Çiğdem Öztabak

19 Nisan 2020

Doğruluk mu, cesaret mi?

Cesaret, sadece başkalarına hakikati söylemek için gerekli bir erdem değil, kişinin kendisine dair hakikatleri yine kendisine söylemesi, kendisiyle yüzleşmesi için de gereklidir

"Doğruyu söylemek, bütün riskleri göze alan bilgeliğin ateşini yakmaya sevk eden felsefi bir etkinliğe giden yoldur."

"Doğruluk mu, cesaret mi?" oynamanın çok zevkli olduğu bir ergenlik dönem vardır hepimizin hayatında. "Doğruluk mu, cesaret mi?" diye sorulduğunda, o an hangi cevap işine yarayacaksa onu seçer, kendinle masum bir kumar oynamanın tadına varırsın. Bu satırları okuyan her kişi, en son bu oyunu oynadığı anları ve verdiği cevapları düşününce neden bahsettiğimi daha kolay anlayacaktır. Doğruluk gerçekten senin doğrun muydu, yoksa doğruyu söyleyeceğime aşırı aptal durumuna düşeceğim cesaret gerektiren bir şey yaparım mı demiştin?

Bu oyunun kurulduğu stratejilerden birisi de cesaretin üzerinden bir parça çıkarma anlamına gelmediği bir noktada, doğruyu, sadece doğruyu yani gerçeği söylemekti. Böylece gerçek ile eğlenebilirdik!

Antik Yunan’da bu oyunun ne kadar karşılığı vardı bilmiyorum ama Matrix’den, Sokrates’e ve Foucault’a uzanan bir yolculuğa çıkarıyor bizleri.

-Morpheus Neo’ya sormuştu; 

"- Hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü, Neo?   

- Peki ya bu rüyadan hiç uyanamasaydın? Gerçek dünya ile rüyalar arasındaki farkı nasıl anlayacaktın?" Morpheus, Matrix (1999)

Matrix’in, çağının çok ötesinde tartışmalar ve çeşitli kafalar açmasıyla, çok ama çok büyük bir önemi olduğu konusunda hepimiz tamamız sanırım.

Hikâyenin oturduğu yere baktığımızda simülasyon teorisinden açıkça beslendiğini görmek zor değil. Okullarda anlatılmayan, öğretilmeyen bir çok şeyi filmlerden öğrendiğimizi düşündüğüm yaşam süremizce "Matrix" seni etkilediği kadar etkiledi beni de. Dikkat çekmeye çalıştığım koskoca simülasyon teorisi ya da bir Matrix güzellemesi değil.

Simülasyon teorisinin de, Matrix’in de bir noktada beslendiği soruları:

Gerçek nedir, hakikat nedir, yarattığımız gerçek samimi midir ve bu gerçeği yaratırken kendimiz ne kadar doğruyuz, eylemlerimiz, sözlerimiz ne kadar gerçektir?

Antik Yunan’a dayanan bir felsefeden beslenen Parrhesia yani anlamı "Hakiki Gerçek" bize bazı cevapları veriyor.

Gerçek, hakikati söylemek, yani belki günümüze biraz daha hafifleterek uyarlarsak samimi olmak, Antik Yunanca’sı ise Parrhesia. Günlük iletişim dilinde "samimiyeti getiren hakikat nedir" diyerek toparlayabiliriz.

Tanımlaması tam da şöyle ve gerçekten ilginç:

"Parrhesia; hakikati söylemek anlamına gelir. Ancak bu hakikat, kar yağdığı bir sırada heyecanla 'kar yağıyor' demek gibi doğru bir önermede bulunmak değildir. Diğer bir deyişle, kimseyi rahatsız etmeyecek bir doğruyu söylemek 'Parrhesia' da değildir." 

- "Doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar"in bir Parrhesia sonucu çıktığı gerçeği- yani söylediğiniz her ne ise- birilerini ne kadar rahatsız ederse, sizin için doğruluğu o derece kuvvetlidir.

Gerçeklik yolculuğunda kendimize özen göstermek ne anlama geliyor?

Michel Foucault da "Parrhesia" kavramıyla hakikati söyleyen kişiyi işaret eder. Latince Pan,"her şey"; rhema, "söyleyen"demektir. Yan yana geldiğinde oluşan "Parrhesia" hiçbir şeyi saklamamayı tarif eder.

