Yaklaşık yarım yüzyıl önce, uzayın başka köşelerinde yaşam aramaya meraklı genç radyo astronomu Frank Drake, West Virginia eyaletindeki özel bir toplantıda kara tahtanın başına geçip, insanın ‘evren’de ne kadar yalnız olduğunu hesaplayan bir formülü yazmaya başladı. Bir düzine bilim insanından oluşan oldukça seçkin bir topluluktu bu... Aralarında o günlerde Cornell Üniversitesi’nin henüz pek tanınmayan astronomu Carl Sagan, o toplantı devam ederken Nobel kimya ödülünü kazanacağını öğrenen biyokimyacı Melvin Calvin ve yunus balığı uzmanı John Lilly gibi isimler vardır. ‘Yunus balığı ne iş?’ diyeceksiniz. Bu yarı gizli özel grubun adı ‘Yunus Topluluğu’ydu.
Drake Formülü olarak bilim tarihine geçecek hesaplamaya göre sadece galaksimizde bir kaç yüzden – milyarlarcasına kadar başka uygarlıklar olabilirdi. 1961’deki bu toplantıdan beri uzay araçları, Güneş sistemimizdeki bütün büyük gök cisimlerini yakından inceleme şansı buldu. Radyo astronomları binden fazla yıldızın yörüngesini taradı. Atmosferin dışına yerleştirdiğimiz Hubble gibi dev teleskoplarla evrenin derinliklerinin fotoğraflarını çekebildik. Peki sonuç?
‘’Uzayda başka hayat var mı’’ sorusunun bilimsel cevabında, karamsarımız ve iyimserimizle hala 1961’deki o toplantıdaki düzeydeyiz. Drake formülü, insan bilgi ve sezgilerinden hareket eden 7 faktöre dayanıyor. Bunlar içinde, Samanyolu’nda, gezegeni olan yıldızların doğma adedi (1,5 yılda 10 yıldız) gibi astronomik bilgiler de var; teknoloji geliştirebilmiş bir uygarlığın tahmini yaşam süresi gibi (1000 yıldan 100 milyon yıla kadar) mistik tahminler de… Bu faktör, yani uygarlıkların ortalama yaşam süresi tahmini, formülasyonun kritik halkası aslında. Çünkü eğer bir uygarlığın yaşam süresi 1 milyon yıldan az ise bu durumda en fazla 10 milyar yaşındaki Samanyolu’nda yalnız olma olasılığımız yüksek.
Frank Drake, 1960 yılında yaşam araştırması için ilk uzay dinleme çalışmasını başlattığında, ‘’Bize yolladığı mesajın cevabını alabilecek bir uzay uygarlığı, ancak sonsuza kadar yaşamanın yolunu bulmuş bir uygarlık olabilir. Yani, mesajımızı, alabilecek kadar uzun vakti olanlar…’’ demişti. Bugün 84 yaşında olan Drake, artık bugünkü kuşağın yaşam süresi içinde uzaydan bir mesaj almama ihtimalimizin çok yüksek olduğu düşüncesinde. Bilimsel ve gerçekçi bir bakışla galaksimizde en az 10 milyon yıldızı yakından tarayabilecek teknolojik donanımımız olması gerekiyor. Evimizde, yani Samanyolu galaksimizde çoğu Güneş’ten büyük en az 200 milyar yıldız var.
Ve dahası uzayın derinliklerinden bir gün duyulma olasılığımız tamamen yok da olabilir. Dünya, uzaydan sinyalle algılanabilir hale ilk kez 1950’li yıllarda geldi. Yani, dağlara tepelere kurduğumuz dev radyo ve televizyon vericilerinin, milyarlarca vatlık sinyal gücünü uzaya sızdırmaya başladığı dönem. ‘’Bunun hep böyle olacağını ve artarak sürecek bir trend olduğunu sanıyorduk’’ diyor Frank Drake ve ekliyor: ‘’Ancak, radyo-tv iletişim teknolojimiz, FM bandına, uydu ve kablolu alana geçti. Bunlar ise uzaya nerdeyse hiç sinyal sızdırmayan teknolojiler. Bu elbette oldukça ekonomik ve geleceğin teknolojisi. Ancak dünyayı radyo dalgaları açısından sessizleştiriyor. Bu hiçkimsenin öngörmediği çok ciddi bir değişim. Dünyada son kalan büyük vericiler de sustuğunda uygarlığımız Dünya’da yaşamaya devam ediyor olacak ama uzayda başka uygarlıkların tarayıcılarının bizi farketmesi oldukça zorlaşacak.’’
