Ceyhan Suvari

11 Ağustos 2019

Din kardeşliğinden asalaklığa, sığınmacı halleri

Tabii ya, Suriyeliler gelene kadar her şey güllük gülistandı! İşsizlik sıfırdı, enflasyon varla yok arasıydı, milli gelir had safhadaydı, IMF bizden borç para istiyordu. Tam bir cennet bolluğu ve ahengi içerisinde kardeş kardeş yaşıyorken tıpkı şeytan gibi Suriyeliler geldi sonsuz cennet mutluluğumuz bozuldu

İçişleri Bakanı Soylu, "Elinde bir saat, 10 liraya satıyor, Afrika'dan gelmiş. Biz buna müsaade etmeyeceğiz" diye atarlanınca aklıma Van'daki ilk yıllarım geldi.

Haklı olarak sorabilirsiniz, "Van nere, Afrika nere?.."

Mesele coğrafya değil, yaklaşım. İşte bu yaklaşım çağrışım yaptı bende.

Doksanların sonunda müze uzmanı olarak Van'a gittiğimde ilk dikkatimi çeken, sokaklarda İranlıların bir hayli fazla olduğuydu. Ancak bunlar şimdinin Shopping Fest'ine gelen İranlı turistler değildi. Tamamı sığınmacıydı. Türkiye üzerinden Batı ülkelerine gitmek için ülkelerinden kaçan İranlılardı.

Dinî (Bahailer, Hıristiyanlar vd.), ideolojik (komünistler, Şahçılar vd.), etnik (Kürtler, Azeriler vd.) veya ekonomik nedenlerle ya da sadece rejimden kaçıp özgür bir yaşam uğruna yola çıkmış insanlardı bunlar.

İran sınırında olduğu için Van önemli bir toplanma merkeziydi. O zamanlar Van'ın "yerlileri" her türlü musibetin kaynağı olarak İranlıları görmekteydiler. İş mi yok, sebebi çok ucuza ve kaçak çalışan İranlılardı; ev kiraları mı yüksek, sebebi İranlıların fahiş fiyatlarla ve çoğu baraka bile olamayacak evleri tutmalarıydı; pahalılık tabii ki onlar yüzündendi; uyuşturucu, seks işçiliği, vs. ne varsa, altında İranlıların olduğu söyleniyordu. Hatta inanmayacaksınız ev telefonlarına gelen yüksek faturaların da İranlılar yüzünden olduğu dillendiriliyordu şehirde.

Sonuncu söylentiye bizzat tanık oldum. Bir gün müzenin güvenlik görevlisi, etrafındakilere evine gelmiş yüksek telefon faturasından dert yanıyordu. Tabii o zamanlar henüz AKP iktidarda olmadığı için ne yol vardı, ne internet, ne de cep telefonu. Her şey iptidai yollarla hallediliyordu. Mesela fatura dökümü için ayrıca dilekçe yazmanız gerekiyordu ve ancak bir sonraki fatura döneminde ayrıntılı faturanızı görebiliyordunuz. Neyse işte, mağdurumuz sinirinden yerinde duramıyor, elindeki faturayı etrafındakilere gösterip veryansın ediyordu. Yanlarına gittim, faturayı bana da gösterdi. Gerçekten çok kabarıktı, tam rakam hatırlamıyorum ama o zaman aldığım maaşa yakın bir tutardı. Çok geçmeden ortak akıl faili bulmuştu, İranlılar! Nasıl ya, ev telefonuyla İranlıların ne alakası var dedim. "Yok Ceyhan Bey sen yenisin bilmezsin. O şerefsizler gece apartmanlara girip toplu iğne ile telefon kablosunu delip paralel hat çekiyorlar. Sonra taa Amerika ve Kanada'daki akrabalarını arıyorlar."

"Taa" vurgulu Amerika ve Kanada özellikle söyleniyordu, ki bu olayı daha dramatik hale getiriyordu, çünkü arada koca okyanus vardı. Misal yakın diye hiç İran'ı aramıyorlardı, oysa orada belki bir daha hiç göremeyecekleri daha çok akrabaları vardı. Ne kadar uzak, o kadar yüksek fatura. Uzatmayayım, bu muhabbet tam bir ay sürdü. Sonraki fatura döneminde gerçek ortaya çıktı. Meğer evin ergen oğlanı o zamanların meşhur "ara beni boya beni" diyen kadınların olduğu 900'lü hatları arıyormuş her gece.

