Otuz dört yıl önce bu hafta, 1990 Ocak ayı ortasında Berlin’deki artık müze olmuş binayı işgal eden binlerce Berlinli protestocu, birkaç hafta öncesine kadar bu binanın önünden yürümeyi bile akıllarına getiremezdi. On binlerce Berlinli, eski rejimin baskısının sembolü olan bu istihbarat binasını ve içeriğini yıkmak için değil, aksine korumak için binayı işgal ediyorlardı. Çünkü üç ay önce yıkılmaya başlamış duvarın altında kalmaması gereken gerçekler vardı bu binada…
7 Ekim 1989 sabahı, Doğu Berlin Karl Marx Bulvarı'na toplanan ülke liderleri ve kalabalıktan kimse sadece üç ay sonra Berlin’in böylesi bir işgale sahne olacağına ihtimal vermezdi. O Ekim sabahı, Sovyetler Birliği, 22 milyon kilometrekarelik alanı ile dünyanın en büyük coğrafyasına, 6 milyondan fazla askeri ile en büyük ordusuna ve dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sahip ülkesi olarak uyandığında her şey onlarca yıldır olduğu gibi rutin görünüyordu. Son yıllarda protestolar, muhalif hareketler çoğalsa da 21 sosyalist cumhuriyetin oluşturduğu bu birlik, Moskova’nın ve tek partinin egemenliğinde hâlâ oldukça disiplinli bir politik, ekonomik ve sosyal yapıya sahipti.
7 Ekim sabahı 40’ıncı yıldönümünü kutlayan Demokratik Almanya Cumhuriyeti (Doğu Almanya) ise, sonradan ABD Ulusal Güvenlik danışmanı da olacak Condoleezza Rice’a bile, sadece 10 ay önce, 1989 yılı ocak ayında yayınlanan bir akademik makalesinde, “Sovyetler Birliğinin en güçlü, en ayakta kalacak cumhuriyeti” cümlesini yazdıracak görüntüdeydi. Doğu Alman rejiminin, düşmanlarını bile ikna ettiği bu istikrar algısının en önemli nedeni ise, Devlet Güvenlik Bakanlığı, dünyada çok daha ünlenmiş kısa adıyla ‘Stasi’ydi.
Doğu Almanya’yı bütün dünyada ‘istihbarat devleti’ konseptinin avatarına dönüştüren bu gaddar bakanlık, bir istihbarat kurumundan çok fazlasıydı. Kendi mahkemeleri, kendi soruşturma savcıları, kendi gizli hapishaneleri hatta 11 bin askerden oluşan kendi ordusu bile vardı. Mensupları Stasi’yi, “Firma (Organizasyon)” diye anıyordu. Milletin Dinleme ve Gözetleme Firması… Tabii ki gerçekte milletin değildi, milleti dinleme ve gözetleme firmasıydı. Çünkü her otoriter devlet gibi Demokratik Almanya Cumhuriyeti de kendisine en büyük tehdit olarak kendi aydınlarını, kendi vatandaşlarını görüyordu.
Doğu Alman Cumhuriyeti'nin 1949’da ilanından kısa süre kurulan Stasi, daha 1953 yılında Hitler’in gizli polis (Gestapo) kadrosundan daha çok elemana sahip hale gelecekti. Sonraki her 10 yılda kadrosu iki katına çıkacaktı. 1989’a gelindiğinde 100 bin civarında resmi istihbarat görevlisi ve 1 milyondan fazla muhbiri olan dev bir istihbarat gücü olarak devletin içindeki devletti. Yani ülkedeki her 180 vatandaştan biri Stasi istihbarat görevlisi, her 100 vatandaştan ise en az üçü Stasi muhbiriydi. Ücret almayan gönüllü muhbirlerle bu sayı milyonlara ulaşıyordu. John Koehler’ın, “Stasi’nin anlatılmamış öyküsü” kitabına göre ise, gönüllülerle beraber yaklaşık 3 milyon Doğu Alman, muhbirlik yapıyordu.
‘Schild und Schwert der Partei (Partinin Zırhı ve Kılıcı)’ mottosunu kullanan Stasi’nin tek bir varlık amacı vardı: partiyi iktidarda tutmak. Bunun ülkeye ve halka nasıl ve neye mal olacağının hiçbir önemi yoktu.
Bütün bu devasa istihbarat ağını 1957’den beri yani yaklaşık 30 yıldır, aynı isim, Erich Mielke, yönetiyordu. Acımasızlığı ve rejime inanmışlığıyla öne çıkan bağnaz bir isimdi. Gençliğinde Stalin Moskova’sında eğitim alan Mielke, 1950’lerde tarım alanlarının kolektifleştirilmesi politikasının sert bir şekilde uygulanmasının mimarıydı. Bu politika, üç yıl içinde 1 milyonu aşkın Doğu Almanın, Batı Almanya’ya göç etmesine neden olacaktı. Birçok tarım ürünü üretilemez hale gelirken gıda üretimi keskin şekilde düşmeye başlayacaktı.
Sovyetlerin ekonomik desteği ile bu tarım nüfusunun kaçışı önceleri önemsenmedi. Sovyetizasyon derinleştikçe tarım nüfusunun yanı sıra eğitimli genç nüfus da Batı Almanya’ya göçmeye başladı. Doğu Alman rejiminin “Republikflucht” (cumhuriyet kaçkınları) adını verdiği ‘gidenler’ hakkındaki ilk Stasi raporları, “vatan hainlerinin”, “kapitalizm düşkünlerinin”, “itirazcıların” gitmesine atıfla bu kaçışı, bir tür “milli arınma” olarak görme eğilimindeydi. “Kötüler” ve “kompradorlar” gidiyor, yerli ve milli “iyiler” kalıyordu.
1987’de üniversite öğrencisi olarak geldiği Batı Berlin’de Doğu Almanya’dan kaçmış aydın kuşağı ile tanışan Avustralyalı gazeteci Anna Funder, o dönemde, “Nasıl bir ülke, en eğitimli en iyi yetişmiş insanlarının ülkeyi kitlesel terk edişine bu derece kayıtsız kalabilir?” diye sorguladığını hatırlıyor. Bu sorunun yanıtının, terk eden bu insanlarda saklı olduğu düşüncesiyle onların kişisel öykülerine merak salacak ve bu merakla 15 yıl sürecek araştırmalarını 2002 yılında “Stasiland (Stasistan)” adıyla kitaplaştıracaktı.
Doğu Alman rejimi, ülkenin bekasını derinden etkileyecek bir beyin göçü ve demografik kayıp yaşadığını fark etmeye başladığında çok geçti artık. Stasi’nin bu soruna karşı alelacele sarıldığı çözüm ise entelektüel derinliği olmayan her güvenlikçi mekanizmanın aklına gelecek ilk çözümdü ve ayaküstü akla gelen bütün çözümler gibi çok daha büyük sorunların yaratıcısı olacaktı. 1950’lerin sonunda Doğu Almanya ve Batı Almanya’yı ayıran sınır, dört tarafı Doğu Almanya toprağı olmasına rağmen yarısı Batı Almanya’nın diğer yarısı Doğu Almanya’nın kontrolünde kalan Berlin kenti hariç, tamamına tel örgüler çekilerek ve askeri karakollar kurularak kapatıldı.
Bu da Doğudan Batıya bütün göçü, Berlin’de yoğunlaştıracaktı. 1950’lerin sonuna gelindiğinde Batıya geçenlerin sayısı 3,5 milyonu aşmıştı. Doğu Almanya, o yıllarda Avrupa’da nüfusu her yıl azalan tek ülke haline gelmişti. Batı Berlin’de, sanatçılardan, sporculardan, düşünürlerden, doktorlardan, yazarlardan, aktivistlerden oluşan oldukça nitelikli bir Doğu Alman diasporası büyüdükçe büyüyecekti.
Doğu Almanya’nın güvenlikçi rejimi için o günlerde asıl rahatsızlık kaynağı ise kalıcı olarak Batıya yerleşenler değil, gidip gelenlerdi. Çünkü bu kişiler, Batı Berlin’de gördükleri yaşamı anlatıyor, resmi propagandanın bütün büyüsünü bozuyorlardı.
Rejim, yine aklına gelen ilk çözüme yöneldi. 12-13 Ağustos 1961 gecesi, Berlin’de tel örgüler çekilerek bariyerler kuruldu ve geçişler yasaklandı. 10 yıl kadar önce resmen ikiye bölünmüş şehir artık fiilen de ikiye bölündü. Bir hafta sonra da dönemin bir Batılı diplomatının, ‘başarısızlığı itiraf anıtı’ şeklinde niteleyeceği Berlin Duvarının inşası başladı. O günlere kadar Batıya izin almadan geçmenin en kolay yer olduğu Berlin, Batıya geçmenin en zor ve hatta izinsiz geçişin en ölümcül olduğu yer haline gelecekti. “Republikflucht”, yani Doğu Almanya’dan gitmek istemek ise artık ‘vatana ihanet’ suçuydu.
Doğu Alman rejimi duvarı, Batı kapitalizminin yozluğunun ve eşitsizliğinin Sosyalist Almanya’ya bulaşmasını engellemek ve böylece halkı korumak için inşa ettiğini savunuyordu. Gerçekteyse duvarın tek amacı, Doğu Alman vatandaşlarının, Doğu Almanya’dan çıkışını engellemekti.
Aniden yükselen duvar, sadece hemşehrileri değil, akrabaları ve hatta aileleri de parçaladı. Örneğin, “Kalbimi İkiye Bölen Duvar” adlı kitabıyla trajik öyküsünü paylaşan Sigrid Paul’un başına gelenler…
Duvar inşa edilmeden birkaç ay önce sorunlu bir doğumla dünyaya geldiği için yaşamsal sağlık sorunları yaşayan oğlunu, tedavi imkânı olan tek yere Batı Berlin’deki hastaneye yatıran Sigrid Paul, duvardan sonra kendisine çıkış izni, bebeğine de giriş izni verilmeyince çocuğunun ilk beş yılında onu göremeyecekti. Annelik güdüsüyle Batı Berlin’e kaçma çabaları nedeniyle kocası ile beraber tutuklanacak altı ayı tamamen tecritte olmak üzere iki yıl hapis yatacaktı. Kendisine, kaçmalarına yardım edecek öğrencilerin isimlerini vermesi aksi halde oğlunu bir daha göremeyeceği tehdidine rağmen direnmenin bedelini ağır şekilde ödeyecekti. Batı Almanya’nın ödediği fidye ile hapisten çıkıp, ülkeye dönüşüne izin verilen oğlunu ilk kez beş yaşındayken gördüğünde çocuğu, bu kadının kim olduğu hakkında en ufak bir fikre bile sahip değildi. 1992’de kamuoyuna açılacak istihbarat arşivi, Stasi’nin sonraki yıllarda oğluna annesi hakkında muhbirlik teklifinde bulunduğunu ortaya koyacaktı.
