Cemal Tunçdemir

05 Kasım 2014

Pulitzer'in ABD Başkanı'na karşı 'basın özgürlüğü' savaşı

Ülkenin en saygın gazetecilik ödülünün, ülkenin ulusal istihbarat kurumunun, yurt dışında bile olsa yaptığı yasadışı işlerin deşifre edilmesini, ‘vatan hainliği’ olarak değil de ‘kamusal hizmet’ olarak görmesinin, demokrasi açısından anlamı büyüktü

18’nci yüzyılda gazetelerin oluşmaya başlamasıyla İngiliz politikacılar, ‘kamuoyu (public opinion)’ adını taktıkları yeni bir fenomeni konuşmaya başladılar. Aynı günlerde ‘basıncıların(printers)’ konuşmaya başladığı yeni fenomenin adı ise ‘ifade özgürlüğü’ydü. 1720’lerin hemen başında iki İngiliz gazeteci, ‘Cato’ mahlasıyla, ifade özgürlüğünü savunan yazılar yazmaya başladılar. O dönemde İngiliz hukuku tam aksini savunuyor ve devletin eleştirilmesini suç sayıyordu. ‘Common Law’ bununla da kalmıyor, devletle ilgili ifşa edilen gerçek ne kadar büyükse suçu ve cezasını da aynı oranda artırıyordu. Londralı iki gazeteci, ‘Cato’ mahlas adını tesadüfen seçmemişlerdi. Cato, Roma Cumhuriyeti’nde yaşayan stoacı bir devlet adamıydı. Julius Caesar’ın (Sezar) kazandığı zaferleri, cumhuriyeti yıkıp diktatörlüğünü pekiştirmekte kullanmasına, tiranlığa ve yönetimdeki yolsuzluklara karşı sert muhalefetiyle biliniyor. İki İngiliz gazetecinin, ‘Cato’ mahlaslı ifade özgürlüğü denemeleri, okyanusun öte yanındaki İngiliz kolonisi ABD’de daha büyük ilgi gördü. 1735 yılında New Yorklu basıncı(printer) Peter Zenger, Majestelerinin New York Valisi’ni eleştirdiği için yargılandığında mahkemede, ‘Cato’ denemelerini, savunmasına temel yaptı. Zenger’in avukatı, ‘’İnsanların, hem konuşarak hem de yazarak, gücün keyfi kullanımını deşifre etmeleri ve buna karşı çıkmaları temel bir haktır’’ dedi. Avukatın ücretini ödeyen gönüllüller arasında Philadelphia’lı ‘basıncı’ Benjamin Franklin de vardı. Franklin o günlerde Cato denemelerini basarak yayan matbaacılardan da biriydi. Mahkeme jürisi, bu etkili savunmadan sonra, koloni yönetimini şok eden bir kararla Zenger’ın beraatine karar verdi. Yeni Kıta’da böylece ilk kez resmi metinlere giren ‘basın özgürlüğü’ kavramı, 35 yıl sonra ABD’nin İngiltere’den bağımsızlık mücadelesini başlatacak ‘Kurucu Babaları’nı da etkiledi. James Madison’un yazdığı Virginia Haklar Bildirgesi’nden John Adams’ın yazdığı Massachusetts Anayasası’na kadar koloniyal bütün bildirge ve yasalarda öncelikle yer aldı. ABD Anayasası’nın yazımı tamamlanıp eyaletlerde referanduma sunulduğunda bir çok kurucu baba, ‘anayasaya onay için temel hakları garanti altına alan yasal düzenleme şartı’ lehinde kampanya yaptı. Bu kampanya başarılı oldu ve ABD Anayasası’nın bugün ‘haklar bildirgesi (bill of rights)’ olarak adlandırılan ilk ek 10 maddesi(Amendments) kabul edildi. ABD Anayasası’nın, artık küresel ifade özgürlüğü konsepti ile de özdeşleşen birinci ek maddesi yani ‘first amendment’ şöyledir:

Kongre, herhangi bir dini teşvik için veya uygulamasını yasaklamak için, ifade ve basın özgürlüğünü, insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını veya devlete sıkıntılarnı anlatmasını kısıtlamak için kanun çıkartamaz.

