Deniz Bağrıaçık

14 Ekim 2024

Tabutların değeri, Türkiye’deki değerler değişimine bir bakış 

Bir toplumda cinsel istismar, tecavüz ve hayvana karşı şiddet bu denli normalleştirilir, kurumlar işlemez görevlerini yerine getiremezse, maddiyata önem veren değerlerle büyümüş, madde içinde ruhları erimiş, gösterdikleri şiddetin karşılığı cezasız kalmış, birtakım güç ilişkileri ile korunan bireyler bir ülkeyi şiddete boğarlar

Tabutlar Küçülünce - 1

Her sabah her akşam, küçük ve büyük ekranlarımızda tabutların hem Türkiye’de hem dünyada gittikçe küçüldüğünü görür olduk. Sevmek için dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızın cenazeleri ile yabancılaşır olduk. Sorun o kadar büyükken, çaresizlik hissimizle o kadar küçük düştük ki, yapılanlara karşı adaleti nasıl tecelli ettireceğimizi bilemez olduk. Zaten en büyük sorun, toplumu bir arada tutan adalet duygusunun yara almasından kaynaklanmıyor mu? Hissettiğimiz en büyük çaresizlikler, adaletin nasıl yerini bulacağını bilemeyişimizden, bir türlü bulunamayan katillerin, bulunsalar dahi Cem Garipoğlu gibi kemiklerini saysak da bir türlü ceza aldıklarına inanamayışımızdan kaynaklanmıyor mu? Bizleri bir arada tutan normların, değerlerin erozyonunda, aynadaki bizi, yan dairedeki komşumuzu tanıyamaz mı olduk?

Peki, tüm bu şiddet tuzakları içerisinde suçlular, katiller kim? Kim bu vahşi cinayetleri işleyenler? Katiller yalnızca çöp poşetlerine sararak taşıdıklarımız mı? Toplumu bir araya getiren kurumların krizi mi? Dünyanın değişiminde işlevini yitirenler mi? Medyanın, etrafımızı kuşatan farklı ekran platformlarında mı suç? Bizi ürünleştiren, hatta kendimizi pazarlamayı zorunlu kılan sosyal ağlar mı?  Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinde sürekli sıfırı çekmek mi altında yatan sebep?

Sosyolojinin temel amaçlarından biri, bizlerin kişisel tercihleri olduğunu düşündüğümüz davranış kalıplarının arkasında tekrar eden şemaları ortaya çıkarmaktır. Bu şemaların verdiği ipuçları etrafında, araştırılan konunun da temeline inilir. Böylelikle, vakanın arkasında yatan bir takım kategorik bilgilere ulaşılarak, sorunun ve durumun tespiti yapılır. 

Konuyu tek bir yazı ile tek bir nedene bağlı bakış açısına indirgemektense farklı olduğunu düşündüğüm sebepleri bir yazı dizisi olarak paylaşmanın uygun olabileceğini düşündüm. Türkiye’deki şiddet vakalarında suça karışan kişilerin yaşlarının küçüklüğü, psikiyatrik geçmişleri, madde kullanmaları onları kategorize etmemize yarayabilecek bilgilerin başında geliyor. Ancak suçun bireyselden ziyade toplumsal bir olgu olduğundan hareket edersek, şiddet vakalarına ilişkin tespitleri yaparken, bu ilk yazıda, normları ve değer bütünlüklerini kökten değiştirmeye başlayan etkenleri, dolayısıyla suç ve sapkınlığı da hem dünya hem Türkiye konjonktüründe anlatmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Özellikle dijitalleşme sonucunda ortaya çıkan sosyal medya platformlarının uluslararası, hızlı iletişimini de hesaba katarsak, dünyadaki değişimin etkisini anlatmadan konunun özüne girmemizin imkânı olmayacaktır. 

Türkiye’de son dönemde arttığı düşünülen şiddet vakalarının analizini yapmak pek de kolay değil. Öncelikle elimizdeki rakamların ve istatistiklerin doğruluğuna maalesef güvenemiyoruz. Ülkedeki en önemli sorunlardan biri de, yapılan araştırmaların ki, şiddet, cinsel taciz gibi tespiti tabularla, korkularla örülü olan bu konuların güvenli bir alan açılmadan tespitinin zorluğu. Özellikle kadın ve çocukların toplumsal olarak yaşadığı şiddet alanında bu tür özgür ve güvenilir bir alanın varlığının yaratılmadığının da farkındayız. Aksine kadına ve çocuklara, hayvanlara karşı şiddetin farklı gerekçeler üzerinden neredeyse desteğe varan, sistemsel bir çöküşün içerisindeyiz. Sosyal Darwinizm olarak adlandırabileceğimiz, güçlü olan hayatta kalsın düşünce sisteminde, güçlünün normunun kaba kuvvet, sahtekarlık ile sınırlarının çizildiği kolaylıkla tespit edilecek bir gerçeklik.

