Cemal Tunçdemir

14 Şubat 2013

Sıradışı bir aşk sempozyumu

Birkaç yüzyıldır belli bir konudaki akademik toplantı anlamında kullanılsa da ‘sempozyum’ aslında 'eğlence alemi' demek

 

Birkaç yüzyıldır belli bir konudaki akademik toplantı anlamında kullanılsa da ‘sempozyum’ aslında ‘eğlence alemi’ demek. Antik Yunan’da elit bir grubun toplanıp ‘muhabbetin ve küpün dibine’ vurduğu eğlence meclisleriydi. Zaten ‘sempozyum’ da sözcük olarak Antik Yunanca’da ‘birlikte içmek’ anlamına geliyor.  İçkiler içilir, profesyonel kızların ve kölelerin ikramları ve sergiledikleri sanatlarla keyifli vakit geçirilirmiş.

‘Sempozyum’ sözcüğünü tarih içinde ünlendiren ise ‘alemin gediklisi’ Plato’dur.

Plato’yu bilirsiniz. Sokrates’in zeki öğrencisi, Aristo’nun bilge hocası. Asıl adı ‘Aristokles’ yani ‘Muzaffer’di. Ancak güreş hocası ‘bak Muzaffer, senin omuzların çok geniş ve atletik bir vücüdun var. Senin adın bundan sonra ‘geniş (platon)’ olsun deyince adı da ‘platon’ kaldı.

İşte bu Muzaffer (Plato), ‘sempozyum’dan yani ‘alem’den ‘akademi’yi çıkarıp insanlığa hediye eden insandır. Küpte durduğu gibi durmuyor o meret biliyorsunuz. İnsanı ya maymun eder ya da profesör… Akademinin hep ‘kafa yapması’ da bu tarihsel kökenindendir belki de…

Plato’dan insanlığa kalan bir diğer müessese ise ‘platonik aşk’. Şimdi yazacağım cümle, dünyanın platonik aşk başkenti Anadolu’da birçok delikanlıyı yaralayacak biliyorum ama Rönesans döneminde ‘tensel öğesi olmayan aşk’ anlamını kazansa da ‘platonik aşk’ aslında ‘eşcinsel aşk’tır. Rönesans bu adlandırmayı, Platon’un ‘sempozyum’unda, genç erkeklere yönelik aşk ifadelerinden esinlenerek oluşturmuştur. Bu aşk metinlerinde kadın yoktur. Eşcinsellik ve eşcinsel aşk, Antik Yunan’da ‘doğal ve normal’ görülürdü.

Antik Yunan’daki kimi sempozyumlarda ise, ‘Sempozyum’ adlı eserinde Eflatun’un (Plato) tasvir ettiği gibi oldukça entelektüel sohbet ve münazaralar yaşanırmış.

İşte böylesi ‘sempozyum’lardan birinin ev sahibi trajedi şairi Agathon’du ve onur konuğu da Sokrates’ti. Muhabbetin ana konusu ise, ‘arzu’ tanrısı Eros’un mahiyetiydi.

Evsahibi Agathon, Eros ile ilgili uzun takdimini, ‘’Bütün tanrılar mutludur ama Eros en mutlusudur. Çünkü Eros en güzel en mükemmel tanrıdır’’ diye bitirdi.

Diğer konuklar, Agathon’un erkek tanrıya bu ‘eşcinsel’ yaklaşımını onaylayıp onaylamamak için sessizlik içindeki Sokrates’in tepkisini bekledi. Ancak sohbet uzadıkça Eros’un gücü ve mutluluğu dışındaki mahiyeti hakkında hemfikir olmadıkları da net şekilde ortaya çıkmaya başladı.

Derken sözü Agathon’un eşcinsel aşkı Atinalı Pausanias aldı. Pausanias hakkında bilgi, Platon’un ‘Sempozyum’unda adının sık geçmesine rağmen çok azdır. Eros’un ‘tekliğine’ itiraz eden Pausanias, bir halka dönük avami Eros ve bir de yücelere dönük elit Eros olduğunu savundu. ‘’Halka bakan Eros’un ana saiki şehvettir ve bu arzu onu kadınlarla ‘bile’ yatmaya yönlendirir. Pausanias’ın ‘yücelere bakan asil Eros’unu tekemmül edenin eşcinsel aşk olduğunu’ düşündüğünü söylememe gerek var mı bilmiyorum.

Plato ‘sempozyum’unun müdavimlerinden Eriksimakus’un bu tartışmaya da katılması gecikmez. Bir antik çağ fizikçisinden bekleneceği üzere Eros’u ‘panteistik bir güç’ olarak nitelendirir. Eros’un sadece tanrıların ve insanların kalbinde değil doğada da hüküm sürdüğüne dikkat çeker. Dolayısıyla, bütün hayvanlar, bitkiler hülasa bütün canlı organizmalar da Eros’un gücüyle hareket ediyordur.

