Cemal Tunçdemir

18 Nisan 2022

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve kahve (İfade özgürlüğü tarihine bir yolculuk-6)

Kahve ve kahvehane, önce Avrupa’yı ardından dünyayı şekillendirecek büyük ekonomik, politik ve sosyal dönüşümlerin çoğunda önemli rol oynadı. 

Fransız Devrimi günlerine davet eden bir tarih yolculuğuna, “Her şey 1500’li yıllarda, ‘Halepli Hekim adında bir herif ile Şamlı Şems adında bir zarifin’ İstanbul Tahtakale’de bir dükkân açmasıyla başladı” diye başlarsanız, çabanız fantastik edebiyat türüne girme riski ile karşı karşıya kalır. Ama bu fantezinin, gerçeklere tamamen ilgisiz olmayacağını bilmek de, Hekim ile Şems’in dükkânlarında sattıkları ürün kadar keyif verici olabilir.  

Salah Birsel’in, Kahveler Kitabı’nda 17’nci yüzyıl vakanüvisi İbrahim Peçevi’den aktardığına göre dünyada bugünkü anlamıyla ilk “cafe”yi, yani ilk ‘kahvehane’yi İstanbul Tahtakale’de, 1500’lerin ortasında açanlar, insanların evlerine götürmek yerine tanımadıkları kişilerle bu mekânda içmeyi tercih edebileceklerini düşünen bu iki çılgın girişimci.  

Hekim ve Şems’in kahvehanenin mucidi olduğu kesin değil ama İstanbul’un, kahvehanenin, Avrupa’ya (dolayısıyla dünyaya) yayıldığı şehir olduğunda çoğu tarihçi mutabık. 

Avrupalılar, başlangıçta İstanbul ahalisinin bu mekânlara ve bu koyu acı içeceğe ilgisini anlamlandırmakta güçlük çekiyorlar. Venedikli seyyah Gianfrancesco Morosini 1585 senesinde bir kahvehanede gözlemlerini şu şekilde paylaşmış:  

Ne bu Avrupalılar ne de İstanbul’da saray düzeni henüz kahvenin cezvede, kahve milletinin de tasvirde durduğu gibi durmayacağının farkında değildi tabii ki.  

Batı Avrupa’da ilk kahvehane 1645 yılında Venedik’te açıldı. Londra’nın ilk kahvehanesini açanın 1652 yılında Pasqua Rosée adında İzmirli bir Levanten olduğu kaydedilir. İngiliz Sarayı tarafından haftalık yayınlanan Kingdom’s Intelligencer bülteni, 1662 yılında ‘Turk’s Head (Türk Kafası)’ adlı bir mekânın açıldığını ve mekânda ‘sherbet(şerbet)’ ve kahve tozundan yapılan bir içecek servisi yapıldığını kaydediyor. Sonradan çokça taklit edilecek bir kahvehane ismi olacaktır bu. Örneğin dönemin ünlü tarihçisi Edward Gibbon’un bir mektubundan öğreniyoruz ki 1770’li yıllarda aynı adlı bir başka kahvehanede, üyeleri arasında Adam Smith ve Burke gibi çok önemli isimlerin de olduğu bir ‘Turk’s Head Cemiyeti’ bile oluşmuş. 

1663 yılına gelindiğinde sadece Londra’da 82 kahvehane vardır. Her meslek grubu, 

her sosyal veya ilgi alanı kendi kahvehanesinde buluşur. Bir kahve tutkunu olan Newton’un da müdavimi olduğu Grecian Kahvehanesi adından anlaşılacağı gibi başta Kraliyet Bilim Cemiyeti üyeleri olmak üzere matematikçileri, fizikçileri, filozofları bir araya getiren bir mekândı. Jonathan’ın Kahvehanesi (Jonathan’s Coffee-House), tüccarların en popüler kahvehanesiydi. Londra Borsası, bu kahvehanede 1680’lerin başında doğacaktı.   