Sonraki 200 küsur yıllık tarihinde de, ‘basın özgürlüğü’, ABD hukuk doktrinlerinde özgürlüğün temel yansıma alanı olarak görüldü. 1971 yılında, New York Times gazetesinin, Vietnam Savaşı’ndaki resmi gerçekleri ifşa eden gizli Pentagon Belgeleri’ni yayınlamasını, ‘devlet sırrı’ gerekçesiyle engellemek için, Richard Nixon yönetiminin başvurduğu ABD Yüksek Mahkemesi şu tarihi kararı verecekti: 

‘’Anayasa’nın birinci ek maddesinde, Kurucu Babalarımız, basına, demokrasimizdeki hayati rolünü oynaması için gerekli korumayı verdi. Basın, yönetilenlere hizmetle yükümlüdür, yönetenlere hizmetle değil…’’

İfade özgürlüğü uzmanı Lee Bollinger, ABD’nin bu legal doktrininin amacını şu şekilde formüle ediyor: ‘’Sadece, her düşünce kamusal alanda özgürce seslendirildiğinde insanlar gerçeği görebilir ve halkın kendi kendini yönetmesi de sadece bu durumda gerçekten söz konusu olur.’’

 

Panama Kanalı’nın 40 milyon dolarlık sırrı

 

‘Basın özgürlüğü’ konsepti, Amerikan gazeteciliğinin en utanç verici dönemlerinden biri olarak anılan ‘sarı gazetecilik’ çağında bile vazgeçilmezliğini kaybetmedi. 19’ncu yüzyıl sona erip 20’nci yüzyıl başlarken, gazetecilik dünyası Joseph Pulitzer’in New York World gazetesi ile sonradan Yurttaş Kane filmine konu olacak gazete patronu William Randolph Hearst’ün New York Journal gazetesi arasında amansız bir rekabete sahne oluyordu. Amerika – İspanya savaşının devam ettiği günlerde iki gazetenin tiraj savaşı, sayfalarında aşırı bir sansasyonalizm ve vatanseverlik fırtınası estirmelerine neden oluyordu. 

Macaristan doğumlu Amerikalı gazete patronu Joseph Pulitzer, 19’ncu yüzyılın son çeyreği ile 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde gazeteleriyle, gazetenin kitleselleşmesinde en önemli aktör oldu. O günlerde ‘gazete’ denildiğinde herkesin aklına ilk gelen, Pulitzer’in ‘’New York World’’ gazetesiydi. Dünyanın en yüksek tirajlı gazetesi konumundaydı. Elbette ki Pulitzer, ‘sarı gazetecilik’ olarak anılan dönemdeki sansayonel haberciliğine yönelik eleştirileri fazlasıyla hak ediyor. Ama, World’ün birinci sayfası sansasyonel başlıklarla doluyken bile Pulitzer başyazılarında, Amerikalılara ve yeni göçmenlere ‘vatandaşlık hak ve sorumlulukları’nı öğretiyordu. Seçimlere ilgiyi, oy verme bilincini aşılıyordu.

Pulitzer, gazeteciliğin temel değerlerinden birinin, yani, ‘’hükümet politikaları ve icraatlarını denetleme, sorgulama, örtülü olanları araştırma’’ çabasının da en önemli mimarlarından biridir. Gazeteci, sadece yerel yöneticiler veya Kongre üyelerine değil gerekirse ABD başkanına karşı bile gerçeğin yanında cesurca durmalıydı. Pulitzer ile dönemin ABD başkanı Theodore Roosevelt arasında medya tarihine geçen ünlü ‘yolsuzluk, hakaret ve basın özgürlüğü savaşı’ da işte bu temelde yaşanacaktı. Başkan Roosvelet’in ‘yayın yasağı’ girişimi, Pulitzer’in sert basın özgürlüğü mücadelesine çarparak geri tepecekti.

1908 yılında Pulitzer’in New York World gazetesi, ABD yönetiminin Panama Kanalı inşa edilmesi için Fransa merkezli Panama Kanalı Şirketi’ne 40 milyon dolar ödenmesinin peşine düştüğünde, resmi açıklamalardan farklı bir tablo ile karşılaştı. Başkan Theodore Roosevelt’in ABD kamuoyuna yalan söylediğini savunan gazete, söz konusu paranın aslında dolaylı olarak J.P Morgan Bank’a ödendiği, Fransız şirketine sadece 15 milyon dolar gittiğini yazdı. Haberlere göre 12 milyon dolar ise şirketin ABD içindeki gizli ortaklarına gitmişti. Bu ortaklar arasında Roosevelt’in kayınbiraderi Douglas Robinson ile o dönemde başkan yardımcısı olan ve birkaç ay sonra başkan olacak olan William Taft’ın kardeşi Clark P. Taft’ın olduğu da iddia ediliyordu. Indianapolis News adlı gazete de New York World’e yayınlarıyla destek verdi. World, "Para kime gitti? (Who Got the Money)" sorusunu sık sık başyazıdan sormaya başladı.

