Gazeteciliğin sorumlukları konusunda yıllarca süren bir dizi çalışma yürüten Hutchins Komisyonu adlı bir grup, 1947 yılında yayınladığı raporda, ‘bilgi olarak doğru ama özünde gerçekdışı haberler’ konusunda çok çarpıcı bir uyarıda bulundu. Gazeteci, habere eklediği veya çıkardığı detaylarla haberin algısına yön verir. Peki bu nasıl olur? Örneğin, bir haberin kahramanı eğer azınlıksa (siyah, kadın, gay, dini azınlık grubu üyesi vs) bu sıfatı adının başına eklenip ‘önyargılara’ hitap edilerek haber bağlamından koparılabilir. Örneğin sıkça rastgeldiğimiz, ‘Ermeni gazeteci Hrant Dink’in öldürülmesi…’ cümlesinde olduğu gibi. ‘Kadın gazeteci’, ‘kadın milletvekili’, ‘eşcinsel politikacı’, ‘gay şarkıcı’, ‘Alevi işadamı’, ‘Kürt yazar’, ‘ülkücü mafya lideri’… Eğer haberin kahramanının başına eklenen bu sıfatların haberin içeriğiyle bire bir ilgisi yoksa, haberin algısını değiştiren çok önemli birer editoryal ‘müdahale’dir.
Yine örneğin, ‘Başbakan, katıldığı yemekte yaptığı konuşmada soruşturmayı yapan savcıları övdü’ haberi doğru ama eksik bir haberdir. Çünkü eğer o savcılar başbakan hakkında iddia olunan bir yolsuzluk konusunda takipsizlik kararı vermişse, bu artık bir yemek ve konuşma haberi değil çok önemli bir politik gündemdir. Bu bilginin de habere mutlaka eklenmesi lazım.
Modern medya tarihinin deneyimlerinden biliyoruz ki, ‘’gerçek haber ve doğru haber aynı şey değil’’. Doğru haber ve gerçek haber nasıl aynı şey olmaz? Diyelim ki bir ülkenin yetkilisi, bir protestocu grubu hakkında, ‘’dindar bacımızın üstüne işediler’’ sözünü sarfediyor. Bu sözü veren gazetenin haberi ‘doğru’dur. Gazeteci bir şey uydurmamış, yetkili bir ağızdan sözü aynen yansıtmıştır. Ama bu ‘’doğru’’ haber gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü böyle bir olay asla olmamıştır. (Bu arada, olmamış bir şey hakkında ‘evet ben de gördüm işediler, korkunçtu’ diyenin yaklaşımı buradaki gazetecilik tartışmasının konusu değil, ahlak, psikoloji ve belki de kriminal ceza alanına giren bir vakadır.)
Şöyle denildi Hutchins raporunda: ‘’Sadece doğru bilgiyi vermek değil, bilgiyi doğru vermek de önemli.’’ İşte gazeteciler on yıllardır bunun yollarını ve olanaklarını araştırıyor ve tartışıyor. Bütün bu arayışta ortaya çıkan temel sorulardan biri ise şu: Yüzde yüz objektif ve tarafsız bir gazetecilik olanaklı mı?
Bizim gündemimize 90’lı yıllardan itibaren girdi ama Amerikan gazeteciliği ‘objektivizm’ üzerine tartışmaya aslında 20’nci yüzyılın başında başladı. Freud’un ‘bilinçaltı’ ile ilgili teorilerini geliştirdiği, Picasso’nun gerçeğin algısıyla oynadığı resimlerini yaptığı dönemde yani... Gazeteciler de insanın sübjektifliğine kafa yormaya başlamıştı.
Hangi haberin fikri takibini yapacaksınız? Hangisini çok kurcalamayacak, gündemden düşmesine katkıda bulunacaksınız? Hangi olayın üzerine gideceksiniz, hangisini görmezden geleceksiniz? Hangi gelişme ve açıklamayı ülkede gündem yapmaya çalışacaksınız hangisini gündeminize bile almayacaksınız? Bütün bunlara ‘editoryal seçim’ deniyor. Ve istisnasız bütün editoryal seçimler, bir tavıra, bir tarafgirliğe, bir ‘yandaşlığa’ dayanır. Gazeteci insandır. Algısız, duygusuz, tarafsız bir ‘yansıtıcı’ olamaz.