Sovyetlerin, Kruşçev döneminde Stalin yöntemlerinden uzaklaşma eğilimine girdiği 1950’lerde Stasi, işkence, kaybettirme, çalışma kamplarına yollama, infaz gibi kaba Stalinist yöntemler kullanmaya devam etti. Örneğin resmen varlığı kabul edilmeyen, buraya atılan kurbanlar dışında pek kimsenin görmediği gizli hapishaneleri vardı. Stasi’nin binlerce kişinin tecrit odalarında yıllarca işkence gördüğü ana hapishanesi Hohenschönhausen’in varlığı ancak iki Almanya birleştikten sonra resmen kabul edilecekti. 1989’a kadar Berlin şehir haritalarında bile hapishanenin olduğu yer boş arazi olarak gösteriliyordu.
1961’de Berlin Duvarı’nın da inşasıyla Doğu Almanya’nın kendisi de yaklaşık 17 milyon Alman için, Stasi rejiminde yaşama mahkûm oldukları bir hapishaneye dönüşmüştü. Normalde seyahatin serbest olduğu Çekoslovakya gibi komünist ülkelere bile, oradan Macaristan üzerinden Batı Almanya’ya kaçma olasılığı nedeniyle, ancak ‘çıkış vizesi’ ile seyahat kısıtlaması getirilmişti.
Yıllar geçtikçe parti yönetiminde, bütün bu zorbalıkların hem rejimin küresel imajını hem ekonomik çıkarlarını hem de toplumdaki saygınlığını yok ettiğini görenlerin sayısı arttı. Üstelik bu zorbalıklar “dış güç işbirlikçisi hainlerin” yani muhalefetin kökünü kazımak bir yana toplumda sürekli muhalif üreten bir faktöre dönüşmüştü. İdeolojik sebeplerle Batı Almanya’dan Doğu Almanya’ya göçmüş komünistler bile, memleketlerine kaçak yollardan geri dönmenin yollarını arıyordu.
Kendi vatandaşlarının Batı Almanya’daki akrabalarıyla bile ilişkisini kesmeye çalışan Doğu Almanya, trajikomik şekilde, yaşadığı ekonomik bunalım nedeniyle Batı Alman devletiyle ilişkilerini geliştirme peşindeydi. 1969’da Batı Almanya’nın ilk solcu şansölyesi olan Batı Alman Başbakanı Willy Brandt’ın Doğu Almanya ile dostane ilişkiler kurma isteği önemli bir fırsat yaratacaktı. Şansölye Brandt, bu çabalarından dolayı Nobel Barış Ödülü ile ödüllendirilecekti. Doğu Almanya, Batı Almanya’nın kredi vermek için ‘temel insan hakları’ anlaşması imzalanması şartını kabul etmek zorunda kalacak ve 1972’de bu anlaşma imzalanacaktı. Bunun sonucu olarak 1973 yılında Doğu Alman cumhuriyeti de BM’ye tam üye olarak kabul edilmiş ve böylece bölünme, uluslararası toplumda resmileşmişti. Bu uluslararası tanınma, Doğu Almanya için diplomatik bir zaferdi.
Yine Doğu Almanya, Avrupa’nın Doğu ve Batı bloklarını ilk kez bir araya getiren Helsinki Nihai Senedi’ni diğer Varşova Paktı ülkeleriyle beraber 1975 yılında imzalayacaktı. Helsinki Nihai Senedi, Sovyetlerin ve Doğu Bloku’nun egemenliğinin Batı ülkelerince ilk kez resmen tanınması nedeniyle önceleri komünist bloğun zaferi gibi görülecekti. Ancak, yıllar sonra geriye dönüp bakıldığında, seyahat ve ifade özgürlüğünü, “vatandaşlık ve insan hakkı” olarak tanımasıyla uzun vadeli asıl sosyo-politik dönüştürücü etkisini komünist ülkelerde gösterdiği anlaşılacaktı.
1970’lerin başında art arda meydana gelen bu gelişmeler Stasi’yi, 1970’lerin ortasından itibaren Stalinist kaba zorbalıkları en azından görünüşte terk etmeye mecbur etti. Stasi, bunun yerine, ‘zersetzung’ diye isimlendirdiği çok daha sofistike ve aynı ölçüde gaddarca bir psikolojik harp yöntemi izlemeye yönelecekti.
‘Zersetzung’ yaklaşık çeviri olarak ‘bioyıkım’ demek. Alman askeri literatüründe, öldürmenin hüsnütabiri olan ‘etkisiz hale getirme’ konseptini ifade etmek için kullanılıyordu. Hedefi parçalarına ayırma, bozma, canlılık belirtisi gösteremeyecek hale getirmek… Stasi ise, hedef kişiyi, sosyo-psikolojik olarak felç etme etme anlamında kullanıyordu. Kişiyi çözeltmek… Buna bazen ‘fişini çekme’ de diyorlardı. Bunu bazen hedef kişiye göstere göstere ama çoğu zaman hedef kişi de dahil toplumda kimsenin haberi olmadan yapıyorlardı.
Örneğin 1970’ler Doğu Almanya'sının en popüler rock müzik starı Klaus Renft’in başına gelenler... İsyan ve umut içeren şarkılar yapmakta ısrar eden Renft’in Klaus Renft Combo adlı grubu 1975 yılında yasaklanacaktı. Kültür Bakanlığı yetkilisi Renft’e, “yanlış anlamayın sadece yasaklanıyor değilsiniz, devlet artık var olmadığınıza karar verdi” diye tebliğ edecekti kararı. O günden sonra, her yerden isimleri silindi. Şarkıları radyolarda ve hiçbir yerde çalınmadı. Doğu Almanya’daki tek plak şirketi olan AMIGA’dan çıkmış bütün plakları tek bir gecede bütün müzik dükkanlarından kayboldu. AMIGA, bütün müzik kataloğunu, ülkenin en ünlü müzik yıldızı Renft’in hiç yer almadığı ve ondan hiç söz etmeyen bir şekilde yeniden basmak zorunda kaldı. Rejim ise grubun dağıldığı için artık görünmediği dedikodusu yaydı.
Stasi’nin kendi elemanlarını yetiştirdiği üniversitesinde (Devlet Güvenlik Bakanlığı Hukuk Fakültesi) personelini, psikolojik operasyonlar dersinde özel olarak eğittiği Zersetzung yönteminin amacı, hedef kişinin, çoğu örnekte ona bile fark ettirmeden, kişisel yaşamını, özel yaşantısını, özgüvenini, psikolojisini, kariyerini, kişisel ekonomisini veya toplumdaki saygınlığını alt üst edip, muhalefet etmeye, politik konularla, toplumsal sorunlarla ilgilenmeye, aktivizme mecali kalmaz hale getirmekti. Bunun için hedef kişi hakkında dosyalanmış kişisel bilgilerin ışığında, itibarsızlaştırmadan, siyasi olmayan itibar bozucu bir suça (taciz, uyuşturucu, rüşvet, yolsuzluk vs) bulaştırmaya, kariyerinin önünü tıkamaktan, karısıyla, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla kavgalı hale getirmeye kadar çok çeşitli yollar kullanılıyordu.
Örneğin, yazdığı muhalif şarkılarla hedef haline gelen Wolf Biermann’a, Stasi’nin defalarca yaşı küçük kızlar gönderilerek baştan çıkarmaya ve suçüstü yaparak ‘çocuk tacizcisi’ olarak topluma sunup şarkılarının etkisini yok etmeye çalıştığı yıllar sonra Stasi arşivleri ortaya çıktığında anlaşılacaktı. Yine örneğin, ilişkisini bozarak özel hayatını ve duygu dünyasını alt üst etmek istedikleri hedef kişinin adına posta kutusuna porno dergiler, erotik içerikli mektuplar bırakıyorlardı. Hedef kişinin iş bulmasını, çalışıyorsa kariyer yapmasını ona fark ettirmeden engelliyorlardı.
Yani bütün bu istihbarat faaliyetinin amacı hedef kişi hakkında delil toplayıp tutuklanmasını sağlamak değildi. Tutuklama en son çareydi. Bunun yerine, ‘operasyonel süreç’ denilen zersetsung faaliyetiyle, hedefin kişisel hayatı, ona bile hissettirilmeden felç edilerek, ‘psikolojik istikrarsızlaştırmaya’ maruz bırakılarak hareket edemez hale getiriliyordu.
Stasi, ‘zersetzung’ operasyonlarında, günümüzde, 1944 yılında gösterime girmiş ‘Gaslight (Gaz Lambası)’ adlı filmin adından esinlenerek ‘gasligthing’ şeklinde ifade edilen psikolojik manipülasyon yöntemini de bunun daha psikoloji biliminde bile üzerinde çok konuşulmadığı dönemde etkin şekilde kullanıyordu. ‘Gaslighting, bir kişi veya toplumun psikolojisini manipüle ederek, kendi akıbet, algı, ruh sağlığı ve özgüvenleri hakkında derin şüpheye düşürüp, manipülatör karşısında pasif, bağımlı veya sadık hale getirmeyi ifade ediyor. Bir evlilik içinde koca veya bir ülkede devlet gücü şiddetini, üstünlüğünü bu şekilde meşrulaştırıp karısını veya halkını kendisine bağımlı hale getirebiliyor. Kadın, gerçekte şiddet görmediğini, akıl sağlığının, kendi ruhsal bunalımlarının kendisini eşi hakkında bu tür algılara yönlendirdiği veya en azından bu kötü muameleyi hak ettiği vehmine kapılıyor örneğin.