Ve nihayet Sicilyalı göçmen François Procopio, aldığı limonata dükkânı ruhsatıyla Fransa’nın ilk kahvehanesini “Café de Procope” adıyla açtığında takvimler 1689 yılını gösteriyordu.  

İletişim, aydınlanma veya özgürlük tarihini anlatan bir çok tarihi kaynağın kahveye ve kahvehanelere özel bir yer ayırması boşuna değil. Kahve ve kahvehane, önce Avrupa’yı ardından dünyayı şekillendirecek büyük ekonomik, politik ve sosyal dönüşümlerin çoğunda önemli rol oynadı.  

Tabii ki kahvenin içecek olarak uyarıcılığı ilk önemli faktördü. Dönem Avrupa’sındaki ana içecek ‘ale’ yani biraydı. Temiz içme suyu, hele de şehirlerde çok az bulunan bir imkândı. Susuzluklarını, mevcut sulardan çok daha sağlıklı olan bira ile gideriyorlardı. Dolayısıyla, avam tabakasının günlük yaşamı genellikle yarı sarhoş ve uyuşuk bir yaşamdı. Kahve, insanları uyanık kalmaya, dinlemeye, öğrenmeye, derin konuları tartışmaya güç yetirir hale getirdi.  

Kahvehane ise sıradan insanların sadece ibadethanelerde sosyalleşebildiği toplumsal düzende derinden bir değişime yol açıyordu. Kapıların herkese açık olduğu eşitlikçi müşteri anlayışıyla, özellikle de Londra ve Paris gibi merkezlerin aristokratik ve hiyerarşik toplumsal düzeninde, farklı sosyal sınıflardan insanlar arasında etkileşimi görülmemiş düzeye çıkarıyordu.  

Gazete ve kitap almaya herkesin güç yetiremediği çağda buralar, orta ve alt sınıflar için gazete ve kitaba ulaşmanın neredeyse tek yoluydu. Bilgi ve haberin yayılmasını hızlandırıyor, resmi görüşlere aykırı düşüncelerin kitleselleşmesine önayak oluyordu. Üstelik, gazete, kitap ve önemli yazıları yüksek sesle herkese okuyan birileri olduğu için okuma yazma bilmeyen insanları bile görüş sahibi haline getiriyordu.  

Alman düşünür Habermas, kamuoyu ve kamusal alan ile ilgili bütün modern kavramların 18’inci yüzyılda doğmasının tesadüf olmadığına dikkatimizi çekiyor. 1700’lü yıllar, ‘kamusal alan’ın, Atina ‘agora’sından ve Roma ‘forum’undan sonra yeniden ve çok daha etkili şekilde dirilmesine tanık olduğumuz dönem. Ve kahvehaneler, monolog, vaaz ve tek yanlı bilgi aktarımına dayalı hiyerarşik temsili kültürden, diyalog, tartışma veya eleştirel tarzda bilgi alışverişine dayalı eşitlikçi katılımcı kültüre geçişte oynadıkları rolle kamuoyu yaratan bir odak haline geliyordu. Paris kahvehane dünyası ise, Habermas’ın efkârı ammenin oluştuğu kamusal alan için öngördüğü, ‘herkese açık olması, tartışmanın rasyonelliği ve sosyal statünün önemsiz olması’ şartlarının üçünü de yerine getiriyordu.   

1789 yazında sadece Paris’te 800’e yakın kahvehane vardı. Bu o çağ için muazzam bir sosyal iletişim demekti. Procopela Régence ve Foy gibi efsaneleşecek olanlar da dahil yaklaşık 25 önemli kahvehanenin yer aldığı La Palais Royal galerilerini, bir devrim liderinin, ‘aydınlanmanın karargâhı’ şeklinde nitelendirmesi boşuna değildi. Kralın kuzeni Orleans Dükü Philippe’in özel mülkü olan bu bölge, aydınlanmaya inanan Dükün koruması altında bir özgürlük vahasına dönüşmüştü. Burası sadece kahvehane dünyasının değil, Fransız aydınlanmasının da kalbiydi ve aydınlanmanın bütün fikriyatı, sonradan politik mücadelenin bütün haberleriyle beraber buradan Paris’e ve Fransa’ya yayılıyordu.