Eriksimakus’un ‘ne varsa alemde aşk imiş’ temalı konuşmasından hemen sonra söze giren Aristofanes ise insanların diğer yarısını bularak ‘bütünlüğe’ ermek gayretinde olduğunu anlatan ünlü söylenceyi hatırlattı. Antik Yunan söylencesine göre 4 ayaklı bu canlının kudretinden tedirgin olan tanrılar, bu canlıyı ikiye ayırdılar. Şimdi artık iki ayak üzerine dolaşan bu canlı (insan) yeryüzünde diğer yarısını arıyor.

Söylence ayrıca, insanın bu dünyada kendini kayıp ve eksik etmesinin kökenine de işaret eder. Güya, aşk arzusu, bizi ‘bütün’ yapacak olanı arama arayışı. Söylenceyi anlatan Aristofanes sözlerini, ‘’İnsan soyunun mutluluğu kendisini ‘tam’ yapacak bu gerçek aşka kavuşmasına bağlı. İşte Eros, bizi ‘orijinal ve bütünlüklü kendimize’ kavuşturup yaramızı saran yüce hayırseverdir.’’ diye tamamladı.

Muhabbetin başından beri sessiz kalan Sokrates, belki de ‘erkek muhabeti bu, nereye gider bilinmez’ endişesiyle müdahil olma ihtiyacı hissetti:

İster dünyadaki tüm canlıları hareket ettiren panteistik güç, isterse avami ve asil iki karaktere sahip bir şizofren, isterse de bizim diğer kendimizi aramamıza yardım eden klavuz olsun Eros, açık ki basitçe bir tanrı değil diyen Sokrates argümanın çıtasını biraz daha yükseltir: ‘’Hatta tanrı bile değil. İlahi olan ile İnsani olan arasındaki bir konumda olan Eros’un doğasını bu kadar müphem yapan, çocuğu olduğu hamilelikte gizli.’’

Eros’un güzellik ve aşkın tanrıçası Afrodit’in doğum günü partisinde gerçekleşen bir cinsel birleşmenin meyvesi olduğunu açıklayan Sokrates, o esrarengiz geceyi bir magazin programı sunucusu havasında şöyle tasvir eder:

Partiye, davetsiz bir dilenci kılığında gelen yoksulluk tanrıçası Penia, gecenin ilerleyen saatlerinde adını unutacak kadar sarhoş olan zenginlik tanrısı Poros’u baştan çıkarır ve o geceki birleşmenin meyvesi aynı anda hem fani hem de ölümsüz Eros olur.

Bu ‘hem fani hem ezeli’den şunu anladım ki, aşk, biz onu ölümsüz sanarken aslında bir gün yok olup gitme potansiyelini içinde taşırken, yok olup gittiğinde ise aslında kalbin derinliklerinde yaşamaya devam eder. Schrödinger'in kedisi bir nevi…

Sempzoyum’a geri döneyim. Sokrates, tarihte aşka ‘yoksul kız zengin oğlan’ retoriğini ilk kazandıran haline geldiği söyleminin devamında, Penia ile Poros’un oğulları Eros’un büyüdükten sonra annesinin, sonsuz muhtaç, dağınık, yalın ayak ve evsizlik huyu ile, babasının cesaret, girişkenlik ve azmini aldığına işaret eder. Afrodit’in huzurunda gerçekleşen bir aşkın meyvesi olduğu için de güzelliğe düşkündür.

O’na göre Eros, insan ve tanrı arasındaki mahiyeti gereği, bir tür casus gibi, uyanık ya da uykuda olsun farketmez tanrılarla insan arasındaki bütün iletişime müdahil olur. İnsana ve tanrıya bakan bu ikircikli doğası, aşkı da açıklayan şeydir: İnsan kendinde olmayanı arzular.

Sokrates’in bu anlatımına rağmen mitolojide Eros ile ilgili en popüler mit, Eros’un aslında güzellik tanrıçası Afrodit (Venüs) ile savaş tanrısı Ares’in çocuğu olduğu yolunda. Yani boşuna ‘savaşma seviş’ demiyor olabiliriz.

Roma mitolojisi ise ‘Amor’ dediği Eros’u elinde yayı ve oklarıyla dolaşan şişmanca bir çocuk olarak tasvir eder. Güya, elinde iki tür oku vardır. Güvercin tüylü olanlar insan kalbinde ölümsüz aşkı, baykuş tüylü oklar ise ‘one night stand’i körükler.

Onu okla bunu okla, nereye kadar..? Eros da nihayetinde bir ‘can’ taşıyor ve sonunda bir kralın güzeller güzeli kızı Psyche’ye (canan) aşık olur. İkilinin, kaynana Afrodit’in elinde perişan dönemler yaşayan evliliklerinden Hedone (Zevk) dünyaya gelir.

Eski zaman sempozyumlarında ‘aşkın ve Eros’un öyküsü böyle şiirseldi. Günümüz sempozyumlarına katılacak olursanız size aşkın kaynağının hipofiz bezinin salgıladığı ‘oksitosin’ hormonu olduğu söylenecek. Peki ya ihanetin kaynağı? O da testosteron hormonu. Ya kalp kırıklığının sebebi? Endorfin ve seroton düzeyinin düşmesi. Böyle şiirsellikten uzak, böyle kepaze...