 

’Eğer bu gerçekten halkın hükümetiyse…’

 

Parıltılı politik kariyerini temelinden sarsan bu yayınlara ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in tepkisi çok sert oldu. ‘Alçakça bir iftira’ diye nitelemekle yetinmedi. ‘’ABD yönetimini ve ülkenin milli bir yatırımını dünyanın gözünde küçük düşüren bu iftiracılığa karşı’’ devleti bütün gücüyle harekete geçirmeye yeltendi. Göreve çağırdığı Kongre’ye yazdığı mektupta ‘’Pulitzer’in ve gazetesinin karakteri malum. Ciddiye alınmayan bu gazetedeki iddiayı kimse inandırıcı bulmaz. Ama maalesef dışarıda gazetede okuduğu herşeye inanan binlerce cahil insan var’’ diyecekti. Yayınlanan haberlerin, ABD Başkanını ve hükümetini yayın yoluyla karalama suçu oluşturduğunu savunan Roosevelt, Kongre’den de bu yayınlara dayanarak Panama Kanalı sözleşmesi ile ilgili bir soruşturma başlatmamasını istedi. Roosevelt mesajında, yolsuzluk haberlerinin ABD hükümetinin şahsında Amerikan toplumunu karaladığını savunuyordu. 

‘’Pulitzer’i yargılamanın bir ulusal görev olduğunu’’ belirten Roosevelt yetkili organları derhal harekete geçmeye çağırdı. ABD Başkanı bu kapsamda yargıyı da harekete geçirmeye çalıştı. Bir ABD Başkanının, bir kişiyi bu derece yüksek bir performansla bu şekilde hedef tahtasına oturtması çoğu kişinin tuhafına gitti. Ama Başkanın çıkardığı yüksek sesten etkilenenler de oldu. Washington’daki işgüzar bir hakim, Pulitzer ve bu iddiayı yazan diğer gazeteciler hakkında tutuklama kararı çıkarttı. Ancak Pulitzer, ‘Özgürlük (Liberty)’ adlı yatıyla denize açıldığı için tutuklanamadı. Indianapolis federal savcısı ise başkentten gelen, ‘’Indianapolis News gazetesine soruşturma açın’’ talimatını reddetti ve protesto olarak görevinden istifa etti. Bir başka savcının açtığı davayı ise hakim A.B. Anderson, ‘’Panama Kanalı bir kamusal proje. Ben de vatandaş olarak bu konudaki her iddiayı konuşuyorum, siz de… Bir gazetenin de bu konuları tartışma hakkı var. Gazete görevini yerine getirmiş. Engellemek anasayal değil’’ diyerek davayı reddedecekti. Margareth Blanchard’ın ‘’Modern Amerika’da İfade Özgürlüğü’’ kitabında aktardığına göre bu kararı öğrenen Roosevelt, yargıç Anderson için, ‘’ahmak, haydut’’ ve diğer bazı küfürlü ifadeler kullanacaktı.

New York’ta ise savcılar davayı hangi suçtan açacaklarını bir türlü bulamıyordu. Çünkü, o güne kadar federal hükümetin bir gazeteye yönelik ‘yayın yoluyla hakaret ve aşağılama suçu’ diye bir vaka hiç yaşanmamıştı. Sonunda, artık neredeyse hiç uygulanmayan 1825 tarihli ‘Limanlara ve Kalelere haince ve kasıtlı zarar verme’ suçundan New York’ta bir dava açıldı. Federal savcıya göre, New York World gazetesinin 29 nüshası, ABD askeri akademisi West Point’in yasal arazisi içinde kalan bir posta ofisinden gönderilmiş ve böylece ülkenin bir askeri kalesine ‘kötü niyetle’ girilmişti. Suçu böylece icat eden savcı hızını alamayarak, söz konusu posta ofisinden 29 gazete geçtiği için aynı suçun 29 defa işlendiğini de savunuyordu.

Bu arada Pulitzer de boş durmadı. Bir İngiliz avukat tutup Paris’e göndererek Panama Kanal Şirketi’nin gizli ortakları ile ilgili araştırma yapmasını istedi. Sonuç ilginçti. Şirket hakkında hiçbir şey bulamayan avukat World’e gönderdiği raporda, ‘’Uzun meslek hayatım boyunca, kamusal işler yapıp da ortalıkta kurumsal yapısı hakkında hiçbir bilgi olmayan tek bir şirket bile görmedim. Nerdeyse bütün resmi kayıtları kaybolmuş durumda’’. Belge bulamayan Pulitzer, kötü niyetli savcı karşısında zor durumda kalmıştı.  