 

18’inci yüzyılda kahve ve çay tüketimi konusunda uzman tarihçi Woodruff Smith, ‘Consumption and the Making of Respectability’ adlı şahane incelemesinde, Procope Cafe’yi “Aydınlanmanın gayri resmi meclis salonu” şeklinde nitelendiriyor. 

Günümüzde hâlâ açık olan Procope Kahvehanesi, evinde bile günde 50-60 fincan kahve içecek kadar kahve bağımlısı Voltaire başta olmak üzere (belki de Candide’in dopingli üslubunu açıklayan şey), Rousseau, Diderot gibi birçok ismin kahveyi ilk tattığı mekândı. Ansiklopedi’nin doğduğu yerdi. 

Diderot ve Montesquieu’nun favori mekânı olan Café de la Régence ise yine kahve ile aynı dönemde popülerleşen satranç tutkunlarının ana uğrak yeriydi. Diderot ve Rousseau 1742 yılında bu kahvehanede bir satranç karşılaşması izlerken tanışacaktı. Onlardan yüzyıl sonra 1844 yılında Marx ve Engels aynı kahvehanede buluşacaktı. 

 

Dünyayı da değiştirecek 1789 ve 1794 arasındaki beş uzun yıldaki bütün kritik gelişmeler de ya bir Paris kahvehanesinde kıvılcım alacak veya orada gerçekleşecekti. Devrim sürecinin kendisi bile, sokaklara taşmadan çok önce, kahvehanelerde fısıltılarla, hararetli tartışmalarla, çeteleşmelerle başlıyordu. Birçok kahvehanede oratorlar yüzlerce kişiye konuşmalar yapıyor, dış politikadan ekonomiye kadar “devlet sırrı” denilerek o güne kadar halktan gizlenmiş birçok politika ve karardan toplum ilk kez haberdar ediliyordu. Gazetelerin yanı sıra Voltaire’in, Rousseau’nun, Diderot’nun, Montesquieu’nun kitapları yüksek sesle okunuyordu.     

Sarayın lüks giderleri, savaşlar ve Fransa’nın Kuzey Amerika’daki kolonisini ele geçiren İngilizlere karşı intikam olarak son 13 yılda Amerikan bağımsızlık savaşına aktardığı destekle bir borç batağına saplanan ve bazı reformlar yapmaya mecbur hale gelen 16’ncı Lui, Fransa Genel Meclisini, 1614’ten beri, yani 175 yıl sonra ilk kez toplantıya çağırmak zorunda kalmıştı. Fakat Genel Meclis 5 Mayıs 1789 günü toplandığında, kurul yapısı ile ülkedeki bütün eşitsizliği ve zalimliği daha da aşikâr hale getirmekten başka hiçbir işe yaramayacaktı.   

Genel Meclis üç ayrı alt meclis heyetinden oluşuyordu: Din adamları, asiller ve halk temsilcileri. Genel Meclis açılışında, kararların, bireysel oyların sayımı ile değil, heyet oyu olarak alınacağı deklare edildi. Yani, her meclis kendi içinde reyini belli eden oylama yapacaktı, nihayetinde her heyet adına bir oy yani toplamda sadece 3 oy olacaktı. Nihai kararları belirleyecek toplam üç oyun ikisi, Fransa nüfusunun yüzde 2’sini oluşturan asiller ve din adamları heyetlerine ait olacaktı. Köylüsünden esnaf zanaatkârına ve burjuvasına kadar nüfusun yüzde 98’ini oluşturan ve üstelik de vergilerinin tamamını ödeyen halkı temsil eden heyetin ise tek bir oyu olacaktı. Bu, boşalan hazineye ve müflis ekonomiye çare olarak konulacak bütün vergilerin de yine halka yıkılacağı anlamına geliyordu. 