Hedef kişinin kendisinden şüphelenmesini ve mental sağlığını yok etmeyi amaçlayan Stasi görevlileri, örneğin, kişinin evine her gün gizlice girip, belirgin eşya ve mobilyalarının yerlerini değiştirip, iz bırakmadan çıkıyorlardı. Alarmlı ev saatlerindeki alarm saatini değiştiriyorlardı. Ya da çay kutusundaki çay poşetlerini, başka tür çay poşetleriyle değiştiriyorlardı. Mevcut meyve reçelini alıp yerine başka meyvenin reçelini koyuyorlardı. Dolabından bir elbise eksiltiyorlardı. Veya mental yorgunluk vermek için bisikletinin teker havasını aralıksız her gün indiriyorlardı. Doktorlar aracılığı ile yanlış tedavi uygulatıyorlardı. Bir operasyona bile maruz kaldığının farkında olmadan ruh sağlığını, sosyal düzenini, işini kaybeden hedeflerden intihar edenler bile çıkacaktı.
Stasi ajanları, bir tanrı gibi, görünmeden, fark edilmeden, kurbanlarının kaderini belirliyordu. Ve ülkenin muhalifler de dahil çok büyük çoğunluğu, Stasi’nin böyle bir faaliyeti olduğundan haberdar bile değildi.
Stasi, herkesin ne düşündüğünü, daha o kişiler bu düşüncelerini eyleme dökmeden öğrenmek istiyordu. Herkes hakkında her bilgi kaydediliyordu. Akıl almaz detaylara kadar… Örneğin, potansiyel muhaliflerin veya baş ağrıtma potansiyeli olan hedeflerin kokusunun bile toplanarak kavanozlarda saklandığı Stasi yıkılınca ortaya çıkacaktı. Bir protesto gösterisini organize eden broşürlere sinmiş kokular köpeklere koklatılarak, arşivdeki kokulardan, organizatör tespit edilmeye çalışılıyordu örneğin. Stasi’nin çılgın departmanlarından biri ise çöp departmanıydı. Ülkedeki bütün etkili, yetkili kişiler veya potansiyel muhaliflerin çöplerini, ‘Batı Almanya veya Batı Avrupa ürünü çöp var mı?’ diye gizlice kontrol eden bir birimdi. Yine, evinden çıkan çöplerden hedefin özel yaşamına veya kişiliğine dair analizler yapılıyordu.
Tabii ki, ‘zersetzung’ operasyon süreci hedef hakkında önceden çok fazla kişisel ve özel bilgi varsa daha başarılı sonuç elde ediyordu. Bunun için de tarihin en büyük fişleme çalışmalarından biri yürütülüyordu ve nüfusa oranla tarihin en büyük muhbir ağlarından biri kurulacaktı.
Muhbir vatandaşlar ülkesi
Ve nihayetinde, sadece, en yakınları da dahil birilerini devlete raporlayanların, birileri hakkında Stasi’ye muhbirlik yapanların ‘makbul vatandaş’ sayıldığı bir toplumsal düzen oluştu. Mahalleler, komşusunun “birkaç gün evde yokuz, çiçeklerimizi sular mısınız?” ricasından hareketle veya komşusunun evinden gelen kokuyu Batı Almanya’da daha popüler bir puding kokusuna benzettiği için komşusunu ihbar edenlerle doldu. Herhangi bir kişinin işini kaybetmesine ve damgalanmasına böylesi tek bir ihbar yetiyordu.
Bunun doğal sonucu olarak da işyerleri, mahalleler, kahvehaneler, barlar, mabetler, eğitim kurumları, köyler, spor kulüpleri ve hatta iktidarın sahibi Komünist Partinin içi bile muhbir kaynar hale geldi. Örneğin, gazeteci Hanns Leske’nin Stasi şefi Erich Mielke hakkındaki kitabından öğrendiğimize göre, Doğu Alman milli takımının en az üç teknik direktörü, birçok futbolcusu ve ligdeki hakemlerin çoğu Stasi muhbiriydi.
Bu çılgınlığın doğal sonucu olarak toplumsal yaşam, ihbarcılık nedeniyle, kimsenin kimseye güvenemediği korkunç bir sosyal cehenneme dönüştü. Bu Stasi’nin ve güvenlikçi kafanın arzuladığı sonuçtu. Çünkü, komşunun komşuya, arkadaşın arkadaşa, meslektaşın meslektaşa, akrabanın akrabaya güvenmediği sosyal cehennemler, otoriter rejimlerin ve diktatörlerin cennetidir.
Bir tür ulusal intihar girişimidir tabii ki bu nihilist politika…
Öncelikle başarılı insanların, onları çekemeyen kifayetsiz rakiplerince basit ihbarlarla alaşağı edilerek, sadece kifayetsizlerin ve haysiyetsizlerin yükselebildiği bir düzen inşa ederek, başarısızlığa mahkûm bir devlet, politika ve ekonomi düzeni oluşturur. Daha da önemlisi, toplumu bu şekilde gözetim altına alıp, herkesi herkese güvensiz kılmak, birlik duygusuna sahip bir toplum yaratmak bir yana, toplum diye bir şey oluşmasını bile imkânsız kılar. Sivil toplumu olmayan bir devletin ise gerçek bir devlet olarak yaşaması olanaksızdır.
İki Almanya birleştikten sonra 1992’de herkese, kendisi hakkındaki Stasi dosyalarını görme inceleme hakkı verildiğinde ise Stasi’nin muhbir ağının sanıldığından bile korkunç boyutlarda olduğu ortaya çıkacaktı.
Örneğin, Doğu Alman rejiminin en önde gelen bazı muhaliflerinin bile Stasi’ye çalıştığı ifşa olacaktı. Mesela, 1990 başında Doğu Almanya’da komünist yönetimi devirecek barışçıl devrimin lideri ve serbest seçimle gelen ilk Başbakanı olmasına ramak kalmış muhalif parti lideri İbrahim Böhme’nin 60’lı yıllardan beri Stasi’ye muhbirlik yaptığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kalacaktı.
Alman Yeşiller Partisinin liderlerinden ve 1990’ların başında oluşturulan Stasi’nin Suçlarını Ortaya Çıkarma Komisyonu’nu üyelerinden tarihçi Hubertus Knabe de Stasi’nin cürümlerini anlattığı bir TED konuşmasında eski bir Stasi yetkilisi ile bu minvalde bir diyalogunu paylaşıyor.
“Bana muhbir gönderseydiniz hemen anlayacak kadar tanıyordum sizi” şeklinde iddialı cümle sarf ettiğinde Stasi yetkilisi, “Sana kimseyi göndermedik. Çünkü etrafındaki insanlardan muhbir devşirdik” karşılığı vermiş. Knabe, açılan arşivlerden, yıllarca onun bütün faaliyetlerini Stasi’ye raporlayanların en güvendiği iki arkadaşı olduğunu öğrenecekti.
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra 1992’de çıkarılan yasayla Stasi Arşivindeki dosyalarına bireysel erişim hakkı verilmesi, Knabe’nin öyküsünden çok daha şok edici öyküleri gözler önüne serecekti.
Örneğin muhalif lider Vera Lengsfeld, kendisini takip edip her şeyini Stasi’ye raporlayan muhbirin, kocası olduğunu öğrenecekti.
Tarihçi ve insan hakları savunucusu Peter Keup’un başına gelenler de bu dehşet verici öykülerden biriydi. Batı Almanya’da yaşarken, “işçi ve çiftçi dostu ülkede yaşayacağız” diyerek Doğu Almanya’ya göç eden komünist bir çiftin çocuğuydu. Anne ve babası, 1960’ların sonunda, işçi ve çiftçiler umurunda bile olmayan totaliter bir diktatörlükte yaşadıkları gerçeğini kabullenip, çıkış vizesine müracaat edince bütün ailenin damgalandığı ve sosyo-ekonomik ölüme mahkûm edilecekleri dönem başlayacaktı. Peter Keup, 22 yaşında Macaristan üzerinden Batıya kaçmak isterken yakalanıp günlerce işkence gördükten sonra 10 ay boyunca hücreye kapatılacaktı. Ta ki Batı Almanya’nın ödediği 100 bin mark fidye ile serbest bırakılıp, Batıya gitmesine izin verilinceye kadar. Batı Almanya’dan aldığı bu tür fidyeler Doğu Alman rejimi için önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. “Sorunlu” bir muhaliften alabildikleri her bilgiyi aldıktan sonra, toplumun içine değil, Batı Almanya’ya göndermeyi kendileri açısından daha yararlı görüyorlardı.
Peter Keup, 2012 yılında birinci dereceden aile yakınlarının da Stasi raporlarına bakma hakkı verilip de 1993 yılında ölen ağabeyinin Stasi raporlarına erişim sağladığında hayatının şokunu yaşayacaktı. Beraber büyüdüğü ağabeyi, bir Stasi muhbiriydi. Ve daha da korkuncu, kendisinin her şeyini Stasi’ye raporlayan kişi de abisiydi. Bugün, Doğu Alman rejiminin elinde 10 ay işkence gördüğü eski Cottbus Hapishanesini merkez olarak kullanan bir insan hakları merkezinde, eskiden tecrit hücresi olarak kullanılan ofiste çalışan Keup, iki yıl önce The Guardian gazetesine verdiği demeçte bu acı gerçeğin travmatik etkisinden bahsederken, “Son yıllarda, Doğu Almanya’da yaşamış herkesi Stasi muhbiri sanan paranoyak bir insana dönüşmemek için oldukça büyük çaba harcamak zorunda kalıyorum” şeklinde konuşuyor.
Batıya kaçma planları nedeniyle, yaklaşık 3 yıl Stasi zindanlarında hapis kalan Gerd Keil adındaki Doğu Berlinli de Stasi’nin nasıl olup da ailesi dışında kimsenin bilmediği konuşma ve planlarını bildiğini ancak 1994 yılında yaptığı inceleme başvurusuyla öğrenecekti. Onun her adımı hakkında Stasi’yi bilgilendiren 10 muhbir arasında babası ve kardeşi de vardı. Bugün 58 yaşında olan Keil, hâlâ bodrum katlarına inmekten veya metal kapı sesleri duymaktan korkuyor. 2006 yılında başarısız olacağı bir intihar girişiminde bulunacaktı.
Almanya, birleşmeden on yıllar sonra bugün bile her gün yenisi ortaya çıkan Stasi skandallarıyla şaşkınlık yaşamaya devam ediyor. Almanya’nın birleşmesinden sonra 90’lar boyunca sol politikanın yükselen yıldızlarından biri olan sosyal demokrat milletvekili Angela Marquardt’ın politik kariyeri, 2002 yılında, daha 15 yaşından itibaren Stasi muhbiri olduğunu ortaya çıkınca duvara çarpacaktı. Marquardt’ın daha ergenlik çağında, lisedeki arkadaşlarını fişleyerek muhbirliğe başlamasının nedeni ise neredeyse bütün aile ve sosyal çevresinin Stasi ajan ve muhbirlerinden oluşmasıydı.