Ama olsun İranlılar yine de suçluydu! Sonra AKP geldi. Yol, köprü, TOKİ, vs. bir de bu İranlıları alıp başka şehirlere dağıttı. Böylece Van'da artık İranlıların barakalarda kalan sığınmacıları değil, lüks otellerde kalan ve alışveriş yapan turistleri görünür oldu. Halk memnundu ama yine de ufak tefek şikayetler oluyordu: "Abi İranlılar yüzünden markette çok sıra bekliyoruz hepsi iki üç sepet doldurup kasanın önüne yığılıyorlar!.."

Hepimiz kardeşiz, Suriyeliler şeytan!

Şimdi Vanlı dostlarım bana kızacak bizi karalıyorsun diye. Ama sorun Van değil, ülkenin halet-i ruhiyesi böyle. İçişleri bakanından belediye başkanına, iktidarından muhalefetine, memurundan esnafına kadar vasatımız bu.

Hani o ünlü milli ve yerli klişemiz var ya; "Türk'ü, Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i; Alevi'si, Sünni'si, hepimiz kardeşiz..." diye. İşte bu kardeşlerin hepsi bir safta, şimdinin görünür sığınmacıları olan Suriyeliler diğer safta.

Tabii ya, Suriyeliler gelene kadar her şey güllük gülistandı! İşsizlik sıfırdı, enflasyon varla yok arasıydı, milli gelir had safhadaydı, IMF bizden borç para istiyordu. Tam bir cennet bolluğu ve ahengi içerisinde kardeş kardeş yaşıyorken tıpkı şeytan gibi Suriyeliler geldi sonsuz cennet mutluluğumuz bozuldu. Hadi kadın, çoluk çocuk neyse de gidip ülkesinde savaşması gereken erkekler de gelmişti!

Ev sahibi milliyetçiliği

Muhafazakâr kesim, Müslümanlara yönelik her türlü ayrımcılığın adını İslamofobi koyan Batı'nın bu icadını çok sevdi, ki her fırsatta bu kavramı kullanmaktalar. Öyle ya Batı'nın sadece iyi yanlarını alacağımız söylenmişti muktedirler tarafından.

Peki, nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan ve iktidardaki İslamcı partiye rağmen Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan ve çoğunluğu yine Müslüman olanlara yönelik geliştirilen dışlayıcı ve saldırgan tutum hangi fobiyle kategorize edilecektir? Bu durum en azından özelde İslamofobi argümanını geçersiz kılmakta ve onun yerine daha genel ve gerçek olan yabancı düşmanlığı söylemini düşünmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır.

Yabancı düşmanlığı Batı'da çoktandır var olan ama Türkiye'de henüz yeni sayılabilecek bir milliyetçilik türünü doğurdu. Zira Türkiye yakın bir dönemde ilk defa bu kadar kitlesel bir göç dalgasına şahit oluyor. Bu milliyetçilik, kan bağı varsayımına dayalı soy milliyetçiliği yerine "ev-sahibi" milliyetçiliği olarak tanımlanabilir. Zira, söz konusu sığınmacılar olduğunda ülkedeki tüm dinsel ve etnik gruplar geçmişteki ve/veya süregelen çatışmalarını bir an için unutmakta ve hep beraber istenmeyen misafire karşı hoşgörüsüz ev-sahibi modunda bütünleşmektedirler. Ancak milliyetçiliklerin türü ne olursa olsun metotları, gerekçeleri ve mağduriyet söylemleri gibi pek çok niteliği ortaktır.

Keyif bozan sığınmacılar

Zizek, Türkçeye Kırılgan Temas (Metis Yayınları, 2002) olarak çevrilen kitabında milliyetçiliğin, keyfin toplumsal alana fışkırdığı ayrıcalıklı bir alan sunduğundan bahsetmektedir. Zizek'e göre milli neden/dava, verili bir etnik topluluğun öznelerinin keyiflerini milli mitler yoluyla organize etme biçimlerinden başka bir şey değildir.