Kraliyet, feodal beyler ve kilise ayrı ayrı halkı vergilendiriyor, lüks harcamalarına kaynak yaratıyordu. Fransız solunun 19. Yüzyıl sonundaki simge isimlerinden Jean Jaurès, o günlerdeki manzarayı şöyle tasvir edecekti: 

Halk temsilcileri heyeti, 5 Mayıs 1789 günü daha gündeme geçilmeden, bu olağanüstü temsil eşitsizliğine itiraz ederek kabul etmeyeceğini açıkladı. ‘Temsil yoksa, vergi de yok’ sloganıyla başlayan Amerikan devrimi ile uzun süredir içli dışlı olduklarından anayasal bir düzen arzulayan Kont Mirabeau, LaFayette ve Orleans Dükü Phillippe gibi aristokratların yanı sıra, Abbe Sieyès gibi bazı dini liderler de Halk Meclisine destek verdiler. 

 

Başkeşiş Sieyès aydınlanma düşüncesinden beslenmiş ve temsil eşitliğine inanan bir din adamıydı. 1780 yılında yazacağı bir makale ile ‘sosyoloji’ terimini dünya literatürüne kazandırmıştı. Sieyès, Genel Meclis’in toplantısına giden günlerde yazacağı, “Üçüncü Heyet nedir?” başlıklı makalesine, bu soruya yanıtı olan, “Her şeydir. Politik düzendeki önemi ne? Hiçbir şeydir. Ne olmak istiyor? Bir şey olmak istiyor” cümlesiyle başlıyordu. Bu makale, üçüncü heyetin, basit teknik taleplerin ötesine geçerek devletin doğası ile ilgili itirazları olan bir meclise dönüşmesinde de çok kritik bir motivasyon kaynağı olacaktı. Sieyès din adamı olmasına rağmen, din adamları meclisinde değil, halk meclisi heyetine katılacaktı.  

Üçüncü heyet, yani halk temsilcileri, itirazları kabul edilmeyince, bazı asillerin ve din adamlarının da katılımıyla, Genel Meclis’ten ayrılarak, kendi başlarına Fransa Ulusal Meclisini oluşturduklarını açıkladılar. Kont Mirabeau, Ulusal Meclisin başkanı seçildi.  

Kral, tanımadığı bu meclisin, Genel Meclis salonunun yer aldığı Versailles Sarayına girişini yasaklayarak toplanmasını engellemek istedi. Sarayın, Meclis salonunun kapılarını kilitlettirmesi üzerine, dışarıdaki kapalı tenis kortunda toplanarak, ülke bir anayasa kazanıncaya kadar meclisi sürdürmeye yemin ettiler. Kont Mirabeau, Kralın Meclis’in derhal dağılması isteğini ileten elçisine, “Git seni gönderene de ki, halkın isteğiyle buradayız ve ancak top mermileri bu meclisi dağıtabilir” yanıtı verdi. Ulusal Meclis, 9 Temmuz günü kendisini artık Kurucu Meclis olarak adlandırmaya başladı.  

Ülkenin düzenindeki çatırdamanın en keskin göstergelerinden biri de Kralın maliye bakanı Jacques Necker’ın, oldukça sıra dışı bir yaklaşımla, Kraliyetin bütün bütçesini kamuoyuna açık hale getirmek istemesiydi. Devletin her türlü gelirini, vergi oranlarını, kamusal harcamasını ve dış politikasını devlet sırrı olarak gören ve halkından saklayan sarayda fırtına kopardı bu durum. Sarayın ekonomik çöküntüye karşı isteksizce göreve getirdiği ve ilkeli bir karakter olan Necker, vergi yükünü eşit şekilde bölme, devlet harcamalarına denetim getirme gibi birçok reform planı ile halk arasında oldukça popüler bir isimdi. Bu da Kralın dar dairesinde oldukça güçlü düşmanlar edinmesine neden oluyordu.   