Peki ‘şimdilik’ başka nasıl ulaşabiliriz ‘onlara’..? Güneş sisteminin dışına yolladığımız bir aracımız var aslında. Voyager 1(Seyyah 1) uzay aracı 5 Eylül 1977 günü gezegenimizden yola çıktı. Bugün (29 Kasım 2014) itibarı ile 37 yıl, 2 ay 24 gündür yolda. 15 milyar kilometre kadar bir uzaklıkta. 12 Eylül 2013 günü ‘heliopause’ diye adlandırılan solar sınırı yani Güneş’imizin, proton ve elektron basıncının bittiği sınırı geçerek, ‘yıldızlararası’ boşluğa girdi. Saatte 64 bin kilometre, yılda 520 milyon kilometre hızla ilerliyor. Bu hızla en yakın yıldız sistemine girmesi 40 bin yıl kadar bir süre alacak. Ama, NASA 2025 yılı itibarı ile Voyager’ın jeneratörlerinin artık enerji üretemeyeceği ve onu bir hurdaya çevireceğini söylüyor. Peki bu haliyle bile olsa bir gün uzaylılara rastlarsa? Kozmik okyanusa saldığımız bu şişenin içine bir mesaj plağı yerleştirildi. Bu Altın Plağa, 116 fotoğraf eklendi. Aralarında rüzgarın, dalgaların, kuş ve balinalarınki de dahil onlarca doğal ses de kayıtlı. Her ihtimale karşın farklı kültürlerin müzikleri de yer alıyor. Tabii ki antik ve yaşayan 55 dilde selamlama cümlesi de… Türkçe selamlama cümlesi ‘sabahı şerifleriniz hayrolsun’ şeklinde ki NASA’nın sitesine girip ne zaman dinlesem yüzüme bir tebessüm yayılıyor. Bu selamlamayı bırakın uzaylıyı günümüz Türkçe kuşağı bile anlamaz. Ama tebessümün asıl nedeni bu değil, uzayın derinliğinde karşılaştığı uzaylının ‘sabah’ını tebrik etmesi...
Dünyamız kendi etrafındaki turunu 1 günde tamamlıyor. Bu yazıyı okuyacağınız, bir politikacıya kızacağınız, sıcak bir çay veya kahveye sevineceğiniz günde. Dünyamız Güneş’imizin etrafındaki bir turunu 1 yılda tamamlıyor. Okulda bir üst sınıfa geçeceğimiz, takımımızın şampiyon olacağı, doğum gününüzü kutlayacağınız bir 1 yılda. Güneş’imiz ise, Samanyolu Galaksimizin merkezi etrafındaki bir turunu 225 milyon ile 250 milyon arasında bir sürede tamamlıyor. Bu süreyi biz ‘insanlar’ bilmiyoruz. Çünkü ite kaka geçmişimizi en fazla birkaç milyon yıl geriye götürebiliyoruz. Aslında dinozorlar 150 milyon yıl kadar bu gezegende yaşamayı başardılar(gelişmiş bir beyne sahip olmamanın avantajı belki de). 150 milyon yıllık ömür, 1 galaktik(veya kozmik) yıl için yeterli bir süre değil ama esaslı bir göktaşının Dünyamıza çarpmasına tanık olmaya yetecek bir süre. Samanyolu çok büyük ama o da Evren’de bir nokta. Evrenin bildiğimiz kadarında, Samanyolu galaksisi gibi yüz milyarlarca galaksi var.
Carl Sagan’ın sinemaya da uyarlanan ‘The Contact (Temas)’ adlı enfes romanındaki genç bilim kadını, çocukluğunda radyo telsizle uzaylılarla iletişim kurmaya çalıştığı günlerden birinde astronom babasına, ‘’Uzayın başka yerinde de yaşam var mı?’’ diye sorar. Babası göğe yıldızlara bakarak yanıt verir: ‘’Bilmiyorum kızım. Ama eğer yoksa mühim bir israf sözkonusu’’…
‘Uzayın başka yerlerinde hayat var mı?’ henüz bilmiyoruz ama bir gerçek var ki uzayda hayat var.