Bunun da ötesinde, TÜİK ya da başka devlet kaynaklı istatistiksel verilerin doğruluğundaki şaibe belki de şiddet sorunun temelinde konu başlıklarından biri ile birebir örtüşüyor. Gene de sayı verecek olursak, Adalet Bakanlığı verileri Türkiye genelinde çocukların cinsel istismarına ilişkin soruşturma sayısının 2023 yılında sekiz yıl öncesine göre iki katına çıktığı bildirilmiş. Buna göre 2023'te başsavcılıklarda yürütülen 66 binden fazla soruşturmanın her birinde en az bir çocuk mağdur olmuş. 

Türkiye’de çocuk değer verilen, sevilen bir varlıkken ebeveynlik biçimlerinin toplumun nezdinde bu denli hızlı değer kaybetmesi ise çok çarpıcı. Burada belki de çocukların başlarına gelenleri daha kolaylıkla “söylenmeleri” tek olumlu açıklama olabilir. Ancak bununla birlikte kadına, hayvana dair şiddet istatistikleri ise oldukça çarpıcı. [1] [2]

Yazının başında dediğimiz üzere şiddete ilk olarak normların ve değer değişimleri perspektifinden bakacağız. Normlar ve değerler bütünlüğü kültürün parçasıdır. Yazılı ve yazısız olarak normların içerisinde ahlakı gereklikleri olan değerler, örfler yer alırken, folklorda ise giyim, kuşam, törenler gibi adetler yer alır. Ahlaki sorumluluğu bireye yükleyen normların temel amacı, toplumda gündelik hayatta baskı aracılığı ile bir ahlaki düzeni sağlamaktır. Türkiye gibi coğrafyalarda, tarım devriminin başarılı olup, sanayi devrimini ıskalayan ülkelerde ise kadının halen değerler bütünlüğünde “ahlaki” bir rol oynadığına şahit oluruz. Kültürel normların, örflerin adetlerin akılları günümüzün dünyası ile çok fazla çatışmaktadır. Değişen üretim biçimleri dolayısıyla kadın-erkek arasındaki rollerin değişmesine karşı Türkiye’deki kadın-erkek ilişkileri, ailede kadın ve kız çocuklarının rolleri akıllarda allak bullak olmuştur. Cinsellik ise daha da akılları karıştıran bir hale gelmiştir. 

Ancak kültürler değişir. Değişmelerine sebep olanlar da icatlar, bilim, savaşlar, pandemiler gibi etkenlerdir. Dünya 1980’lerden itibaren neo-liberal politika eksenli bir dünyada, maddi olanı değer dünyasında önceliklendirmiştir. Ürün insanın önüne geçerken, bireyselleşme, aslında toplumda var olan insanın ilişki biçimlerini değiştirip gerçek ihtiyaçlarını unutturmuştur. Sahip oldukça, maddiyatla statü elde eden, parası ile var olan bir birey haline getirmiştir.  Akıllı telefonlarla iletişimin ve ilişkilerin her türlü biçimini kökten değiştirdiği ise başka bir gerçeklik.

2020 yılından itibaren, Covid -2019 pandemisi ile insanlık tarihi bir kez daha bir değişim sürecine girdi. Doğanın hoyratça kullanılmasının olası sonuçlarını anlatan bilim insanlarının sözlerine kulak asmayan dünya liderlerinin kötü yönetimleri sonucunda, bizler ağır bir ekonomik, siyasi, toplumsal ve ekolojik kriz ortamına sürüklendik. Her kriz ve savaş ortamında olduğu gibi, çeşitli bilimsel icatlar da hızlandı. 

Dijitalleşme ise hayatımıza her alandan, kontrolü zor bir biçimde üstelik yalnızlıkla sınandığımız bir zamanda girdi. Çocuklar, gençler sosyalleşip, dışarıdaki hayatları bir anda alt kültürlerle kesişen, ebeveyn kontrolünden uzaklaşan yollara saptılar. Evdeki kadın ve çocuklar ise daha fazla aile içi şiddete ve cinsel istismara maruz kaldılar.[3] Eşitsizlikler arttı. Şiddet normalleşti, kontrol elden gitti. Kriz dönemlerinde statüsü en hassas olanlar daha çok etkilendi. 