Bugün bir Sosyal Demokrat düşünce kuruluşunda çalışan Marquardt, 2015 yılında yayınladığı “Vater, Mutter, Stasi (Baba, Anne, Stasi)” başlıklı kitabıyla, neden ve nasıl muhbirleştirildiğinin öyküsünü paylaşarak günah çıkartacaktı. Bir gazetecinin “kendinizi, mücrim olarak mı kurban olarak mı görüyorsunuz?” sorusuna Marquardt, “etki altında kalmış kişi olarak görüyorum” yanıtı verecekti. Ülkeyi, vatan haini düşmanlara koruduğuna inandırılmıştı o genç yaşında. Stasi ağının dışında kalan herkes düşmandı. Ülke nüfusunun büyük bölümü düşman veya potansiyel düşmanlardan oluşuyordu. Marquardt gibi daha çocuk denilecek yaşlarda muhbirleştirilmiş bir kuşak bugün “Stasi çocukları” diye anılıyor. Sayılarının 10 bin olduğu tahmin ediliyor.
Fişleme, bir devlet için, kapağı az biraz aralandıktan sonra kötülüğünü herkese bulaştırmadan kapatılması imkânsız bir pandora kutusudur. Onu ülkeler, milletler için öldürücü bir kapan yapan da bu özelliğidir. Stasi’nin fişlemeleri sadece muhalifleri ve potansiyel muhalifleri kapsamıyordu. Komünist Parti yöneticileri de Stasi’nin, kendilerini bile fişleyip haklarında dosyalar hazırladığını, Stasi lağvedildikten sonra öğrenecekti.
Stasi arşivinin kurtarılabilen kısmı, Doğu Alman vatandaşlarının en az üçte birinden fazlasının Stasi tarafından fişlendiğini gösteriyor. Fişlemede kaydedilen açıklar, her zaman pasif bir bilgilenme ürünü değildi. Örneğin pornografik ve erotik film ve dergilerin yasak olduğu Doğu Almanya Cumhuriyetinde Stasi’nin kendi illegal porno film şirketi olduğu Doğu Almanya çöktükten sonra ortaya çıkacaktı. Kadın ve erkek Stasi memurlarının rol aldığı en az 12 porno film çekildiği ve bu filmlerin gizli gösterimine Komünist Parti'nin ve bürokrasinin elit kadrolarının katıldığı anlaşılıyordu. Ve tabii ki Stasi, partinin tüm bu porno film izleme seanslarına katılan elit kadrolarını şantaj malzemesi olarak fişlemiş, lazım olduğunda kullanmak üzere raflarına kaldırmıştı.
İşte ironik olarak bütün bu muazzam istihbarat gücü ve baskısından ötürü, Doğu Alman yönetimi, 40’ncı yılını kutladığı o serin sonbahar sabahı son kutlamasını yaptığını düşünebilecek hiçbir öngörü mekanizmasına sahip değildi. Rejim ve liderlik, 40 yıldır olduğu gibi o sabah da sadece duymak istediklerini duyuyor, sadece görmek istediklerini görüyor, sadece bilmek istediklerini biliyordu. Toplumunun çok ezici çoğunluğu da rejimi hararetle destekleyen, en azından öyle bir görüntü veren insanlardan oluşuyordu. Her gazete haberi, her bürokratik rapor, her akademik çalışma, her mahalli parti teşkilatı açıklaması, her toplu taşıma aracı sohbeti o gün de liderin, rejimin, ekonominin başarısını gücünü öven beyanlarla doluydu. “Dış güçlerin içeriden ve dışarıdan bütün senaryolarına, komplolarına, saldırılarına, algı operasyonlarına rağmen ülke dimdik ayaktaydı”.
Ülkeyi 1971 yılından beri Parti Genel Sekreteri, 1976 yılından beri ise devlet konseyi başkanı olarak demir yumrukla yöneten Erich Honecker, daha 10 ay önce, 20 Ocak 1989 günü, “Berlin Duvarı en az yüz yıl daha ayakta kalacak. Kimsenin gücü bu duvarı yıkmaya yetmez!” meydan okumasında bulunduğunda, duvarın Batı yakasında bile bundan pek fazla şüphe duyan yoktu.
7 Ekim 1949 sabahı Karl Marx Bulvarındaki görkemli 40’ncı yıl kutlamalarında Erich Honecker’ın konukları arasında Filistin lideri Yasir Arafat’tan 35 yıldır Bulgaristan’ı yöneten Todor Jivkov’a, 24 yıldır Romanya’yı yöneten Nikola Çavuşesku’dan Nikaragua devlet başkanı Daniel Ortega’ya kadar oldukça kalabalık bir sosyalist lider grubu vardı. En önemli konuk ise hiç şüphesiz Mihail Gorbaçov’du.
Gorbaçov’un 4 yıl önce 1985 yılında, henüz 54 yaşında Sovyetlerin lideri olması herkesi şaşırtmıştı. Bu kadar genç bir lider, Sovyet sisteminin alışıldık kariyer düzenine uymuyordu.
Gorbaçov’dan önceki üç lider birer yıl arayla yaşlılık ve hastalıktan ölmüşlerdi. 1983 yılında ölen Brejnev’in yerine Sovyet lideri olan Yuri Andropov bir yıl sonra 1984’te ölmüş, onun halefi Çernenko ise 13 ay sonra 1985 yılında ölmüştü. Sovyetleri yöneten en üst karar organı olan Politbüro’nun yaş ortalaması 70’in üzerindeydi.
Gorbaçov’un, kendi deyimi ile “Sovyet ekonomisindeki durağanlık çağını bitirmek” amacıyla başlattığı ve Sovyetler Birliğini “daha zengin, daha güçlü, daha gelişmiş” yapma iddialı Perestroika (yeniden yapılanma) programı, Sosyalist Blokta tarihi bir kırılmaya neden olmuştu.
Gorbaçov, diğer stratejik programını ise ‘glasnost (açıklık)’ politikası olarak ifade ediyordu. Bu politikanın amacı da Sovyetler Birliğindeki gerçek ekonomik manzara konusunda şeffaflıktı. Sovyet haklarının tek haber kaynağı olan Pravdave Izvestiya gazeteleri, rejimin kusursuz işlediği, ülkede hiçbir sorun olmadığı, her türlü başarısızlık, toplumsal rahatsızlık ve karışıklığın devrim düşmanı kapitalist dış güçlerin ve onların içerideki işbirlikçisi muhalefetin eseri olduğunu savunan iki propaganda bülteninden başka bir şey değildi.
Bu iki propaganda bülteninin, ‘Gerçek’ ve ‘Haber’ anlamına gelen adlara sahip olması da artık Orwellian bir ironi gibiydi. O dönemde dinleyicilerinden gelen sorulara verdiği yanıtlarıyla Sovyet muhalif mizahının önemli kaynaklardan birine dönüşen Erivan Radyosu'nun, “Neden aynı parti iki ayrı gazete yayınlama ihtiyacı duyar ki?” sorusuna verdiği “Çünkü, Pravda (Gerçek) gazetesinde ‘haberler’, Izvestiya (Haber) gazetesinde gerçekler yer almıyor” yanıtının unutulmazlar arasına girmesinin nedeni buydu.
Gorbaçov, devletteki ve ekonomideki hantallığın temel nedeninin, kimsenin eleştiride, itirazda bulunamaması, devletin hatalarını raporlaştıramaması, dolayısıyla da ülkenin gerçek manzarasının ortaya çıkmaması olduğunun farkındaydı. Basın özgürlüğüne inandığı için değil şeffaflık olmadan yeniden yapılanma programının başarılı olamayacağının farkında olduğu için açıklık politikasına yönelmişti.
Doğu Almanya’nın muhafazakâr lideri Honecker ise Gorbaçov’un ‘açıklık’ ve ‘yeniden yapılanma’ programlarına en fazla direnen dört Doğu Bloku liderinden biriydi. 1998’de Gorbaçov’a, tarihin bir dönemine saplanıp kalmış tipik bir muhafazakâr zihinle, “Biz yeniden yapılanmamızı 1917’de bitirmişiz zaten, yeniden yapılandıracak hiçbir şeyimiz yok” diyerek rest çekince ikilinin arasında soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştı. Gorbaçov, Honecker’ın yanı sıra, Bulgar lideri Tudor Jivkov, Romen lider Çavuşesku ile Çekoslovakya lideri Gustáv Husák’ın olduğu bu muhafazakâr lider grubunu ‘dörtlü çete’ diye anmaya başlayacaktı.
Sovyet ülkeleri üzerindeki dizginleri gevşetmesi nedeniyle Moskova’da pek sevilmeyen Gorbaçov, Doğu Alman halkı içinse diğer bütün Doğu Avrupalılar gibi bir kahramandı. 7 Ekim’deki törenden sonra Doğu Berlin sokaklarında kendisini selamlayan halkın arasına rahatlıkla karışacaktı ki ülkenin lideri Honecker’ın asla yapamayacağı bir şeydi bu. Doğu Alman halkı, Glasnost’un artık Doğu Almanya’da da uygulanmasını istiyordu. O şehir turu sırasında gazetecilerin “değişimi” sorduğu Gorbaçov, “Zamanı yakalamanın çok önemli olduğuna inanıyorum. Dünyanın gerçeklerinden kopup hayallerde yaşamanın büyük tehlike barındırdığına inanıyorum. Eğer gerçek dünyanın ve toplumun akışına aykırı hareket etmiyorsanız, önünüze çıkabilecek sorunlardan korkmanıza da gerek yok” yanıtı verecekti.
“Yaşam, geç kalanı cezalandırır”
Doğu Almanya’nın lideri Erich Honecker, resmî açıklamalar dışında her bilginin, haberin, yorumun, ifadenin, “algı operasyonu” veya “ülke düşmanlığı” sayıldığı bu baskıcı ortamda, kendi propaganda makinesinin uydurduklarına kendisi de inanmış olarak her türlü realiteden kopmuştu. Her katıldığı toplantıda ve resmi mitinglerde gördüğü alkışlara bakarak, kendisinin ve rejimin halk tarafından gerçekten çok sevildiğini sanıyordu. Bütün parti ve devlet yetkililerinin önünde “el pençe divan” durmalarında şahsına ölümüne bir sadakat gördüğü gibi... Sonsuza kadar ayakta kalacak görünen bu sarsılmaz düzende bir reforma, açılıma da ihtiyaç bulunmadığına inanıyordu.