Ancak Roosevelt yönetiminden gelen ağır baskıya rağmen New York mahkemesi, hükümetin soruşturmasını bozarak World gazetesi lehinde karar vererek beraatine hükmetti. James Pollard’ın ‘The Presidents and The Press’’ adlı kitabında aktardığına göre Pulitzer davada beraat edince şöyle konuşacaktı: ‘’Eğer bu gerçekten halkın hükümetiyse, bir Başkan’a bütün bunları yapacak yetkileri vermek kriminal suçtur’’.

Beraat etmesine rağmen Pulitzer konunun demokrasi için hayati olduğunu belirterek yine peşini bırakmadı ve ABD Yüksek Mahkemesi’nin de, ‘devletin, gazete yayınlarına müdahale edip edemeyeceği konusunda’ içtihat oluşturması gerektiğini savundu. ABD Yüksek Mahkemesi kayıtsız kalmadı ve ABD yönetiminin itirazına rağmen konuyu gündemine alarak 3 Ocak 1911’de alt mahkemenin beraat kararını onaylayan içtihat kararını açıkladı. Yüksek Mahkeme, basın özgürlüğünden yana tavır almıştı.

Fakat, Fransız hükümetinin, Panama Kanalı Şirketi’nin yapısı hakkında bilgileri ABD ile paylaşmayı reddetmesi, yolsuzluk iddiaları hakkında ABD’de yasal takip yapılmasını imkansız hale getirdi. Ve sonradan açılan iki Kongre soruşturması ve iki kriminal yargı sürecine rağmen, ‘’Para kimin cebine gitti’’ sorusunun cevabı bugüne kadar bulunamadı.

 

Özgür basın yaşadıkça cumhuriyet yaşar

 

Nitelikli gazeteciler yetiştirilmesinin demokrasi için önemine yürekten inanan Pulitzer, bunun için bir gazetecilik okulu kurulması gerektiğine inanıyordu.

1904 yılında bir gazetecilik okulu kurulmasına destek için The North American Review’de yazdığı yazıda ‘gazeteciliğe’ bakışını şu şekilde özetleyecekti:

‘’Cumhuriyetimiz ve gazeteleri ya beraber yükselir ya da beraber çöker. Hakları bilen ve bunları zekayla uygulayan, çıkarcılıktan uzak, bağımsız, kamusal hizmet bilinçli bir basın, kamusal erdemi koruyabilir. Bu erdem olmadan her hükümet sahtekar ve alaycıdır. Sinik, çıkarcı, demagojik bir basın ise zamanla kendine benzeyen insan yığını üretir. Cumhuriyetin geleceğine şekil verecek güç, gelecek gazeteci kuşaklarının ellerindedir.’’

Pulitzer’in ölmesinden 1 yıl sonra 1912 yılında hayatının rüyası olan Columbia Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi kuruldu. Ve vasiyetine uyularak bu okul öncülüğünde 1917 yılından itibaren adına kurulan Pulitzer gazetecilik ödülleri verilmeye başlandı.

Günümüzde artık ‘Gazeteciliğin Oskarları’ olarak nitelendirilen Pulitzer Ödüllerinin, ‘kamusal hizmet’ dalı ödülünün, 2014 yılında ABD elektronik istihbarat kurumu NSA’in dünya çapındaki gizli dinlemesini deşifre eden The Guardian ve The Washington Post gazetelerine verilmesi işte ödülün bu arka planından dolayı kimseyi şaşırtmadı. Ülkenin en saygın gazetecilik ödülünün, ülkenin ulusal istihbarat kurumunun, yurt dışında bile olsa yaptığı yasadışı işlerin deşifre edilmesini, ‘vatan hainliği’ olarak değil de ‘kamusal hizmet’ olarak görmesinin, demokrasi açısından anlamı büyüktü. Pulitzer’in vasiyetine ve amacına uygundu.  

The New York World gazetesi, ABD Yüksek Mahkemesi’nin 1911’de basın özgürlüğünü onaylayan içtihadının zaferini yayımladığı günkü başyazısında şöyle yazmıştı:

‘’Devlet yönetiminin, basın özgürlüğü prensibini gaspedip yok ederek, krallıkların ‘lese-majesty(majestelerine hiyanet)’ doktrinini yeniden tesis etme girişimi bugün başarısız olmuştur. Basın özgürlüğü, sadece ABD Başkanının keyfi müsaade ettiğinde uygulanacak bir değer, değildir.’’ 

@CemalTdemir