Dünyanın farklı yerlerinde kız çocukları okullarından alındı. Masrafların ilk kesildiği bütçeler, kız çocuklarına ait olanlar oldu. Kız çocuğuna yatırım yapılmadı.[4] Esther Duflo’nun “Yoksulluğu Yeniden Düşünmek” kitabında belirttiği üzere, Asya’da kıtlık dönemlerinde kız çocuk nüfuslarının azaldığını fark ettik. Kız çocukları bir kez daha kriz ortamının en büyük kaybedenleri oldu. 

Çocukların ve gençlerin eğitim hayatları sekteye uğradı. Evde yalnızlaşan bireyler, toplumun replikası olarak sunulan sosyal ağlarda, platformlarda kimi zaman karanlık alt kültür gruplarında kendilerine yön bulmaya çalıştılar. Sonuçlarını uzun yıllar içerisinde göreceğimiz Covid-2019 ilişkileri, gündelik hayatı kökten değiştirdi. 2021 yılında Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi, 2022 yılında ise önce Ukrayna-Rusya arasında başlayan savaş, geçtiğimiz yıl 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı sonucunda, İsrail’in Filistin’i nefes aldırmadan bombalaması, yerle bir etmesi, aynı zamanda geçtiğimiz günlerde savaşın Lübnan’a sıçraması ile küçülen tabutları her gün görür olduk. Bununla birlikte hassas ve çok önemli bir coğrafyada bulunan Türkiye yeni göç dalgaları eşliğinde, kendi içindeki siyasi, ekonomik ve toplumsal krizlerle boğuşmak zorunda kaldı.  UNDP 2024 raporuna göre, soğuk savaştan bu yana dünyada çatışmaların arttığı ve uluslararası iş birliğinin en azaldığı dönemden geçiyoruz. [5]

Bu tür savaş dönemlerinde bildiğimiz ise, kadın ve çocuklarının en dezavantajlı kategoride yer aldıkları, bedenlerinin yedi yirmi dört tehdit altında olduğu, savaş ganimeti olarak algılanmaları. İnternet üzerinden örgütlenen ve hatta uluslararası olarak çalışan fuhuş çetelerinin kadınları ve çocukları pazarladığını biliyoruz. Savaş döneminde artan şiddetle beraber uyuşturucu kaçakçılığı da ayrıca gündeme geliyor. Türkiye uzunca bir zamandan beri yaygınlaşan, en kolay yoldan para kazandıran bu ticaretin ortasında yer alıyor. En önemlisi, Orta Doğu’nun, laikliği ile rol modeli olan, farklı değerlerle farklı medeniyetleri, laiklik değeri ile bir arada tutan Türkiye laiklik ilkesinden uzaklaşıyor, hatta onun erezyonunu iple çekiyor. Göç aldığımız coğrafyadaki kadın haklarının zayıflığı, bu ülkenin temeline zarar veriyor. Ne yazık ki siyasi erk, laikliğe sahip çıkmazken, kadın ve çocuk hakları gibi konularda bu değerin kıymetini bilemiyor.

Kültürel erozyon, değer kaybı ve normlar meselesinde Türkiye’ye dönecek olursak, ülkemiz son 22 yılda, aynı hükümetle ve iktidarla yönetilmekte. Bu süreç içerisinde ise halkın umut ettiği, inandığı, siyasi istikrarın meyveleri ne yazık ki toplanmadı. Aksine, son şiddet olaylarında gördüğümüz üzere, toplumsal kurumların, değişen dünya düzenine ayak uyduramadığını, hızla değişen ekonomik, siyasi, toplumsal parametrelerin iyiden iyiye zayıfladığını, özellikle toplumun çekirdek kurumu ailenin darbe alarak bocaladığını, ekonomik kriz ile birlikte aile içinde yaşanan zorlanmaların her bireyi şiddete etkilediğini görebiliyoruz. 