Gorbaçov, 6 Ekim 1989 günü Berlin’e geldiğinde onuruna verilen yemekte Honecker, ona da Doğu Almanya Cumhuriyeti ekonomisinin nasıl başarılı olduğunu anlatacaktı. Ancak Gorbaçov, ülkenin aslında ekonomik olarak iflas ettiğini ve Batı Almanya’dan aldığı milyarlarca marklık krediyle ekonomisini zar zor ayakta tutabildiğini biliyordu. Çok tartışmak istemediği Honecker’a geç kalmış reformun reformu yapanlara bir faydası olmayacağı gerçeğini hatırlatacak ve “Geç kalanı, yaşam cezalandırır” diye konuşacaktı.
Sadece günler sonra, kendi iktidarının gerçeğiyle ilk yüzleştiğinde Honecker için artık çok geçti. 17 Ekim 1989 gecesi yani 40’ıncı yıl kutlamasından sadece 10 gün sonra, partinin Merkez Komite toplantısı sonunda, Honecker, rutin hale getirdiği, “başka bir gündem teklifi var mı?” sorusunu sordu. Başbakan Willi Stoph, söz alarak “İzninizle tartışma gündemine yeni bir madde eklemek istiyorum. Yoldaş Erich Honecker’ın genel sekreterlik görevinden alınarak yerine Egon Krenz’in seçilmesini teklif ediyorum” dedi. Bu başbakanın bireysel bir teklifi değildi, politbüronun planlı teklifiydi. Uzun süredir yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle Honecker için yıllardır ‘biyolojik çözüm’ bekleyen politbüro heyeti, sistemin artık yaşamsal bir sürece girdiğini gördükleri için ‘politik’ çözüme yönelmişti.
Oluşan buz gibi havaya rağmen kendinden son derece emin Honecker biraz düşündükten sonra, “Teklifi tartışmaya açıyorum” karşılığı verdi. Ve o dakikadan itibaren gerçeklerin denizinde boğulmamaya çalışırken buldu kendini. Yıllardır kendisini öve öve bitirmeyen kadrosunda meğer onun bu övgüleri hak ettiğine inanan tek bir kişi bile yoktu. Söz alan herkes teklif lehine oy belirtiyordu. Honecker’ın çocukluk arkadaşı Günter Mittag bile Honecker’ın azlinden yana oy kullanmıştı.
Ve yıllardır Honecker’ı koruyan Stasi’nin başındaki Erich Mielke bile teklif lehine açıklama yaptı. Honecker en büyük şoku yaşıyordu. Çünkü Mielke ile birlikte daha birkaç gün önce, ülkede her geçen gün artan huzursuzluğu sona erdirmek için ‘Plan X’ adını verdikleri, muhalif ve potansiyel muhalif yarım milyondan fazla kişiyi toplama kampı türü hapishanelere dolduracakları planı hazırlamışlardı.
Toplantı odasındaki politbüro üyelerinin tek endişesi, Honecker’ın yan salonda bulunan korumalarınca tutuklanmalarıydı. Mielke bu olasılığa karşı toplantı binasının yakın çevresini Stasi ajanlarıyla doldurmuştu. Bir de kişisel ikna silahı getirmişti yanında.
Honnecker’ın herkesi izleyip açıklarını bulup fişleme dosyası hazırlamakla görevlendirdiği Stasi’nin, meğer sevgili lider hakkında da oldukça kalın bir dosyası vardı. Stasi şefi Mielke, çantasından, Honecker’ın Komünist Partisi üyesi bir genç olarak Nazilere karşı mücadele ettikleri dönemde Gestapo’ya muhbirlik yaparak birçok komünistin Nazilerce yakalanmasını sağlamasından, seks ilişkilerine ve yolsuzluklarla biriktirdiği gizli mal varlığının detaylarına kadar belgelerle dolu oldukça kabarık bu dosyayı önüne koydu, “onurlu bir şekilde bırakmasını” istedi.
Merkez Komite toplantılarında kararların oybirliği ile alınması geleneğinin dışına çıkmanın yaşamsal riskinin farkında olan Honecker de kendi azline oy vermek zorunda kaldı. Üç saat önce, 20 yıldır olduğu gibi ülkenin en kudretli insanı olarak girdiği salondan, yargılanmamak için susmaktan ve izole yaşamayı kabul etmekten başka çaresi olmayan zavallı bir mütekait olarak çıkıyordu.
17 Ekim gününe kadar her yerde sürekli övdükleri Honecker için 18 Ekim sabahı ne Doğu Almanya Cumhuriyeti'nin devlet kadrolarında ne de halkta üzüntü duyan, onun ayrılmasını felaket olarak gören tek bir kişi bile yoktu. Rejim için bundan daha alarm verici olanı ise yeni liderin Egon Krenz olduğunun açıklanmasını, yeni bir başlangıç olarak görenlerin de yok denecek kadar az olmasıydı. Merkez Komite sözcüsü Günter Schabowski’nin bir ay sonra itiraf edeceği gibi, “Hiçbir gerçek değişim vaat etmeyen bir saray darbesi yapmıştık sadece. Stalinist yöntemleri hemen bırakmamakla çok büyük hata yaptık”.
Nitekim Honecker’ın ‘sağlık nedeniyle görevinden istifa ettiği’ açıklanmasına rağmen ülkedeki protestoların kalabalığı artarken birçok şehre de yayılıyordu. Ülkeyi terk etmek isteyenlerin oluşturduğu sosyal baskı en kontrol edilemez güçtü.
Yaklaşık 5 ay önce, 2 Mayıs 1989 günü Macaristan, Avusturya ile olan sınırında bariyerleri kaldırarak, ‘demir perde’de ilk çatlağı açmıştı. Doğu Almanya’da da ülkeden gitmek istemek çoğunluğun sahip olduğu duygu haline gelmişti. Damgalanmayı göze alarak resmen çıkış vizesi için başvuranların sayısı bile yüzbinlere ulaşmıştı. Rejimin bu konuda hiçbir yumuşama emaresi göstermemesi toplumdaki rahatsızlığı daha da artırıyordu. Macaristan’ın 11 Eylül 1989 günü Avusturya sınırını ülkesinde biriken Doğu Alman sığınmacıların Batıya geçişine açmasıyla kriz daha da büyüdü. Doğu Alman rejimi ile yakınlığını sürdüren Çekoslovakya, Macaristan sınırını Doğu Almanların geçişine kapatarak bir destek sundu ama bu krizi daha da farklı bir boyuta taşıdı. Çekoslovakya içinde mahsur kalan on binlerce Doğu Alman, ülkelerine geri dönmeyi reddediyordu.
Doğu Almanya’ya geri dönmeyi reddeden binlerce kişi, başkent Prag’da Federal Almanya Büyükelçiliğine sığınmıştı. Federal Almanya Anayasasına göre, Doğu Almanlar da hâlâ Alman vatandaşı sayıldığı için büyükelçilik bu kişileri bir şekilde Batı Almanya’ya götürmenin yollarını arıyordu. Elçiliğin küçük barok binasında 5 binden fazla sığınmacı birikince Honecker ile pazarlığa oturuldu.
Yaklaşan 40’ıncı yıl kutlamalarının mülteci krizi ile gölgelenmesini istemeyen Doğu Alman lider Honecker, 30 Eylül günü, kaçakları Çekoslovakya’dan Batı Almanya’ya taşıyacak trenlerin Doğu Almanya içinden geçmelerine izin verdi. Ancak Doğu Alman halkının da desteğiyle bu ‘vatan hainlerini’ aşağılayarak gönderme planı yaparak…
Plana göre 5490 mülteciyi taşıyan diplomatik olarak mühürlenmiş trenler Doğu Alman topraklarından geçerken halkın istasyonlarda bu vatan hainlerini, ülke kaçkınlarını protestosu sağlanacaktı. Yine, Stasi, bu kişilerin bütün kimlik belgelerine el koyarak onları ‘devletsiz’ statüsüne indirgedikten sonra Hof sınır kapısında Batı Almanya’ya geçmesine izin verecekti.
Tarihe “Flüchtlingszüge (sığınmacı trenleri)” şeklinde geçen 7 trenin yolculuğu, “kaçkınlardan” çok, Doğu Alman rejimi için bir aşağılanmaya dönüştü. Dresden başta olmak üzere birçok Doğu Alman şehrinde, trenleri protesto etmek için toplatılan halk, protesto bir yana, bu diplomatik dokunulmazlığı olan trenlere binerek kaçanlara katılmaya çalıştı. Polisle, trenlere binmek isteyenler arasında birçok istasyonda arbede yaşandı ama binlerce yeni kişinin daha trenlere binmesi engellenemedi.
29-30 Eylül 1989 gecesinde meydana gelen bu olaylar, Doğu Alman rejimi üzerindeki seyahat özgürlüğü açılımı baskısını artırmıştı. Ama Politbüro hâlâ bütün protesto dalgasının dış güçlerin oyunu geçici bir kriz olduğunda ısrarla gerçeklere gözünü kapatıyor, zaman kazanmaya çalışıyordu. 4 Kasım 1989 günü Alexanderplatz’ta yarım milyon protestocunun toplanıp seyahat özgürlüğü istemesi rejimi ürküttü. Acilen üç günlük toplantı kararı alan Parti Merkez Komite, en azından toplumda biriken gazı almak için, Batıya ‘çıkış vizesine’ başvuru sürecini kolaylaştırma konusunda çalışma başlatma kararı aldı.
9 Kasım 1989 Perşembe günkü ikinci gün toplantısında, çıkış vizesine başvuruyu görece kolaylaştıran kararın, tasarıya dönüşmesi için Bakanlar Kuruluna sevki konusunda bir mutabakat oluştuğu kulislere yansıdı. Komünist Parti Politbüro Sözcüsü Günter Schabowski, aynı gün saat 18:00’de basın toplantısına başladığında, bu konuda az sonra yapacağı bir ifade hatasının önce Berlin’in ardından Doğu Almanya ve bütün Doğu Bloku ülkelerinin kaderini değişmesinde dönüm noktası olacağının farkında değildi.