Fransız tarihçi Jules Michelet, 1789 Temmuz ayının Paris’ini, “Yerin altı aşırı ısınmıştı. Ve eğer dokunsaydınız, patlamaya hazırlanan büyük bir volkanın uğultusunu hissedebilirdiniz” şeklinde tasvir ediyor.  

1789 Temmuz’unda Paris’in sosyo-politik iklimini Nâzım Hikmet’in Kıyamet Sureleri şiiriyle de tahayyül edebiliriz:  

İşte böylesi bir kırılganlıkta, 11 Temmuz 1789 günü Kral 16. Lui, ancak kendini aşırı önemsemenin neden olabileceği bir körlükle baltasını volkanın ağzındaki kayaya vurdu. Dar danışman kadrosunun da telkinleri ile, Ulusal Meclis ve halk nezdindeki tek saygın devlet temsilcisini, Maliye Bakanı Necker’ı 11 Temmuz 1789 günü görevden aldı. Halk temsilcileri ile tek pazarlık bağını kopardı.  

O gece henüz saray dışında pek kimsenin haberi yoktu. Fransa, fırtına öncesi sessizlik uykusuna yattı. Ta ki ertesi gün, 12 Temmuz 1789 sabahı, 29 yaşındaki gazeteci ve politik aktivist Camille Desmoulins, telaşla Foy Kahvehanesine koşup, kahve milletine haber verinceye kadar…  

Desmoulins, Genel Meclis toplandığından beri Paris’te oldukça öne çıkmaya başlayan iki hukukçunun yakın arkadaşıydı. Genel Meclis’e Fransa’nın kuzeyindeki Arras milletvekili olarak gelip, meclisin en ateşli düzen eleştiricilerinden biri haline gelen Maximilien Robespierre’in çocukluk arkadaşıydı. Paris yönetiminde savcılık yaparken yeni oluşan Kurucu Meclis’e katılan Georges Danton’un ise çok yakın arkadaşıydı. Desmoulins, kahvehane önünde bir elinde kılıç diğerinde bir pistol olduğu halde bir sandalyenin üstüne çıktı ve Necker’ın görevden alındığını bildirerek ateşli bir konuşma yaptı ve çevredeki bütün kahvehanelere doğru bağırdı: 

Haftalardır Paris’in altında fokurdayan volkan, kentin sokaklarına çıkacağı çatlağını bulmuştu...  

İsyancılar, Paris sokaklarında birbirlerini tanımak için elbiselerine bir kokart takmaya karar vermiştiler. La Palais Royal çevresindeki ağaçların yaprağı kokartları oldu. Kahvehaneler bölgesinden çıktıklarında binlerce kişiye ulaşmışlardı bile. Aynı gün Kurucu Meclis, bu isyancılardan ‘burjuva milisleri’ adıyla ordu kurma kararı aldı. Komutanlığına da LaFayette getirildi. Yakın zaman sonra adı, ‘Ulusal Muhafız Ordusu’ olarak değiştirilecekti.  

İsyancıların ilk hedefi, bir silah deposu olduğunu bildikleri Invalides belediye binasıydı. Çatışmasız ele geçirdikleri bu kurumdan elde ettikleri binlerce tüfek için baruta ihtiyaçları vardı. Barutu en kolay nereden edineceklerini bulmaları çok sürmedi. 14 Temmuz 1789 günü Fransız despotizminin sembol zindanı Bastille Kalesi'nin önüne geldiler.  

Saatler süren ve yaklaşık 80 isyancının ölümüne neden olan çatışmalardan sonra Bastille Kalesi bütün mühimattıyla ele geçirildi. Kalenin yöneticisinin kafasını mızrağa takarak Paris içinde protestolara devam ettiler. Fransa’nın elit piyade tümeni, isyancıları zorla bastırmayı reddettiği gibi bir kısmı artık Ulusal Meclis ordusuna katılıyordu.  