Çocuğun aileden sonra, sosyalizasyonun sağlandığı okulların, özelikle devlet okullarının da işlevini göremediği bir gerçek. Büyük şehirler özelinde kimi semtlerin nerdeyse gözden çıkarıldığı, genç suçluluğuna teslim edildiği bir vaka eğitim kurumlarında öğrencilerin ve öğretmenlerin can güvenlikleri ise şaibeli. Uyuşturucu çeteleri, başıboş kalmış çocukları kolaylıkla tespit ederken, önce maddeye alıştırıp daha sonra hayal dahi edemeyecekleri paralarla bir gelecek hayali sunuyor. Otoritesi zayıf aileye, okul da bir umut veremiyor. Genç işsizliği bir olgu ancak iş bulsalar dahi geçinemeyen çalışanlar sınıfı, gençlere gördüğü şatafatlı hayatla ilgili bir umut vaadinde bulunamıyor. Aksine siyasi erkin kurduğu, tüm ülkenin kurumlarına nüfuz eden yeni rol-modellerin ürettiği ataerkil duruşun, erkeklik imgesinde şiddeti doğal bir dil olarak karşımıza çıkıyor. İncelik, centilmenlik kibarlık bu değişen dünya düzeninde yok. Şiddet bir iletişim dili. Müthiş bir öfkenin, bitmez bir kinin, asla görülmeyen anlaşılmayan, umutsuz gençlerin tedavi edilemeyen ruhlarının intikamı ya küçüklerin bedenlerden ya da genç kadınların bedenlerinden çıkıyor. Madde kullanan bu bireyler aslında tutunmak istiyorlar, maddi bir dünyanın umutsuzluğunda, Becker’in Outsiders- Hariciler adl araştırmasında bahsettiği üzere, sapkınlar yani normlardan sapanlar, suça karışanlar bir “kariyer” inşa ediyorlar. Başta gizlice neyin içine karıştıklarına bilmeden, ardından bir parçası olarak ve kendilerini ait hissettikleri bir yerde nefes almak istiyorlar.  Adalet kurumları işlemiyor. Suçu işleyenler defalarca bırakılıyor. Bilinç dışında suçlu aslında hapse girmek istiyor. Birileri alsın da onunla uğraşsın istiyor. Ama onlar her sefer salınıyor. Suçlu da anlamıyor, o zaman yeterince suç işlemedim ki diyor aklınca. Her sefer dozu artıyor. Çöp poşetinin içinden sırıtıyor, belki diyor bu sefer olmuştur…

Bir yere bağlanmak istiyor gençler ama bağlandıkları uyuşturucu oluyor bu kayıp gençlerin. İyileşmek istiyorlar bir bağ ile ama aileler zaten yok. Kimi zaman aileler kriminaller, kimi zaman ise maddi manevi güçleri yok.   Tedavi ve ıslah için başvurdukları kurumlar işlemiyor. Çocukların aldıkları uyuşturucular latent akıl hastalıklarını ortaya çıkarıyor. Çark dönüyor. Kendi akıllarındaki sesleri herkese duyurmaya çalışıyorlar. Var olmak için öldürüyorlar, ölüyorlar. İki genç kızı katleden Semih Çelik, beş kez tedavi edilmeden bırakılıyor, peki ne akla hizmet kasapta çalıştırılır bu çocuk? 

İçlerindeki vahşet ise çok çarpıcı. Bedene karşı, kadın bedenine karşı bir öfke var. Çıktığı bedenden nefret ediyor, kanayan yarasını, hayattaki başarısızlığını, yalnızlığını hatırlatıyor kadın bedeni. Suçluyu öteki ilan eden bir dünya düzeninde, sesini duyurmak için öldürdüğü kişinin çığlığını kendine araç seçiyor.

Ülkenin geleneksel bir kesimi olarak bildiğimiz Tavşanlı Köyü’ndeki organize suç bambaşka. Aileden daha önce de kız çocukları ölmüş, hepsinin yanından geçilmiş. Müthiş bir teşkilatlandırma korkutucu. Şiddet ve cinayet orada normalleşmiş. Kız çocuk öldürmek normların içerisinde gibi bir davranış kalıbı hâkim. Orada da tüm kurumlar sus pus. Birileri bu bölgeyi koruyor, sebebi meçhul.

Sıla bebeğe gelelim Tekirdağ’da, cinsel istismar ve fiziksel şiddet sonucunda ölüyor. Hastaneden eve yolluyorlar, bir hemşire dışında kimseden ses çıkmıyor. Kurumlardaki görevliler korunmadıklarını mı biliyorlar, yoksa zaten bu vakalardan çok mu var? Ya da bu onların da normalleri mi? 

Yazıyı tamamladığım sıralarda, Gebze’de hayvan katliamları ortaya çıkıyor. Artık bu katliam sayılmıyor, hükümet nezdinde sonuçta bir norm haline geliyor. Şiddet en önce en güçsüz üstünde sonra sırasıyla gücü yetene kadar devam ediyor. Toplumda herkes eşit olmalı iken, adalet toplumun değerleri içerisinde fiziksel güce, birtakım ilişkilere övgüler düzüyor.

Bir toplumda cinsel istismar, tecavüz ve hayvana karşı şiddet bu denli normalleştirilir, kurumlar işlemez görevlerini yerine getiremezse, maddiyata önem veren değerlerle büyümüş, madde içinde ruhları erimiş, gösterdikleri şiddetin karşılığı cezasız kalmış, bir takım güç ilişkileri ile korunan bireyler bir ülkeyi şiddete boğarlar. 