Bununla bağlantılı olarak Zizek, öteki algısını şu şekilde açıklamaktadır:

"Ötekinde canımızı sıkan şey, tam da keyfini organize etme tarzıdır, tam da bu tarza özgü fazladır, 'aşırılık'tır: 'Onların' yiyeceklerinin kokusu, 'onların' gürültülü şarkıları ve dansları, 'onların' tuhaf tavırları, iş karşısındaki tavırları. Irkçıya göre 'öteki' ya işlerimizi çalan bir işkolik ya da bizim emeğimizden geçinen bir aylaktır; ötekini çalışmayı reddetmekle suçlarken birdenbire iş çalmakla suçlamaya geçiverilmesi eğlencelidir."

Zizek'in bu açıklamaları üzerinden Türkiye'ye baktığımızda "öteki" olarak görülen tüm kimlikler, ama günümüzde daha çok Suriyeliler kokularıyla, kıyafetleriyle, müzikleriyle, doğurganlıklarıyla dolayısıyla varlıklarıyla Türkiye'nin kurulu düzenini bozan bir tehdit olarak algılanmaktadır. 

Yine Zizek'in "iş çalan/işkolik" ve "tembel" ikilemi de Türkiye'ye uygun bir örnektir. Zira ev sahibi kimlikler için sığınmacılar "biz" olana verilmesi gereken tüm imkanlardan cömertçe faydalanan tembel asalaklardır.

Öte yandan sığınmacıların çeşitli iş kollarında görülmeleri, bir kısmının sermaye ve iş yeri sahibi olmaları rahatsızlık yaratırken bu durum sığınmacıların "istilacı" olarak görülmelerine kadar vardırılmaktadır. Yani, ev sahiplerine göre tembel ve asalak olan sığınmacılar birdenbire girişimci ve çalışkan da olabilmektedir. Dolayısıyla her iki durumda da sığınmacılardan ülkenin gerçek sahipleri olan "biz"in yaşam kalitesini düşüren negatif bir topluluk olarak bahsedilmektedir. İlkinde çalışkan olan "biz"den toplanan vergilerin çoğunun sığınmacılara aktarıldığı, böylece tembel "sığınmacılar"ın vergisini düzenli ödeyen çalışkan "biz"lerin sırtından geçindiği, ikinci durumda ise bazı iş kollarını hâkimiyetlerine geçirerek "biz"leri işsiz bıraktıkları ve/veya ucuz iş gücü oluşturmaları nedeniyle ücretleri düşürdükleri vurgulanmaktadır.

Yukarıdakine benzer söylem ve bu söylem üzerinden üretilen ev sahibi mağduriyeti nedeniyle İsveç, Yeni Zelanda, ABD ve diğer bazı Batı ülkelerinde yabancılara yönelik gerçekleştirilen saldırı ve katliamlara şahit olduk. Türkiye'de de bu olasılık, iktidarın ve muhalefetin sığınmacılara yönelik olumsuz söylem ve tavırları nedeniyle gün geçtikçe artmaktadır.

Şu ana kadar siyasiler ve medya, sığınmacılara yönelik gerçekleştirilen eylemleri milli refleks olarak meşrulaştırmıştır. Medya, bazı adli olayların failleri olarak Suriyeliler vurgusunu özellikle öne çıkarmaktadır. Bu da zihinlerde Suriyelilerin toptan suçlu olarak görülmesine neden olmaktadır.

Unutmayalım ki bir gün hepimiz sığınmacı dolayısıyla potansiyel suçlu olabiliriz. Siz bakmayın sadece kahramanlık ve fetihlerden bahseden resmi tarihe; Anadolu asırlardır büyük orduların saldırılarından, etnik ve dinsel çatışmalardan, aşiret ve aileler-arası kan davalarından kaçan insanların sığınağı olmuştur. Aile hikayelerimizi anlatırken çoğumuz kökenlerimizi Balkanlara, Ege adalarına, Kafkaslara veya Arap ülkelerine dayandırmaktayız.

Yani aslında neredeyse hepimiz kaçkınların/sığınmacıların/muhacirlerin torunlarıyız.

Bu bile empati için yeterli bir sebep.