Schabowski, uluslararası medya temsilcilerinin de olduğu ve Doğu Alman televizyonunda da canlı yayınlanan basın toplantısına başladığında, Merkez Komite toplantısında alınan kararları detaylı inceleme olanağı bulmamıştı. Halen devam eden Merkez Komite toplantısından eline son anda tutuşturulan bilgi notundan ilgili bölümü hızlıca okurken, çıkış vizesine başvuruda kolaylaştırma kararını, isteyen herkese çıkış konusunda izin veren nihai bir karar şeklinde anlaşılabilecek şekilde ifade etti. O ana kadar onu uyuklayarak dinleyen gazetecilerin gözlerini açmasına neden olan bir cümleydi bu.
Bir gazetecinin heyecanla, ‘ne zaman yürürlüğe girecek bu karar?’ sorusuna birkaç saniye düşünen Schabowski, “bildiğim kadarıyla hemen yürürlüğe girdi” karşılığı verince, gazeteciler şaşkınlıkla ‘doğru mu anladık acaba’ diye birbirine bakacaktı. Doğu Alman vatandaşları da şaşkınlık yaşıyordu. AP Haber Ajansı saat 19:05’te geçtiği son dakika haberi ile, Doğu Almanya’nın sınırlarını açarak, kendi vatandaşlarına serbest seyahat hakkı tanıdığını dünyaya duyurdu. Doğu Berlin’de haber yayılmaya, insanlar yavaş yavaş duvar kapıları önünde toplanmaya başladı.
Basın toplantısı sırasında çalışmalarına devam eden Merkez Komite saat 20:40’ta toplantısını bitirdiğinde nasıl dramatik bir gelişmenin tetiklendiğinden henüz habersizdi. Öyle ki devlet başkanı Egon Krenz, saat 22:00 civarı toplantıdan ofisine döndüğünde zihnini hâlâ meşgul ve rahatsız eden tek sorun, Merkez Komitenin, onun çeşitli makamlara önerdiği bazı isimlere onay vermemesiydi. Stasi şefi Erich Mielke kendisini telefonla arayıp, duvarda yaşanan insan birikmesini haber verdiğinde ise artık çok geçti.
Tarihteki birçok büyük kırılma anı gibi bu da birkaç küçük hatanın birbirini tetiklemesiyle oldukça gösterişsiz şekilde ve aniden gelmişti. O kadar sıradan bir gelişme gibi görünüyordu ki Mielke bile hemen bir tepki vermeyecekti. Sovyetlerin Berlin Büyükelçisi Igor Maximychev bile Doğu Almanya’da 350 bin askeri olan Moskova’yı gelişmelerden haberdar edip etmeme konusunda kararsız kalmıştı. Sonuçları vahim olabilecek ani bir refleksi tetiklemekten endişe ederek o da o gece sessiz kalmayı, sabahı beklemeyi tercih edecekti.
Doğu Alman resmi televizyonunun saat 22:30 civarı, Politbüro kararının yanlış anlaşıldığı gerekçesiyle yapmaya çalıştığı düzeltme haberinin ise hiçbir etkisi olmadı. “Sınırların açıldığı” haberi, Doğu Berlin’de saatler içinde daha da yayıldı. Gece yarısına doğru, Berlin Duvarı’nın altı büyük kapısı önünde on binlerce kişi, Batı Berlin’e geçmek için toplanmaya başlamıştı bile.
Kafası karışık hudut askerleri ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı ile kalabalığı kapılardan uzak tutmaya çalışıyordu. En büyük kapılardan biri olan Bornholmer Strass geçiş noktasının yöneticisi olan Stasi görevlisi Harald Jäger, üstleriyle konuşarak, halktaki ve televizyonlardaki söylentiyi doğrulatmaya çalıştı. Üstlerinden, “Bir değişiklik yok, her şey aynı olacak. Geçmeye çalışanı vurun” talimatı ile sayısı her dakika artan kalabalık arasında tarihi bir tercihe zorlandı.
Jäger tam 25 yıldır çok sadık bir komünist olarak, rejime karşı gördüğü herkesle mücadele etmişti. Daha 18 yaşındayken, duvarın yöneticilerinden olan babasına yardım amacıyla, duvarın inşasında gönüllü çalışmıştı. 1964 yılından beri de Berlin Duvarı'nın bu en önemli kapısında, kimin geçip geçemeyeceğine karar veren Stasi görevlisi olarak çalışıyordu. Sivil bir istihbaratçı olmasına rağmen, kimliğini düşmanlardan gizlemek için üniforma giyiyordu.
O gün 12 saattir görevdeydi ve çok yorulmuştu. Kapının doğu tarafında, durmadan “tor auf!” (Kapıyı açın!) sloganları atan on binlerce kişi birikmişti. Sadece birkaç düzine askerle görevde olan Jäger saat 23:15 gibi artık yol ayrımına geldiğini fark etti.
Sabırsızlığı artan ve kapıları zorlamaya başlamış kalabalığı dağıtmak için rastgele ateş emri mi vermeliydi?
Tek tek etrafındaki askerlere bu soruyu sordu. Aslında kafasında bir karara varmıştı ama silah arkadaşlarının da onayını almak istiyordu.
Saat 23:30’da amirini son kez aradı ve “kapıyı açmaya karar verdim” dedi, karşılık beklemeden telefonu kapattı. Askerler bütün bariyerleri kaldırdı ve bir insan seli Batı Berlin’e geçmeye başladı. Bornholmer Strass Kapısının açılması üzerine diğer hudut kapıları da bariyerleri kaldırdı.
Batı Berlin’de yaşayan Alman tarihçi Warren Breckman, bu tarihi olaya tanık olmak için duvara ilk koşanlardan biriydi. Açılan kapılarının birinin önünde Batı Berlin’e akan insan selini izlerken, tanık olduğu bir diyalogu paylaşacaktı sonradan. Hemen arkasındaki bir gazeteci, o anda kapıdan geçmekte olan Doğu Alman bir kadın ve ergen kızına bağırarak “Nereye gidiyorsunuz?” diye sormuştu.
Yanıt, basit ama çarpıcıydı: “Oraya”.
O gece duvarın doğusundakiler için nereden gittikleri önemliydi, nereye gittikleri değil... Burası olmayan bir yere gidiyorlardı.
10 Kasım’ın ilk saatlerinde, gecenin karanlığında şehrin her iki kanadından yüzbinlerce Berlinli dans ederek sevinç gösterileriyle 28 yıllık duvarın iflasını kutluyordu. Saat 02:00 civarında bütün Batı dünyası, daha sabah saatlerinde bile kimsenin gerçekleşeceğine olasılık vermeyeceği bu manzaraları şaşkınlıkla seyrederken, saat farkı nedeniyle derin bir uykuda olan Moskova’dan tek bir tepki bile yükselmiyordu. O gece açılan baraj kapağından artık durdurulması veya geri döndürülmesi imkânsız bir nehir akmaya başlamıştı.
On yıllardır kendilerinin kaliteli yaşam standartlarına rağmen Batı Almanya’da halkın sefalet içinde yaşadığı propagandasına maruz kalmış Doğu Almanların çoğunu en çok şaşırtan, Batıdaki bolluktu. Sonraki günlerde Federal Almanya, Doğudan gelenlere, Batı Almanya’da alışveriş yapabilmeleri için 100’er Mark “hoş geldin parası” dağıtmaya başladı. 100 Mark kuyruklarının uzunluğu, Doğu Alman ekonomik iflasının çarpıcı bir göstergesiydi. Dört günde 1,5 milyon kişiye hoş geldin parası dağıtılacaktı.
Doğu Almanların parayı en fazla harcadığı şeylerden birinin muz olması herkesin diline dolanmıştı. 9 Kasım gece yarısı Bornholmer Kapısından Batı Berlin’e geçen Doğu Almanlar arasında yer alan 35 yaşındaki fizikçi Angela Merkel’i de o günlerde en çok renciden eden şeylerden biri, Batı Alman politikacı Otto Schily’nin, “Siz Ossiler (Batı Alman argosunda Doğu Almanlar-CT) sadece muza geliyorsunuz” hakareti olmuştu. Merkel yıllar sonra, “Tabii ki Akdeniz meyvelerine rağbetimiz çok olacaktı. Çünkü daha önce hiç görmemiştik bu meyveleri. Politikacının bu kibri çok rahatsız ediciydi.” şeklinde aktaracaktı kızgınlığını...
Toplumun çok büyük çoğunluğunun rejimden nefret ettiği gerçeğiyle ilk kez yüzleşen Doğu Alman yönetimi yalpalamaya başladı. Ertesi gün Politbüro toplantısında Egon Krenz, “bu durumun sorumlusu kim!!?” diye bağırıyordu. Bazılarının günah keçisi ilan etmek istedikleri Schabowski ise hâlâ bütün bu manzaranın tek bir insanın hatası sonucu olduğuna inanma naifliklerinin şokunu yaşadığını paylaşacaktı sonradan. Sonraki günlerde yüzbinlerce Stasi görevlisinden ikinci bir emre kadar işlerinin başından ayrılmamaları istendi. Ne var ki on yıllardır kimsenin önünden geçmeye bile cesaret edemediği Stasi binaları, protestocuların en önemli hedeflerinden biriydi artık. Korku artık sokaklarda değil, bu binaların içindeydi. Aylarca sürecek belge imha faaliyeti başladı.
Doğu Almanya ile Batı Almanya arasındaki sınır kapıları ‘fiilen’ art arda açılmaya devam ederken, 12 Kasım günü Doğu Alman Savunma Bakanı, on yıllardır sınır askerlerine uygulanan, ‘sınırdan geçmeye çalışanı vur emri’ni iptal etmek zorunda kaldı.
Sözde her şeyi bilen adam, Stasi şefi Erich Mielke’nin, olan biten karşısındaki şaşkınlığı ise ibret vericiydi. En çok da Demokratik Almanya’nın tarihi boyunca rejime ‘demokratik’ bir görüntü vermek için oluşturduğu göstermelik bir kurum olmaktan öte gitmeyen Meclisinin (Volkskammer), Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında ilk kez anayasal yetkilerini kullanmaya cesaret ederek devlet yetkililerine hesap sormaya başlaması karşısında…
13 Kasım günü Meclis Genel Kuruluna bilgi vermeye çağırılan Mielke, televizyondan da canlı yayınlanacak konuşmasına başladıktan kısa süre sonra her şeyin geri dönülemez şekilde değiştiğini fark etti.
“Değerli yoldaşlarım, hepimiz halkın çocuklarıyız. Emekçi ailelerden geliyoruz. Milletin gerçek temsilcileri biziz. Emekçi sınıf içinde desteğimiz olağanüstü yüksek” cümlesini sarf ettiğinde milletvekili sıralarından yuhâlâmalar laf atmalar, “biz senin yoldaşın değiliz” itirazları duyulmaya başlandı.