Kurumlar işlevsiz, içleri boşaltılmış. Tabutlar kurumların önlerinde.

İşte tabutlar da gittikçe küçülür, bir bakmışsınız tabutlar gözünüze büyük gelir…

Unutmayalım, normları belirleyen, toplumu yöneten “elit” sınıflardır, toplumun adaletini onlar yaratır.

DEVAM EDECEK


[1] https://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/veriler/3123/kadin-cinayetlerini-durduracagiz-platformu-2024-eylul-raporu

[2] https://www.kedici.com.tr/post.php?ptype=blog&pId=3433

[3] https://dergipark.org.tr/tr/pub/ktppdergisi/issue/67192/1050730

[4] https://www.iiep.unesco.org/fr/articles/covid-19-et-fermeture-des-ecoles-pourquoi-les-filles-sont-plus-risque

[5] https://www.undp.org/fr/morocco/publications/rapport-sur-le-developpement-humain-2023-2024-sortir-de-limpasse-repenser-la-cooperation-dans-un-monde-polarise

Deniz Bağrıaçık kimdir?

Deniz Bağrıaçık, Sainte Pulchérie Fransız Ortaokulu ve Saint Benoit Fransız Lisesi mezuniyetinin ardından Galatasaray Üniversitesi’nde sosyoloji lisansı yaptı. Yüksek lisansını ekonomi ve çalışma sosyolojisi oryantasyonunu tamamlayarak Cenevre Üniversitesi’nden mezun oldu. Yoksulluğun nesiller üzerine aktarımı ve sürdürülebilirlik hedefleri çalışmalarıyla Sorbonne, Paris Üniversitesi’nde Kasım 2021’de Sosyoloji doktor ünvanını aldı.

Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro, Pera Güzel Sanat’larda piyano, Başkent İletişim Akademisi’nde sunuculuk eğitimi aldı.

2023-2024 dönemi itibarıyla Paris’te Iscom İletişim Fakültesi’nde sosyal psikoloji bölüm başkanlığını görevini üstlendi, aynı okulda master öğrencilerine sosyoloji dersi vermeyi sürdürüyor.

Sürdürülebilirlik hayat tarzı üzerine Beinconnect İz TV ve Habitat TV’de programları hazırladı, “Sürdürülebilir Biz” programının yapımcılığını, sunuculuğunu üstlendi. Fransız ve Türk haber kanalları ve ajanslarında düzenli olarak toplumsal olayları yorumlayan, Bağrıaçık’ın yazı ve makaleleri T24 ve Oksijen’de yayımlanıyor.

Üniversitede bulunduğu dönemde Birleşmiş Milletler’in ülkelere ilişkin gelişme indexlerinin hazırlanmasında, bakımevlerinde siyasi tercihlerin yapılması araştırmalarında görev aldı. Yüksek lisansı tamamlarken, kariyerindeki ilk işine özel bankacılık alanında, Credit Europe’ta başladı. 2011yılında gittiği New York’a gitti. Doktora tezi için ziyaret ettiği Dar Es Salaam’da,bir yetimhanedeki çocukların durumdan etkilenerek, çocuklar için çeşitli çalışmalarda bulundu, belgeseller hazırladı. When the Water Rises - Sular Yükselince adlı filmi (2019) ile Uluslarası Hindistan Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü aldı. Portraits of Zanzibar adlı kısa metrajlı belgeseli ile Roma, Sorento, Moskova, Toronto, Amsterdam, New York, İsveç, İngiltere Preston, Londra’daki festivallerden davet aldı, finalist oldu.

JP Morgan Vakfı’nın Türkiye proje liderliğini üstlendi, sosyal girişimcilik alanındaki çalışmalarını Paris’te 2019’da kurduğu MAISHA etik moda markası ile devam etti, 2022 yılında bu markayı sosyal içerikli prodüksiyon şirketine çevirdi. Covid 19 pandemisi sırasında alanlarında tanınmış kişilerle sohbetler düzenleyerek TEGV adına bir bağış kampanyası düzenledi. Studio 22 sohbetlerinde programa değer katan konukları Prof Dr.Ali Ergur, Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Gündüz Vassaf, Soli Özel ve sanatçılar Esra Zeynep Yücel, Evrencan Gündüz ile 100’den fazla çocuğun 1 yıllık eğitimine katkı sağladı.

Türkiye’deki yabancıların Türkiye’ye bakışını anlatan ilk kitabı 2017 yılında Sorsana Bizi Sevmiş mi adıyla yayımlandı.