeyler kırıldı. Dünyanın neresinde olursa olsun, Türkiye'ye gönül bağı olan ile kimse o gece rahat uyuyamadı. Elbette bunda sosyal medya gibi, tüm görüntüleri, haksızlıkları canlı canlı anından önümüze seren bir aracının oluşu da yaşanılanlardan etkilenmememizi olanaksız kılmıştır.
Fakat, aynı zamanda bizler, empatiden uzak düşenlerin yarattığı büyük yıkıma da şahit olduk. Kendilerini camdan bir küreye hapsedip, halkın acısına ortak olamamayı, içi boşaltılan kurumların dev yankılarında yetkili yetkisizleri tanıdık.
6 Şubat gecesi ben Türkiye'nin bir dönüm noktasından geçtiği düşüncesindeyim. Bir gecede olgunlaşmak da diyebiliriz, içimizde uzun zaman önce ölen çocuğu da fark etmek de…
İnsanlar, kendilerinin ve sevdiklerinin sonlarının da benzer şekilde gelebileceğini anladılar… Depremden altı hafta sonra da yalnız olabileceklerini, sel basarsa, don olursa bunca hatadan sonra gene yuvasız, gene sırtları okşanmadan kalacaklarını iyiden iyiye idrak ettiler.
Yeni diye satılan milyon dolarlık bir lüks daire bozuntusunun ya da ayaklarındaki, delik çorapla biriktirdikleriyle sahip olabildikleri evlerinin yıkıntıları arasında çocuklarının ellerini çaresizce tutarak son nefeslerini alabileceklerini gördüler. Engellilerse onlara asla ulaşamayacaklarını, kadınlarsa hijyenik ped için çekinerek sormak zorunda kalacaklarını fark ettiler. Çocuklarını bulamayacaklarını, aileler ölürse, arkada kalacak çocuklarının akıbetlerinin acı gerçekliği ile yüzleştiler.
Saatlerce göçük altında haykırışlarına derman olamayan devlet yetkililerini gördüler…
Göçükten çıkan, göçükte kalan ve biz izleyenleri derin bir yalnızlığa gömen de, yardım elimizi uzattığımızdaki boşluk hissi olmadı mı? Kendini benim yerime koyamayan bir devlet sistemi nasıl olabilir demediler mi? Yabancılaşmanın tanığı olduk hepimiz. Üstelik iktidar partisinin seçimlerden zaferle ayrıldığı bölgelerde de durum aynıydı. Kutuplaştırılmıştık ama aynı kefeye, kefensiz konulmuştuk.
Bunların arasında, özellikle Türkiye'de, seçimlerde önemli olabilecek seçmen kararlarından birinin de cenaze işlerinden geçtiğini düşünüyorum. Çağlar boyunca, her toplum ve topluluk neolitik çağdan günümüze, kayıplarına yaptıkları birtakım törenler düzenlediler. Veda edebilmek de, sonrasındaki cenaze evi törenleri de dayanışmanın, toplumsal düzenin dişlilerini oluşturdu. Gelin görün ki, kefen bulamadı insanlar…
Cumhuriyet'in 100. yılında sevdiklerini çöp torbasında gömmenin ya da kimi zaman molozların arasında kalmalarının dayanılmaz yüzleşmesini yaşadık. Bu ülkede "Cenazemiz var" dendiğinde bir sessizlik olur. Ülkemiz yedi gün ulusal yasta kaldı ama cenazesini istediği gibi uğurlayamadı.
Şimdi de sel felaketi ile vuruldu bölge… Daha da çok zorluklar bekliyor hepimizi.
İklim krizinin gölgesinde, yeni nesil felaketler izleyeceğiz.
İşte, Türkiye eşsiz coğrafya konumuna uygun bir yönetim biçimini hak ediyor.
Türkiye'yi yeri değiştirilmiş bir çiçeğe benzetiyorum. Yeni yerini hiç sevmedi Türkiye… Gelişmişlik indekslerinden, kadın-erkek eşitliğine her sıralamada geriye düşüyor.
Ülkemizin bereketli toprakları küsüyor…
Gerek Türkiye'nin, gerek dünyanın empatiyi önde tutan yeni yönetim biçimlerine ihtiyacı var. Toprağı, insanıyla ve gökyüzüyle konuşan, bir liderliğe ihtiyacı var.
Kimi zaman çocuk kimi zaman engelli bir vatandaş olabilecek, kimi zaman acı çeken bir hayvanın kalbini görecek…
Her şeyden çok vatanın karış karış her köşesini sevecek, ağaç ekmek isteyecek.
Ağaç olmayı düşleyecek…
En çok da Nazım Hikmet'in dediği gibi bir "Ağaç gibi hür, bir orman gibi kardeşçesine" yaşamayı düşleyen yeni bir yönetime ihtiyacı var!