Kendinden ya da karşındakinden, kendini ifade ettiğin platformlardan, çevrenden sakladıkların ile senin gerçek sandıklarını düşündüğünde; -bir dakika ama benden bahsetmiyor, ben kendimden bir şey saklamıyorum diyen belki de sen, bir dakika durup düşünür müsün? Farkında mısın gerçekten, tüm o zihninin, egonun, gerçekliğinin senin gerçekliğin tam da o anda senin doğrunu gösterdiğinden... Bu noktada bir kez daha Matrix izlemek istemez misin?

Bu noktada "Parrhesia" hakkında okumak, farkındalık kazanmak hepimizi biraz daha dengeye, samimiyete yaklaştırabilir. Hem kendi içimizde hem de çevremize karşı samimiyet sorgusuna daldırmayı başarabilir. İçinde bulunduğumuz çağda iş-hayat dengesi ya da ikili ilişkilerimiz ekseninde net olmak, net olmaya efor vermek, samimiyetin netliğe eşlik etmesi için yeterli zamanımız olmaması gibi sebeplerden, sosyal medyanın ya da sürükleyici dizilerin sabote ettiği zamanımız ile, sadece "olması gerektiği gibi" kurulan iletişimler arasında yaşıyoruz. Bu modern hastalık zannettiğimiz şey aslında, Antik Yunan’dan beri insanın kendine özen göstermesi başlığı altında yer bulmuş tartışmalar, üzerine söylenmiş sözler, yazılmış kitaplarda anlatılan bir konu.

İlginç değil mi? Yaşanan tüm çağlardan beslenen her dönemin filozofları ki buna 20. yüzyil filozofları da dahildir, her biri tek tek geri dönüp Antik Yunan’a bakıyor. Diyorlar ki;

"Parrhesia sadece başkalarıyla olan bir ilişkiye değil, aynı zamanda kişinin kendisiyle kurduğu ilişkiye de gönderme yapmaktadır." Foucault’ya göre kendisi ve başkaları hakkında 'doğruyu söylemek', Yunan-Roma kültüründe ve tüm Antik Çağ ahlakında önem bir yer tutmaktadır.

Her durumda kişinin kendisiyle kurduğu tekil varlık ilişkisinin "öteki"nde yansıması görülür. (Tekrar tekrar okunası bir cümle.)

İşte bu noktada kendine özene kafayı takmış Sokrates çıkar karşımıza. Kendisi ölüm yolundaki savunmasında bile, kendi gerçeğinden dönmemiş ve hakikatini savunmuştur. Bu anlamda kendisi ve savunması tam bir "Parrhesia" örneğidir. Sokrates aynı zamanda erdemli insan olma ve kendine özen gösterme konusundaki çalışmaları ile gerçeğe ve bu herkesi rahatsız etse de, acıtsa da gerçeğe, yalnızca gerçeğe kendini adamıştır. Sokakta karşılaştığı insanları da durdurup kendine ne kadar özen gösterdiği konusunda rahatsızlık veren sorular soruyormuş. Sokrates için kendine özen, gerçek içinde kalabilmek ve bu sayede özgürleşmekti. Hangi sosyal grupta ya da hangi sosyal ilişkide olursa olsun.

Hangimiz hangimize gerçekten net, gerçekten dürüst ve aslında tam olarak da istediği, düşündüğü şeyi söylemekte özgürüz? Özgür kelimesini kullandım, çünkü aslında tek sorun özgürleşmememiz ve birbirimizi daha çok düşünce hapsine kapatmamız, hem de hiç ama hiç farkında olmadan. Hem 20. yüzyıl filozoflarından Foucault hem de Antik Yunan filozofu Sokrates kendilik pratiklerinin önemini özgürleşme ile açıklıyor. Ne kadar gerçek o kadar özgürlük.

Bir düşünün özellikle yaşadığımız ikon çağında, her şeyi, herkesi kategorilerle tanımlamaya mecbur kaldığımız bu çağda, doğruyu yalnızca doğruyu söyleyeceğimize yemin etseydik.

Peki nedir bu kendilik pratikleri?

