Gece yarısı saat iki civarı televizyon programından çıkıp eve dönüyordum. Türkiye’nin ekseni nereye kayıyor diye konuşmuştuk konuklarla. O günkü Cumhuriyet gazetesi haberinde; TESEV'in Arap dünyasında Türkiye algısı araştırmasında Hamas’ın Türkiye’nin değil, Mısır’ın ağabeyliğini kabul ettiği yazıyordu. Eee hükümet neden Hamas’ın hamiliğini yapıyor, neden çırpınıyor diye düşünüyordum.
Ertesi günkü Hürriyet’in manşetine ise, Arap ülkelerinde yaşayanların yüzde 75'i Türkiye’ye olumlu gözle bakıyor, tespiti çıkacaktı ve ben bu rapordan öne çıkarılacak başlık bu mu diye düşünecektim. Program konukları temkinliydiler. Hükümeti eleştirmekten çekinmişlerdi. Başbakan'dan ne kadar çok korkulduğunu düşünüyordum. Hiçbir konuyu nalına-mıhına tartışamadığımıza üzülüyordum. Zihinlerin arka planını kalın bir duvar gibi kaplayan “aman başımıza birşey gelmesin” tedirginliği canımı çok sıkıyordu.
Cezaevine girmeyi göze alan ya da yarı deli, yarı kaçık kabul edilenler haricinde ve hükümeti destekleyenler dışında kimsenin bağırma hakkı yok muydu? Akıllı adamlar ağızlarından çıkan lafları kuyumcu terazisinde tartmaktan yorulmamışlar mıydı? En önemlisi bağımsız akıl fikir sahibi olmak mümkün değil miydi? Bağımsız iradesi ve görüşleri olanların “ne söylersek bir tarafa yapıştırılmaktan kurtulabiliriz” diye düşünmekten söyleyeceklerini söyleyememeleri asaplarını nasıl da bozuyordu. Sinirle sallıyordum ayaklarımı, arabanın camını açmış, sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordum. Arabada sigara içmek midemi bulandırmasına rağmen.
Bir program yapmanın tadını çıkaramıyordum. Tartılan sözcükler, ölçülü tepkiler, evlere saklanan cümleler, çok güvenilen dost ortamında ifşa edilen tespitler, telefonlar kapatılarak, kısık sesle “ben sana işin aslını anlatayım” lafları.
Saatin ikiyi geçtiğini unutarak bir dostumu aradım. Karnından konuşmaya mecbur bırakılmanın ne üzücü olduğunu paylaşıyordum onunla. Enerjim azalmış, heyecanım sönmüştü. Pes bir ses çıkıyordu boğuk boğazımdan. Başım koltuğa düşmüş, gözlerim dalgın bakıyordu sokaklara.
KAVAL ÇALAN ÇÖPÇÜ
Bir çöpçü arabası tam da önüme düştü. ”Of dedim, yolum uzayacak.” Çöp arabasının arkası açık, çöple dolu, çöp yığınının üstünde üç çöpçü adam oturuyor. Çöpçü adamlardan biri flüt çalıyor, isterseniz kaval deyin, kaval çalıyor.
Hüzünlü bir şarkı değil, oynak bir şarkının melodisi duyuluyor, hangi şarkı çıkaramıyorum, çöpçü adam çöpleri devirmemek için kalçasını oynatmıyor, kolları başı beli ise kıvrım kıvrım, diğer çöpçü arkadaşları el çırpıyor, gülüyorlar, gökyüzünde yıldızları seyretmiyorlar, birbirlerine bakıp neşeyi buluyorlar. ”Vay be“ dedim. ”Bir benim huzursuzluğuma bak, bir onlara bak.” Ne iş yaparsan yap,yaşanan anın tadını çıkarmak bu olmalı. Küfür üzerine küfür savurup,hayata bela okumak yerine kaval çalmak daha teslimiyetçi yapmaz insanı. Yapmaz çünkü mutlu, umutlu, neşeli yaşama isteği varsa kötülüğün üstesinden gelme, şartları değiştirme mücadelesine girme azmini hissedebilir insan.
Kaval çalan çöpçü Başbakan'ın, muhalefet partisi liderlerinin veremediği dersi verdi bana. Değiştirmek istiyorsan önce o anı değiştireceksin. O anı, o ruhu, o şartı, o atmosferi, o söylemi, o tavrı değiştireceksin. Ve uzaklara gitmeden önce yakındakini, burnunun dibindekini değiştireceksin. İğrenç çöp kokusuna rağmen, arabanın camını kapatamıyorsam eğer, bir kaval sesi bana kokuyu unutturuyorsa eğer, o çöpçü sadece kendinin değil, benim de ruh halimi, bozuk kafamı düzeltiyorsa eğer çöp toplamaktan çok öte iş yapıyor demek değil mi?
EDEBİ ÇIKARIMLAR
Kimileri bana “bırak bu edebi çıkarımları, bırak bu öykü kıvamındaki tespitleri” falan diyordur belki. Peki bırakayım, bırakayım ve dinleyeyim sizi. Siz ne diyorsunuz? Hangi yeni sözleriniz var, hangi farklı tepkileriniz, hangi farklı duyarlıklarınız, hangi daha fazla iç açan görüntüleriniz, hangi umut arttıran tavırlarınız?
Ülkenin doğusu kaynarken Gazze’yle oyalanmak, her on evin üçünde çocuklarımız yakın akrabalarının tacizine uğrarken Afrikalı çocuklara ağlamak, Silivri Cezaevi'nde yatanların sesini duymayıp hâlâ Guantanamo’nun hesabını sormak evrensellik mi oluyor? Bizim evin önündeki çöpleri toplayan çöpçünün kıymeti yok mu? Kimin ne devrimi istediğini unutarak, “İslami ya da Marksist fark etmez, devrim olsun da nasıl olursa olsun” şuur kayması demokratlık mı oluyor?
Kaval çalan çöpçü belki herkese bir ders verebilir; tıkanan kulakları, görmeyen gözleri açabilir.