Ertesi gün bu kez Georges Danton, Procope Kahvehanesi önünde topladığı kalabalıkla belediye binasına yürüyüşe geçiyordu. Ateş bütün Fransa’ya yayılmıştı. Ülkenin her yerinde asillere, kralın üst düzey temsilcilerine veya aristokrat mülklerine saldırılar oluyordu. Biraz zaman kazanıp Cumhuriyet karşıtı Avrupa monarklarının göndereceği asker ve destekle bu gaileyi bertaraf edineceğini hesaplayan Kral bile devrimin hızı karşısında çaresiz kaldı ve Kurucu Meclis’i tanımak zorunda kaldı. Kurucu Meclis, 1789 Ağustos ayında, feodal sistemi sona erdirdi. Aristokrat kesim de vergi mükellefi haline getirildi. Devrim ilk büyük reformunu başarınca dünyada yeni bir çağ başlatacak hamlesine koyuldu.  

Marquis de Lafayette, 13 yıl önce ABD Bağımsızlık Bildirgesini yazan ve 1800 seçiminde ABD’nin üçüncü başkanı seçilecek Thomas Jefferson ile birlikte, Fransız Devriminin zirve bildirgesi olacak İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin taslağını hazırladı. Robespierre’in de içinde olduğu komitenin son halini verdiği bildirge 26 Ağustos 1789 günü ilan edildi ve müstakbel anayasanın mukaddimesi olarak kabul edildi. Avrupa’da deprem etkisi yapacak bu bildirge, dünyayı dönüştürecek ve  nihayet 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile küresel bir bildirgeye evrilecekti. Devrim yıllarında Paris’te olan Jefferson sonradan bildirgenin entelektüel açıdan en çok borçlu olduğu ismin Montesquieu olduğunu kaydedecekti. Onun yanı sıra Voltaire ve John Locke’ın birey hakları, özgürlük ve laiklik anlayışları, Rousseau’nun vatandaş eşitliği veya kanunların ‘genel iradenin’ tecellisi olduğu unsurları, bildirgeye ruhunu veriyordu.   

Bu bildirge, elbette ki aydınlanmanın eşitlik, özgürlük, çoğulculuk ve bireysel haklar başta olmak üzere birçok değerini yansıtıyordu. Fakat tıpkı Amerikan Anayasasının, Amerikan bağımsızlık bildirgesinin vurguladığı evrensel eşitliği kadınlar ve köleler için görmezden gelmesi gibi, sonradan gelecek anayasa da Fransız bildirgesindeki evrensel eşitliği görmezden gelecekti.   

Ülke, devrimin ikinci yılında ilk anayasası ile anayasal monarşiye geçerken, cumhuriyetçiler de seslerini yükseltmeye başlıyordu. Devrimin başından beri cumhuriyetçi hareketi yönlendiren ana cemiyet ise, Anayasanın Dostları Cemiyeti’ydi.   

Anayasanın Dostları Cemiyeti, 1789 sonbaharından itibaren toplantılarını Katolik Dominikan tarikatının eski bir manastırında (Dominikan tarikatı Aziz Jak Manastırında kurulduğu için bu mezhebin üyelerine Parisliler Jakoben diyordu) yapmaya başladığı için Jakoben Kulübü olarak adlandırılmaya başlandı. Devrim sürecinin en organize ve yaygın cemiyeti haline gelecekti.  

Jakobenler, aslında tek ortak noktaları cumhuriyetçilik olan ve birçok farklı üslubu barındıran bir koalisyondu. Robespierre bütün alt gruplaşmaların ortasında durmasıyla, devrime felsefi düşünsel zemin hazırlayan konuşmalarıyla Jakoben hareketin en önemli sözcüsü olmaya başlayacaktı. 1790 Nisan ayında Jakoben Kulübü’nün başkanı seçilecekti. Devrim sürecinin başlamasında çok önemli rol oynayan Kont Mirabeau’nun 1791 baharında ölmesiyle de Robespierre ve Jakobenler Kurucu Meclis’te etkili olmaya başlayacaktı. 