Voyager 1 uzay aracı, Dünya’dan 6 milyar kilometre kadar uzaklıkta keşfetti bu hayatı. Güneş Sistemi’nin dışına çıkmaya hazırlanırken, Carl Sagan’ın özel ricasıyla NASA tarafından kamerası Güneş sistemine çevrildi ve 14 Şubat 1990 günü ‘sevgili’ ailemizin yani Güneş Sistemimizin fotoğrafını çekti. NASA, Güneş’in ışığından dolayı fotoğrafların iyi çıkmayabileceğini düşünüyordu. Ama Voyager’ın 4 ayda gönderdiği 60 kare fotoğraf, sistemimizin ilk fotoğrafları olarak uygarlığımızın tarihinde yer etti. Bu fotoğraflardan birinde Dünya astronomlarca seçilebiliyordu ama ‘soluk mavi bir nokta’ gibi. İşte bu yüzden, 640 bin piksellik bu ünlü fotoğraf ‘Pale Blue Dot (Soluk Mavi Nokta)’ olarak ünlendi. Efsane astronom Carl Sagan, bu ünlü fotoğraftan esinlenerek, ‘Soluk Mavi Nokta’ adlı kitabını yazdı. Kitabında özetle şöyle dedi Sagan o mavi nokta hakkında:
‘’Bu mesafeden bakınca Dünya kimsenin ilgisine hitap etmeyen bir yer gibi görünüyor. Ama bizim için öyle değil. Bu noktaya bir daha bakın. O nokta burası, evimiz, biziz… Sevdiğimiz herkes, tanıdığımız herkes, bildiğimiz herkes, gelmiş geçmiş her insan yaşamını bu noktada geçirdi.
Türümüzün tarihindeki acılarımızın ve mutluluklarımızın bütün yekunu, kendinden emin binlerce inanç, ideoloji ve doktrinin hepsi, bütün avcı ve toplayıcılar, tarihin her kahramanı ve her korkağı, uygarlık kuran uygarlık yıkan herkes, bütün krallar, bütün sıradan köylüler, birbirine aşık her genç çift, bütün anneler ve babalar, umutla bakan çocuklar, mucitler, kaşifler, bütün moral liderler, bütün yoz ve hırsız politikacılar, bütün süper starlar, yücelik taslayan liderler, türümüzün bütün azizleri ve günahkarları burada yaşadılar. Bir Güneş ışığı huzmesine asılı bu toz zerresinin üzerinde…
Dünya sonsuz görünen kozmik alemde küçük bir sahne sadece… Bu küçük noktanın küçücük bir kısmında şan ve şeref elde etmek için kandan nehirler oluşturan o imparatorları ve generalleri düşünün. Bu küçük pikselin bir köşesinin sakinlerinin, kendilerinden farkları çok zor ayırdedilebilecek diğer sakinlerine yaptıkları sonu gelmez zulümleri zorbalıkları bir düşünün. Ne kadar sıklıkla anlaşmazlığa düşüyorlar… Birbirlerini öldürmeye ne kadar hevesliler… Ne coşkun bir nefretleri var… İşte bu soluk ışık, biz insanların bütün o afra tafrasına, kendimizi aşırı önemseme vehmimize, Evren’de imtiyazlı bir yerde olduğumuz yanılgısına meydan okuyor ve boyumuzun ölçüsünü alıyor.
Gezegenimiz, onu saran muazzam kozmik karanlığın içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam enginlikteki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden korumak için başka yerden gelecek bir yardım yok.
Yer, şu ana kadar hayata barınak olabileceğini bilebildiğimiz tek dünya. Türümüzün göç edebileceği bir başka yer, en azından görünür gelecekte, yok. Bir başka yeri ziyaret? Evet. Bir başka yere yerleşmek? Henüz değil. Beğenin ya da beğenmeyin ama şu an için ayakta kalabildğimiz tek yer Dünya’dır. Astronominin insanda tevazu ve karakter geliştiren bir deneyim olduğu söylenir. Belki de, insanın kibrinin ne kadar ahmakça olduğunun, küçük dünyamızın bu uzak fotoğrafından daha iyi bir kanıtı yoktur. Bence bu resim, birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzun gereğini vurguluyor. Ve tabii ki bu Soluk Mavi Nokta’yı, şu ana kadar bilebildiğimiz tek yuvayı, koruyup canlı tutmamızın önemini vurguladığı gibi…’’
Uzayda hayat var. İnsanı, hayvanı, bitkisiyle, biz varız... Başkaları var mı? Bilmiyoruz. Bakmaya devam edeceğiz…
@CemalTDemir