Hiç de öyle bilmediğimiz bir şey değil aslında. Aksine hepimizin gece yastığa başımızı koyduğumuzda, bir iç muhasebeye girişmemizdir, günü değerlendirmemizdir. Elbette bunu ne kadar bilinçli yaparız, kendimizi yaşadığımız olaylarda haklı çıkarmaya çalışmadan, kendimize ne kadar objektif kalabiliriz bu bilinemez, ben biliyorum desek de hatta bilemeyeceğimiz bir şeydir kendimize olan dürüstlüğümüz. 

Seneca "Öfke Üzerine" adlı metninde, zihnin kendisini her gün hesap vermeye davet etmesi ve kendini sorgulaması gerektiğini, uyumadan önce tüm gününü gözden geçirip gün boyunca tüm yaptıklarının izini sürdüğünü şöyle ifade ediyor:

"Ruh kendini övdükten ya da payladıktan, kendiliğin bu gizli sorgulayıcısı ve eleştirmeni kendi karakteriyle ilgili izahatı verdikten sonra, ne rahat, ne derin ve ne katıksız bir uyku uyunur! Ben bu ayrıcalıktan istifa ederim ve her gün kendi mahkememde kendimle ilgili bir dava açarım" -Herkes bu akşam yatmadan önce biraz kendisini övüyor ve biraz da paylıyor.

Seneca’nın bahsettiği "yalnız başına kendini sorgulama" olarak adlandırılan bu uyku pratiğinin Parrhesia'nın da bir boyutu olduğunu görebiliyoruz. Artık cesaret, sadece başkalarına hakikati söylemek için gerekli bir erdem değil, kişinin kendisine dair hakikatleri yine kendisine söylemesi, kendisiyle yüzleşmesi için de gereklidir. Günah çıkarma olarak tekrarlanan davranış ya da dini bir kural işte tam da buna hizmet ediyor. Modern zamandaki versiyonu ise "terapiye gitme" ihtiyacımız, kendimizle ilgili itirafta bulunma ve gerçeği bilmek isteğimizden..

Yani toparlarsak, aslında kendilik pratiklerinin temelinde itiraf pratiği de yatıyor. Her gün yatağa yattığımızda yapmaya üşendiğimiz şey belki de... İş hayatında, arkadaşlarımızla ya da romantik ilişkilerimizde her şeyi karşı tarafın davranış ve tutumuna bağladığımız noktada kendimizle olan gerçekliğimizi, samimiyetimizi yitirmiş oluyoruz. Sokrates’in, Foucault’un parrhesia örneklerinde olduğu gibi gerçek, herkesin bildiği doğru değil, birilerini kızdırmak, bir şeyleri kaybetmek uğruna, sence olan doğruyu ifade edebilmek cesareti gerekiyor bize.

Hepimizin Sokrates olması beklenemez elbette, bir yerden başlamak, toplum içindeki tüm tutumlarımızda, belki yöneticine, belki bir kuruma, platforma, belki sevgiline, belki arkadaşına, ev sahibine bile, belli ki herkese, her şeye daha gerçek, daha samimi olmak ve biraz da "parrhesia" kullanmak bizi kategorileşmiş zaman dilimlerimizde özgürleştirebilir.

Samimiyetten uzaklaştıran bu hipergerçeklik çağında dönüp biraz Antik Yunan okuması yapmak, o da sıkarsa Matrix izlemek iyi gelebilir. Sokrates’in kendilik pratiklerine daha çok zaman ayırmamız gereken günlerdeyiz.

Sonuç olarak başa dönersek; Doğruluk mu, cesaret mi?

İkisi ayrılmaz bir bütün. Yine de bu oyun, hayatta da bir kere de olsa oynanmalı.


Kaynaklar

Diogenes tartışması; 19–20 Nisan’da Sinop’ta düzenlenen Anadolu’da Felsefeye Yolculuk: "Sinoplu bir Filozof: Diogenes" başlıklı toplantıda sunulmuştur.Academia- Ankara Üniv. Adem Yıldırım arşivi

Cengiz Mesut TOSUN Dr. Öğr. Üyesi Mersin Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü, Parrhesia Arastırma Makalesi

Matrix (1999)

Sokrates’in Savunması — Platon- Say Yayınları

Michel Foucault- Doğruyu Söylemek- Ayrıntı Yayınları

Michel Foucault- Kelimeler ve Şeyler- İmge Kitabevi