Kurucu Meclis 1791 Eylül ayında anayasa çalışmasını ve kendi görevini bitirdi ve ülkenin ilk anayasası kabul edildi. Fransa artık bir anayasal monarşiydi. Fakat Jakobenler, kralın anayasal düzene bağlılığına güvenmiyor ve cumhuriyet için kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. 

 Kral’ın Yasama Meclisi’nin çıkardığı reform yasalarını veto ederek, cumhuriyetçi bakanları kovup tamamen anayasal monarşistlerden oluşan yeni bir kabine kurması Meclis ile Kralı karşı karşıya getirdi. Sarayda fiili bir hapis durumunda olan kralın Fransa’dan başarısız kaçma girişimi de anayasal monarşinin işleyeceği inancını zayıflattı, cumhuriyetçi görüşü güçlendirdi. 

1792 Temmuz ayında, Avusturya ve Prusya’nın Fransız Devrimine karşı ittifak ordusunun komutanı olan Brunswick Dükü’nün, “kral ve ailesine dokunursanız, Paris’te taş üstünde taş bırakmayız” muhtırası da korku yaratmak yerine ters tepti. Büyük bir toplumsal öfke biriktiren Paris, Bastille baskınından üç yıl sonra yine sıcak bir yaz günü ikinci devrimine doğru yol almaya başladı. Artık Fransa’nın en etkili politikacısı olan Robespierre’in liderliğinde…   

İkinci devrimin en öne çıkacak isimlerinden biri, eski savcı olan ve Bastille Baskını'nda da önemli rol oynamış Georges Danton olacaktı. Kendisine bağlı halk ve militanlardan oluşan Cordeliers Kulübü ile Paris yerel yönetiminin en etkili figürlerinden biri oldu. Toplantılarını Cordeliers semtinin manastırında yaptıkları için Cordeliers Kulübü diye anılıyorlardı. Danton, Camille ve Marat’ın da yaşadığı bu semt, Paris’in en cumhuriyetçi bölgesiydi. Camille Desmoulins, “özgürlüğün ihlal edilemediği tek sığınak” şeklinde niteleyecekti bu semti. Hemen yakındaki Procope Kahvehanesi ise üçlünün buluşma mekânlarıydı.  

Üç yıl önce Bastille Baskını'nın dinamosunu da oluşturan Cordeliers Kulübü üyeleri, Danton liderliğinde, 9 Ağustos 1792 günü Paris belediye meclisini (Hôtel de Ville) ele geçirdi ve şehri yönetecek Paris Komünü yeniden oluşturuldu. Ertesi gün komüne bağlı militanlar ve farklı şehirlerden gelmiş 30 bin gönüllü isyan ederek, Kralın yaşadığı ve aynı zamanda Yasama Meclisi’nin çalıştığı Tuileries Sarayı'nı bastı. Ulusal Muhafız Ordusu jandarmaları isyancıların safına geçti. Kral’a sadık kalan yaklaşık 1000 kişilik İsviçreli paralı ordu ile çatışmalarda, 700’e yakını İsviçreli asker, olmak üzere binden fazla kişi öldü.  

Toplantı halindeki Yasama Meclisine sığınan kral yaşamını o gün için kurtardı, fakat tahtını kurtaramadı. Robespierre ve Paris Komünü’nün tehdidiyle, üyelerinin yarısı bir gece önce kaçmış Yasama Meclisi aynı gün krallık rejimini askıya alırken, kralı da hapishaneye gönderdi.  

Bakanlar tamamen Jakobenlerin farklı kanatlarından gelen isimlerden oluştu. Danton artık adalet bakanıydı, Camille de yardımcısı...  

