Yazıyı tamamlamak üzere olduğum, 13 Aralık Perşembe günü Paris artık neredeyse aşina olunan kaotik bir cumartesi gününe hazırlanıyor. Moraller 11 Aralık günü Strasbourg’da yaşanan terör saldırısından dolayı oldukça bozuk. Ülkeyi yeni bir terör dalgasının tedirginliği sarmış durumda. Hükümet yetkilileri, Strasbourg’taki saldırı nedeniyle, öngörülen iyileştirme çabasını göz önünde bulundurarak eylemlerden vazgeçilmesini talep ediyorlar. Ancak kamuoyu desteğinin ve katılanların azalmasına rağmen eylemlerin süreceği bildiriliyor.
Fransa’daki olayları da anlamlandırmak için hem iç dinamikleri hem de hareketin kaynakladığını düşündüğüm dış dinamiklere bağlı bir analiz yapmayı arzu ediyorum. Sosyal medyanın hızının getirdiği olayları hemen anlamlandırma çabasının zorlayıcı etkisinden çıkıp olaylara farklı açılardan bakmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Üstelik hareket, Fransız sosyologları, siyasetçileri tarafından da “inédit” yani daha önce görülememiş olarak tanımlanıyor.
‘İçerdeki dışlanmışlar’ın isyanı
İsterseniz, hareketi yorumlamak için öncelikle Fransız toplumunun sosyal statüler aracılığı ile işlev gördüğünü belirtelim ve sosyal statüler konusunda da bir o kadar sert, kimi zaman ayrımcı ve dışlayıcı olduğunun altını çizelim. Şehrin yapılanmasından, iş hayatına, üniversite seçimine, kimi kelimelerin söyleniş biçimine, kimi takıların hangi parmağa takılacağına kadar yazılı kuralları olmayan ancak “habitus”ler aracılığı ile belli farklılaşma hareketleri vardır. Sosyoloji terimlerinin Fransa’da gelişmesi ve bu konularla ilgili dünya literatürüne neredeyse bir sözlük kazandıran Pierre Bourdieu’nün Fransız olması bir sürpriz değil. Para gerekli olabilir ama yeterli değildir hatta öyle ki paradan konuşmak, göstermek büyük kabalıktır.
Burada duralım! Sarı yelekliler benim için daha çok fosforlu yelekliler olarak anılması gereken bir hareket, çünkü “fosforlu” yelekliler tam da yukarıdaki toplumsal statü meselesini kalbinden vuruyor. Bu, Paris ve temsil ettiği her türlü elitizmin, tanınmanın dışında kalan ve seslerini duyurmayan çalışan, güvence sorunu çeken, yine Bourdieu’nün müthiş tespiti ile “Exclus des Intérieurs”, yani “içerideki dışlanmışların” isyanıdır. Postaneleri azalan, doktorlara çoğunlukla ulaşamayan, okulların azaldığı kısacası, küreselleşmenin dev kazanında bir kazaya uğramış ve arabalarını kenara çekip fosforlu yelekle biz buradayız diyenlerin hareketi…
Paris’e 2006 yılında, Erasmus için uzun süreli kalmak için geldiğimde Fransızların benim, akıllarında yerleştirdikleri olası Avrupa ülkelerinin dışında başka bir ülkeden, özellikle anlamakta güçlük çektikleri Türkiye’den olduğumu duyunca, hata veren bir bilgisayar gibi “Ama nasıl olur, saçların, ten rengin, Fransızca konuşuyorsun, içki içer misin” ve benzeri sorularıyla bir kendinden geçme haline tanık olduğumda, yaşayan Müslüman nüfusla büyük sorunlar yaşayacaklarından adım gibi emindim -zaten yaşıyorlardı da. Fransızlar çerçevelerinin o kadar içinde yaşayan bir toplum ki, tatil için dahi Fransızca konuşulan Club Med gibi yerleri tercih edip kafalarını yormak ve sürprizlerle karşılaşmak istemiyorlar. O yüzden “dışarısı”, zaman içerisinde Paris metropolünün dışındaki her şeye dönüşürken hareket de bunun karşıtlığında, Macron’un temsil ettiği her şeyi hedef aldı.