Dietmar Czok adlı milletvekili ayağa kalkarak ona, “Sadece bu Genel Kurul’da senin bütün ülkedeki yoldaşlarından daha çok insan var” diye tepki gösterince Genel Kurulda büyük bir alkış koptu. Mielke, bir milletvekilinin “Hapse kadar yolun var, katil!” lafını duyduğunda paniklemeye başladı. Önce, gerçeklerden son derece kopuk şekilde, ülkenin başarılı bir demokrasi olduğunu ve ekonomi politikalarının son derece başarılı olduğunu ve başarılarını sürdürdüğünü savunmaya çalıştı.
Sataşmalar, hakaretler, yuhâlâmalar bu yalanları sürdürmesine izin vermeyince Mielke, “Herkesi seviyorum, bütün insanlığı seviyorum! Kendimi size adadım!” diye bağırdı. Bu söz üzerine Mecliste, Devlet başkanı Egon Krenz ve Politbüro üyesi Günter Schabowski gibi önde gelenlerin de katılmaktan kendini alamadığı bir kahkaha tufanı koptu. On yıllardır muazzam bir güce sahip olan ve herkesi düşman gören Mielke, kendi yaptıklarının, kendisinin ve toplumdaki algısının farkında bile değildi. Daha da öfkelendi. Konuşma metninin kağıtlarını yere fırlattı, az önce sevdiğini iddia ettiği herkese rastgele küfürler savura savura kürsüden ayrıldı. 32 yıldır herkes üzerinde kurduğu korku ve iktidarın dağıldığı andı bu. Ertesi günü rahatsızlandı ve hastaneye kaldırıldı.
Doğu Alman Meclisi, dört gün sonra 17 Kasım günü, 1 Kasım 1957 tarihinden beri bu koltukta oturan Mielke’yi Stasi başkanlığından aldı ve yerine General Wolfgang Schwanitz’i atadı. Halkın nefretinin odağına yerleşen Stasi’nin adı da Ulusal Güvenlik Dairesi olarak değiştirildi. Meclis, 1 Aralık 1989 günü de anayasadaki tek parti iktidarı maddesini iptal ederek 40 yıllık rejimi sona erdirdi.
Erich Mielke, 7 Aralık günü dövülerek gözaltına alındı ve tecrit hücresine kondu. Suçlama ‘yolsuzluk ve milli ekonomiye zarar vermek’ti. On yıllardır, kapalı yüzme havuzu da olan oldukça lüks bir villada yaşayan Mielke’nin, şehirden uzakta, sinema salonu, masaj salonu gibi müştemilata ve 60 kilometrekarelik avlanma sahasına sahip, 60 hizmetkarı olan bir malikânesi daha olduğunu Doğu Alman halkı ilk kez öğreniyordu. Tıpkı yüzbinlerce dolarlık serveti gibi… Daha sonra hakkındaki iddianamelere insanları öldürme emri verme, yasadışı fişleme, vatana ihanet gibi birçok suçlama daha eklenecekti.
İki Almanya birleştikten sonra 80’li yaşlarında üç yıl kalacağı hapishanede akıl sağlığını yitirecekti. Gardiyanların dalga geçmek içinin verdiği kablosu olmayan kırmızı bir telefondan her gün bütün ülkedeki Stasi istasyonlarını arayıp talimatlar veriyordu. Almanya’nın en ihtiyar mahkûmu olarak 87 yaşında hapiste olduğu 1995 yılında, bunama ve akıl sağlığının yok olmasına bağlı olarak ceza ehliyetini yitirdiği gerekçesiyle salıverildi ve 55 metrekarelik bir daireye yerleştirildi. 2000 yılı Mayıs ayında Berlin’de tutulduğu bakımevinde öldü.
Doğu Alman rejiminin lideri Erich Honecker da 5 Aralık 1989 günü yolsuzluk ve güveni suistimal suçlamasıyla yargılanmaya başlanacaktı. Daha sonra onun hakkındaki suçlama dosyası da kabardıkça kabardı. Honecker, mahkemelerde hâlâ kendisinin değil şahsında sosyalizmin yargılandığını iddia ediyordu. Doğu Almanya’nın son komünist başbakanı Hans Modrow, 2005 yılında ZDF’e verdiği bir röportajında, Honecker, Mielke gibi diktatör ruhlu faşist liderlerin bu düşünme eğilimini, “Onlar için, bir kişinin, köprü altı yerine altına gireceği basit bir ev, giyeceği bir elbise, sofrada yiyeceği bir yemek sahibi olması sosyalizmdi ve bunlar halk için yeterliydi” sözleriyle eleştirecekti.
Yargılama sürerken Honecker ve karısı 1991 Mart’ında bir Sovyet askeri uçağıyla Moskova’ya kaçtılar ve burada Şili büyükelçiliğine sığındılar. Moskova ve Şili bir yıl sonra 1992 Temmuz ayında Honecker’ı elçilikten çıkarıp Berlin’e giden uçağa bindirdiler. Havaalanında tutuklanan Honecker, mevcut suçlamalara ek olarak Erich Mielke, Willi Stoph, Heinz Kessler, Fritz Streletz ve Hans Albrecht gibi Doğu Alman rejiminin ana figürleriyle beraber, Batı Almanya’ya kaçmaya çalışırken öldürülen 68 kişinin katili oldukları gerekçesiyle yargılanmaya başlandı. (Doğu Alman belgeleri üzerindeki incelemeler sürdükçe 2015 yılı itibarı ile, sınırdan kaçmaya çalışırken öldürülen insan sayısının bini aştığı tespit edilecekti). Ancak, Honecker’ın iyice ilerleyen akciğer kanseri hastalığı nedeniyle yargılaması durduruldu ve tahliye edildi. Şili’nin başkenti Santiago’da yaşayan karısının yanına gitti ve birkaç ay sonra orada öldü.
22 Aralık 1989 günü Batı Alman Başbakan Helmut Kohl ile Doğu Alman meslektaşı Hans Modrow birlikte, Brandenburg Kapısı önünde sınırın resmen açıldığını da deklare ederek Berlin Duvarı Çağını resmen sona erdirdiler.
Ancak Doğu Almanya’da protestolar durulmuyordu. Doğu Alman rejimine dönük öfkenin ana hedefi Stasi’ydi. Mielke’nin tutuklanması veya kurumun farklı bir isimle yeniden yapılandırılması bile bu tepkiyi bastırmaya yetmemişti. Akıbeti gören bütün Stasi istasyonları haftalardır belge imha ediyordu. Kağıt imha makineleri aşırı kullanılmaktan bozulunca Batı Almanya’dan yüzlerce yeni kağıt imha makinesi alınmıştı. Birçok yerde ise makaslarla belgeler imha ediliyordu.
Stasi’nin arşivlerini, fişleme dosyalarını ve evraklarını imha ettiği haberi duyulunca 15 Ocak 1990 günü bütün Doğu Almanya’da halk bütün Stasi karargahlarını işgal ederek, belgelerin imhasını zorla durdurdu. Yüzbinlerce kişi, suçları ve kirli tarihi ifşa edecek binaları ve belgeleri fiili koruma altına alıyordu. Kendisi de son demlerini yaşayan Doğu Alman devleti, 33 yıl önce bu hafta, rejimin ruhu olan kurumun, Stasi’nin lağvedildiğini açıkladı. Bu rejimin tabutuna son çivi oldu. Artık iki Almanya’nın da gündemindeki en önemli konu yeniden birleşmeydi.
Stasi lağvedilmeden sadece üç ay önce 40’ıncı yılını görkemli törenlerle kutlayan Demokratik Almanya Cumhuriyeti, 41’inci yıldönümüne dört gün kala 3 Ekim 1990’da Batı Almanya ile birleşecekti.
Yeni Alman Cumhuriyeti de tıpkı Nazi sonrası süreçte olduğu gibi, ‘unutmak mı daha sağlıklı hatırlamak mı’ ikilemine girdi. Silip unutmak mı, koruma altına alıp ibret amacıyla muhafaza etmek mi? Gömülmüş gerçekleri gömüldükleri yerde bırakmak mı, hiç bilinmeyen suçlarla beraber bulup çıkaracak şekilde kazıp çıkarmak mı? Tartışmalar sonucunda geçmiş ile hesaplaşmadan, toplumsal hafızayı uyanık tutmadan toplumsal vicdan ve bütünlük oluşturulamayacağı, gelecekte benzeri felaketlerin engellenemeyeceği görüşü ağır bastı.
Stasi’nin Suçlarını Araştırma Komisyonu kuruldu. Stasi hapishanesi Hohenschönhausen ve Stasi ana karargâhı, insan hakları müzesine dönüştürüldü.
Stasi ajanları, belgelerin çoğu yakarak yok etmeyi başarmıştı. Aylarca süren imhadan sonra kurtarılabilen Stasi belgesi sayısı bile, Almanya’nın bütün şair, yazar, akademisyen ve din adamlarının Orta Çağın başından İkinci Dünya Savaşına kadar ürettiği bütün yazılı metinlerden daha fazlaydı.
Öte yandan kâğıt imha makinelerinde veya makaslarla parçalanmış ama karargahları basan halk tarafından yakılmadan önce kurtarılmış torbalardaki 50 milyondan fazla belge parçasını birleştirip orijinal haline getirmeye çalışan ‘bulmacacılar’ grubu da 34 yıl sonra bugün hâlâ çalışmalarını sürdürüyor. 16 bin çuvaldan fazla imha parçalanmış belgeden bugüne kadar eski haline getirilebilen çuval sayısı daha 600 civarında.
1992’de Alman vatandaşı olsun olmasın herkese kendisiyle ilgili Stasi raporlarını inceleme hakkı tanıyan yasa çıkarıldı. 2012’de ise birinci dereceden yakınların da raporlarına bakma hakkı getirilecekti.
O kadar komünist bir gecede nereye kayboldu?
Berlin Duvarı’nın kazara yıkılmaya başlaması, 1989 sonbaharında domino etkisi yaparak, o günleri yaşayanların algılamada yetersiz kalacakları büyüklükte ve hızda bir değişime yol açacaktı.