Her gazeteci, okur kitlesinin, patronlarının, sosyal çevresinin vs. görüşünü, pozisyonlarını, hassasiyetlerini belli ölçüde dikkate alır. Buraya kadar doğal karşılanabilir bir durum söz konusu… Ta ki işin içine ‘kamu kaynaklarından beslenme’ girinceye kadar… Bir hükümetin gücünden finansal olarak destek alıp o hükümetin her politikasını desteklemenin basitçe ‘yandaşlık’ diye nitelendirilemeyeceği açık. Örneğin, bir medya organının, hiçbir objektif kıyasa dayanmayan tamamen keyfi idari takdiriyle milyonlarca dolarlık reklam ve kredi aldığı kamu bankası hakkındaki yolsuzluk iddialarını canhıraş şekilde itibarsızlaştırma çabasına ‘fikri yandaşlık’ denmez, ‘paydaşlık’ denir.
‘Paydaş medya’nın gazetecilikle ilgisi yoktur. Ticari bir konudur ve eğer kamu kaynakları da işe giriyorsa kriminal bir yönü de var. 1930’lu yıllarda ABD’nin Louisiana polisinin bir uygulaması ‘paydaş medya’nın -tabiri caizse- en masum örneğidir. Eyalet polisi, karayollarında hız ya da kural ihlali nedeniyle durdurduğu araçların sürücülerine trafik cezası yerine, New Orleans Tribune gazetesine ‘abone olma cezası’ kesermiş. Polis memurları da yanlarında trafik cezası dekontu yerine abone formu taşırmış. Bu, Louisiana valisi Huey Long’un eyaletin en ‘çok satan’ gazetesine, yönetime verdiği destek ve ‘eyalette işler süper’ manşetleri nedeniyle bir teşekkür yöntemiymiş. New Orleans Tribune gazetesinin haberciliğine ‘yandaş medya’ denemez. Ortada ‘yandaşlık’ değil, ‘alan memnun-satan memnun’ ticari bir paydaşlık söz konusudur.
Kamu kurumlarının reklam pastasının, padişah ulufesi gibi ‘keyfi’ dağıtımından yararlanıp, karşılığında o payı ihsan edenlerin her yanlışını savunmak açık paydaşlıktır. Kamu bankaları ile şeffaf olmayan kredi ilişkilerine girmek açık paydaşlıktır. Bir de, ‘örtülü paydaşlık’ vardır. Her hangi bir ‘gazetecinin’, hükümetin etkisindeki gazetelerde yüksek ücretlerle köşe yazarı yapılması, hükümet baskısı altındaki ana akım medyanın canlı yayınlarına ücretli davet edilme önceliği, yüksek ücretlerle televizyon programları yaptırılması, çok yüksek maaşlarla danışmanlıklar ve yönetim kurulu üyelikleri olanağı, belediyelerin devlet kurumlarının ‘ihsanların’dan yararlanma gibi sayısız, dolaylı ‘ödüllendirmeyle’, yaşam standardının keskin şekilde yükselmesi ve bununla doğru orantılı şekilde o iktidarın 'ölümüne' savunuculuğunu yapmak da ‘fikri yandaşlık’tan çok ‘paydaşlık’la izah edilebilir bir durumdur. Kamu pastasının bir nevi 'yağmasından' pay alınmaktadır.
Paydaşlık, gazetecilik mesleğine, gerçeğe aç insanlardan çok, güce, lüks yaşama, üne, muktedirlerden iltifat almaya, statü atlamaya aç zayıf karakterlileri çeken zehirli bir baldır. Gelişmeye imkan bulduğu bir ülkede tek kurbanı da gazetecilik olmaz. En başta buna yol açan iktidarı sonra da bütün toplumu çürütüp bitirecek bir kanserdir.
Yandaş medya olmak haktır. Paydaş medya olmak sadece gazeteciliğe ihanet değil, suçtur.
@CemalTdemir