Şimdi de makro bir değişkene bakalım: Fransa’da yakalanması gittikçe güçleşen “3. Sanayi Devrimi”nin bu olayları hızlandırdığı kanaatindeyim.
Daha önceki iki sanayi devriminin hangi 3 ana etkenle meydana geldiğini hatırlayalım:
(1) İletişim biçimlerinin değişmesi: İlk devrimde 19. yüzyıl İngiltere’sinde buharlı matbaa makinesinin icadı ile toplu basıma geçilmesi; 2’nci devrimde ise Amerika’da telefon, radyonun gelişmesi, kullanılması.
(2) Yeni enerjilerin kullanılması: İlk devrimde 19. yüzyıl İngiltere’sinde kömür; 2’nci devrimde ise Amerika’da “benzin”in kullanılması.
(3) Ulaşım: İlk devrimde 19.yüzyıl İngiltere’sinde buharlı tren; 2’nci devrimde ise Amerika’da Henry Ford ve arabaların, kamyonların taşıma sanayinde kullanılması.
Dolayısıyla bu üç etkeni birleştirirseniz devrimi yakalıyorsunuz.
Bugüne gelirsek, elimizde yeni bir iletişim biçimi olan (1) İnternet, (2) Sürdürülebilir enerji kaynakları, (3) İnsansız taşıma sistemleri / Data toplayan ve bunları paylaşan ulaşım sistemleri mevcut.
Ancak Fransa bu sistemi takip edebilmenin gerisinde kaldı, kalıyor çünkü ne bürokratik sistemi ne de gündelik hayatı tam olarak dijitalleşebilmiş değil. Halen çek yazılan bir ülkeden bahsediyoruz!..
Dolayısıyla işsizlik artıyor, tüm dünyada olduğu gibi Fransa’da üretkenlik düşüyor. Fransa son derece sancılı bir dönemden geçiyor.
Hareketin karbon fiyatına yapılacak bir zamdan başlaması da bir sürpriz değil. Macron’un en büyük mücadelelerinden biri de küresel iklim değişikliğine karşı, çünkü küresel iklim değişikliği, dünyadaki su döngülerini değiştiriyor. Bu hepimizin sorunu ama Fransa’yı Avrupa’nın ortasındaki bir ülke olarak düşünmeyin, Fransa denizaşırı toprakları ile Amerika’dan sonra en fazla deniz hakimiyeti olan ülke ve bu da yeni enerji kaynakları ve küresel iklim değişikliğinin faturasının maliyetinin yüksekliği demek.
Bugün başlansa geçiş etkilerinin 15-20 yıl sonra görüleceği bir sistem değişikliğinden bahsediyoruz. O yüzden bu hareketin etkilerini, süresinin yönetimini çok iyi tartmak lazım. Küresel iklim değişikliğinin saatli bir bomba olduğunu anlamamız, iyice anlatmamız lazım. Ve iklim değişikliğinden en çok fakirlik sınırının eşiğinde ve altında olanların etkilenip zarar göreceğinin ayırdına varmak da şart.
Kısacası Fransa, her ne kadar para açısından iyi bir sosyal devlet olsa bile, statülerinden dolayı kişilerin, yabancıların, farklı dinlerin dışlanmasına varan, onları kendi içinde hissettirmeyen tavrının ve kibrinin, çağını yakalayamayan gelenekselliğinin kurbanı oldu, oluyor gibi…
Fakat tüm bunların ötesinde, medyanın her türlüsünde Cumhurbaşkanı Macron’a her türlü eleştirinin özgürce yapıldığının, tartışma programlarında her türlü görüşe yer verildiğinin, kadınların programlarda eşitçe yer aldığının, bakanlara “Sayın bakan, sorarım size kaç para kazanıyorsunuz?” dendiğinin, onların da bu soruya cevap verdiğinin de altını çizelim. Herkes, hangi kesimden olursa olsun, özgürlük ve demokrasi bilinci çok güçlü ki bu, Fransa’nın takdire şâyan yanı.
Yani olaylar artmış ve kaos var olabilir ama burası bir Beyrut değil. Eşitlik, özgürlük, dayanışma bu coğrafyanın gerçek değerleri olmaya devam ediyor.