Bulgaristan’da Türk azınlığın zorla isimlerini ve dinlerini değiştirerek Bulgarlaştırma politikası ile kendisine muhalif protesto dalgasını ateşleyen ve partideki birçok müttefikini kaybeden diktatör Todor Jivkov, duvarın yıkılışının ertesi günü 10 Kasım 1989’da istifa etmek zorunda bırakıldı. Çekoslovakya’da 17 Kasım günü başlayan Kadife Devrim sonunda 28 Kasım günü Gustáv Husák istifa etmek zorunda kaldı ve Komünist Parti'nin anayasal tekel olma yetkisi sonlandırıldı. Etrafındaki gelişmelere rağmen kendinden ve rejiminden emin Romanya lideri Çavuşesku ise 21 Aralık günü Bükreş Devrim Meydanı'na topladığı yüzbinlerce kişiyle rejimin dimdik ayakta olduğu gösterisi yapmak istedi. Ne var ki konuşmasının sekizinci dakikasında laf atmalar ve yuhâlâmalar başladı. Ve sadece birkaç dakika önce onu alkışlayan yüzbinlerce kişi birbirinden cesaret alarak, o güne kadar kimsenin asla itiraz edemeyeceği lideri yuhâlâmaya başladı. Kalabalığın kontrolünü kaybettiğini gören Çavuşesku konuşmasını tamamlayamadan meydandan kaçarak Komünist Parti Merkez Komite binasına sığındı. Dört gün sürecek kaçışı başladı. 1989’un Noel Günü karısıyla beraber saklandığı taşrada yakalandı ve yıllardır kendisinin muhaliflerine uyguladığı hukukla, hemen yargılanarak, aynı gün kurşuna dizildi.
Gorbaçov, 6 Ekim günü Honecker’a ‘yaşam geç kalanı cezalandırır’ tembihinde bulunurken, kendilerinin de çok geç kaldığının henüz farkında değildi. Duvarın yıkılmasıyla, birlikteki devletlerin neredeyse tamamının art arda Sovyetlerden bağımsızlıklarını ilan edeceği iki yıllık süreç başladı. Gorbaçov, Sovyet cumhuriyetlerinin bağımsızlık arzularını ve etnik fay hatlarını, devasa bir ordu ile kontrol edemeyeceğini görmüştü. Ellerinde nükleer silahlar olan cumhuriyetlerin iç savaşının Rusya ve Rusluk için ağır maliyeti ortadaydı. Barışçıl çözülmeyi kabullendi. İnsanlığa en büyük katkısı ise Sovyetlerin, artık kaçınılmaz olan sonuna, kanlı bir iç savaş yerine barışçıl çözülmeyle varmasını tercih etmesi oldu.
Nihayet, 25 Aralık 1991’de Gorbaçov, Sovyet liderliğinden istifa ettiğini ve Sovyetler Birliği'nin dağıldığını açıklayacaktı. O Noel sabahı Kremlin’deki Sovyet bayrağı son kez gönderden indirildi ve yerine Rusya Federasyonu bayrağı çekildi. 5 ay önce 1991 yazında Rusya devlet başkanı olan Boris Yeltsin, Kremlin’in ve Moskova’nın tek hükümdarıydı artık.
1989 sonbaharındaki ani değişim karşısında Doğu Blokunu yakından izleyen uzmanlar bile şaşkınlıklarını gizleyemiyordu. Nasıl olmuştu da nerdeyse bir gecede toplumsal çoğunluklar, fikrini söylemini bu kadar keskin değiştirebilmişti.
Sonradan ‘ben demiştim’ diyen çok oldu ama birkaç ay önce bile bu değişimi iddia etmek, akademisyen, politikacı veya iletişimci olarak marjinal damgası yemeyi göze almayı gerektirirdi. Stasiland yazarı Anna Funder, Berlin Duvarı yıkılmadan sadece bir yıl önce 1988 yılında Doğu Alman muhaliflerle Batı Berlin’deki bir sohbetlerini anımsıyor. Ressam A. R. Peck, “Berlin Duvarı’nın yıkıldığını ömrümüzde görebilecek miyiz acaba?” diye ortaya ‘wishful thinking’ kabilinden bir soru attığında, ortamda bir anda sanki ‘kuzular bir gün aslanları kovalar mı?’ sorusu sorulmuşçasına bir kahkaha krizi koptuğunu aktarıyor Funder.
Çekoslovakya’da rejim yıkıldıktan sonra 1993 yılında devlet başkanı seçilecek yazar Václav Havel, 80’lerin sonunda rejimin sonunun yaklaştığını gösteren işaretlerin art arda yaşanmaya başlandığı dönemde bile, “değişim yakın mı?” sorusu karşısında, “rüya görmeyelim” tavsiyesinde bulunacaktı.
Doğu Alman halkının sessizliği ve çoğunluğun yıkıldığı güne kadar rejim taraftarı olması anlaşılır bir durumdu. Tek haber kaynağı rejimin propaganda güçleri olan toplumlar, rejimin vazettiği ideolojiye samimiyetle inanır. Ama bu inanış son derece yüzeysel bir inançtır. İktidarın gücünü kaybettiği gün toplumun inancı da bir gecede değişir. Tarih boyunca, devlet gücüyle insanların fikir ve inançlarını kalıcı olarak şekillendirebileceğini düşünenlerin sürekli hayal kırıklığı yaşaması bundandır.
Peki ama Çekoslovakya gibi görece devlet şiddetinin daha az olduğu Doğu Bloku ülkelerinde halkın bir gecede bu keskin değişimi ne gösteriyor bize?
Öncelikle, gücün bazen, sadece halkın, gücün nerede olduğuna ikna edilmesiyle elde edilmiş bir üstünlük olduğunu, yani Game of Thrones klişesi ile söylersek “duvarda yaratılan bir gölge” olduğunu gösteriyor. Taht Oyunları (GoT) dizisinde, dört krala hizmet ederek gücün doğasını en iyi anlayanlardan birine dönüşen ünlü istihbaratçı karakter Varys’in, “Güç, insanların çoğu nerede olduğuna inanıyorsa oradadır. Bu bir hile, duvarda gölge yaratma işidir. Ve çok kifayetsiz adamlar bile bazen çok büyük gölgeler yaratabilir” sözüyle anlattığı durum…
Yine aynı zamanda insan doğasının bir başka gerçeğini de gösteriyordu bu radikal ve hızlı değişim süreci. Hepimizde, toplumla ahenk içinde olmak için, gerçekte inanmadığımız veya paylaşmadığımız düşünceleri paylaşma, onaylanmak için, istemediğimiz şeyleri yapma konuşma eğilimi var. Dışlanmak ve yalnız kalmak çok insanın göze alabileceği, hiç de hoş olmayan bir durum.
Duke Üniversitesi ekonomi ve politik bilimler profesörü Timur Kuran, toplumsal baskıdan çekinerek, sosyal çevresinin görüşüne katılmayı ifade eden “preference falsification” tabirini literatüre kazandırdığı ‘Özel Gerçekler, Kamusal Yalanlar’ kitabında bunun ‘otosansür’den öte bir eğilim olduğuna dikkatimizi çekiyor. Pasif bir davranış olan oto sansürde düşündüğü her şeyi açıktan konuşmamak söz konusuyken, burada gerçekte olduğunuzdan ve düşündüğünüzden farklı bir kişi gibi konuşmak ve hareket etmek yani aktif bir davranış söz konusu.
Çekoslovakya’da Václav Havel, otoriter rejim günlerinde, az sayıdaki diğer bazı aydın ve aktivistle birlikte, devleti, insanların temel haklarına saygılı olmaya davet eden “Charter 77” bildirisine imza attığında, rejimin başlattığı gürültülü karşı kampanya kısa sürede çok büyük bir toplumsal desteğe ulaşacaktı. “Charter 77” imzacıları birkaç gün içinde toplumda şeytanlaştırılacaktı. Rejime en mesafeli kişiler bile bu konuda kınayıcı bir açıklama yapmak zorunda hissedecekti kendisini. İlkokul öğrencilerine kadar milyonlarca kişi, Havel ve diğer bir avuç Charter 77 imzacısını, emperyalistlerin sadık uşağı, vatan haini ilan eden bildiriler imzalayacaktı. Arkadaşları bile, gerçekte onlara ve bildirilerindeki düşüncelere saygı duysalar da bu imzacılar ile selamı sabahı kesecek hatta karşılaştıklarında kaldırım değiştireceklerdi. Herkesi, tepki göstermeye mecbur eden, kabul edilebilir kesimler dışına düşme korkusu, sandığımızdan çok daha etkili bir eğilim.
Nitekim, devran değişince herkese, “o kadar çok komünist bir gecede nereye gitti” sorusunu sorduracak tam tersi bir toplumsal manzara ortaya çıkacaktı. Timur Kuran, bunun çok çarpıcı bir örneğini paylaşıyor. Doğu Bloku ülkelerinin art arda çözüldüğü o günlerde, sayfaları, nihayet bu rejimlerin mağdurlarının öyküleriyle dolan New York Times gazetesi, birkaç hafta sonra bütün haberlerinde bir tarafın, komünistlerin eksik olduğunu fark edecekti. Peki, Doğu Bloku rejimlerini yıllarca ayakta tutanlar ve benimseyenler olan biten bu gelişmeler hakkında ne düşünüyordu? Gazetenin bu sorunun yanıtını bulmak için Çekoslovakya’ya gönderdiği muhabir, Prag’dan geçtiği ilk haberinde, “Her yeri dolaştım ama tek bir komünist bile bulamadım” yazacaktı. Komünist Parti yönetiminde görevli insanlar bile, gerçekte hiçbir zaman komünist olmadıklarını ve resmî ideolojiyi paylaşmadıklarını savunuyordu.
Totaliter ve otoriter rejimlerin trajik dilemmasını ve bunun kaçınılmaz sonucunu yaşadı Doğu Alman rejimi. Kendisini halkından koruma güdüsüyle bağımsız yargısal denetim mekanizmalarına yer vermeyip, ifade, protesto, basın ve üniversite özgürlüğünü tanımayıp resmi propaganda ve istihbarat raporlarıyla yetindi. Ülkenin hiçbir sorunu hakkında gerçek hiçbir tartışma yaşanmadığı için yanlışlarını çoğunlukla göremedi. Görmezden gelinemez hale gelen her sorunu ise daha büyük sorunlar yaratarak çözmeye yeltendi.
Otoriterliğin yarattığı derin sessizliği istikrar sanan bir yanılsama içinde akıbetine yürüdü. Herhangi bir vatandaşının bile mutfak rafında hangi reçelin olduğunu bile bilebilecek güce ulaşırken, gümbürtüyle gelişini göremeyeceği akıbetine...