Paris Komünü ise artık “sans-culottes” diye adlandırılan halk kitlesinin tam egemenliğine geçiyordu. Dönem Fransa’sında soylu erkekler, diz altına kadar giden ve çorap ve çizme ile tamamlanan ‘külot’ adı verilen dar bir pantolon çeşidi giyiyordu. Bunu giymemek doğrudan asillerden veya doktor, avukat gibi profesyonellerden olmadığı anlamına geliyordu. (Külot, Türkçeye alt iç çamaşırı anlamında geçtiği için, “sans-culottes” daha çok ‘baldırı çıplaklar’ şeklinde çevriliyor)  

Baldırı çıplaklar, ‘avami’ anlamında bir aşağılama ifadesiyken, ikinci devrimle beraber bir övgüye dönüştü. Ve fakat bu yığınlar, cumhuriyet, adalet ve özgürlüğe bilinçli bir bağlılıktan çok, mevcut ekonomik düzeni temsil ettiklerine kani oldukları herkese ve her şeye öfkenin yönlendirdiği bir kitleydi. Öfke, en radikal tavır ve düşüncelerin insan kaynağı haline getiriyordu onları. 10 Ağustos devrimi ile, doğrudan demokrasiye yol veren yerel halk meclislerine dayanan bir yönetim modeline geçilmesi, üstüne belediyelere de devrim karşıtı şüphelileri tutuklama yetkisi de verilmesiyle ağırlıklarını iyice arttırdılar.   

17 Ağustos 1792 günü Yasama Meclisi, Robespierre ve Komünün tehdidi ile kendisini feshederek, ilk kez vatandaşların (bütün erkeklerin) oyu ile üyeleri seçilecek Ulusal Kurultay adlı yeni bir meclisi oluşturma kararı aldı. Kurultay oluşuncaya kadar, geçiş sürecinde ülkeyi yönetecek bir de devrim komisyonu oluşturuldu. LaFayette’in de Ulusal Muhafız Ordusu komutanlığını bırakıp, gönüllü sürgüne gitmesiyle, birinci devrim süreci tamamen kapandı ve Jakobenlerin devrim süreci başladı.   

Eylül ayında yapılan ve tarihte ilk kez herkesin (erkeklerin) oy kullanmasıyla oluşan Ulusal Kurultayın ilk oturumunda 22 Eylül 1792 günü saltanat kaldırılarak cumhuriyet ilan edildi.  

Devrim, kilise dışında resmi nikahla evlenme, boşanmanın yasal hale getirilmesi, devlet erklerinde kilisenin hiçbir etkisinin bırakılmaması, krallığın şatafatını halka göstermek için kraliyet eşyalarının sergilenmesi amacıyla Louvre Sarayı'nın müzeye dönüştürülmesi gibi olumlu reformlarla hâlâ özgürlük ve cumhuriyet yolunda canlılık sinyali veriyordu.  

Fakat devrim, aynı zamanda da savrulacağı çok tehlikeli bir viraja girdiğinin işaretlerini de vermeye başlamıştı. Kraliyet görevlileri, yanlıları ve kilise mensuplarına dönük tutuklama ve idam furyası, ilk kez, yönetimin bazı kararlarını eleştiriyorlar diye devrim ve cumhuriyeti destekleyenlere de dönüyordu.  

Örneğin, onlarca yıldır kralın ve kilisenin yasakladığı birçok kitabı, gizlice basıp dağıtma cesaretiyle fikir özgürlüğü mücadelesinde oldukça saygın bir yer edinen yayıncı Pierre Beaumarchais. Bugün Voltaire külliyatını eksiksiz okuyabiliyorsak onun sayesindedir. Aslında bir kitap yayıncısından çok fazlasıydı. Nerede olursa olsun özgürlük mücadelelerinde destek verdi. Amerikan Devrimine silah ve geminin yanı sıra Fransa’da politik destek sağlayan isimdi. Sonradan Fransız Devrimi'nin de ateşleyicilerinden biri olacaktı.    

Öncülerinden olduğu Fransız Devrimi'nin ve ilan edilen cumhuriyetin coşkusunu yaşarken, Robespierre ve arkadaşlarının girdiği yolun, yeni kazanılmış özgürlüklere çok büyük tehdit olabileceğini gördü. Robespierre’in 10 Ağustos isyanından sonra uyguladığı politikaları, tiranlığı inşa edebilecek tehlikeli adımlar görerek eleştirdiği gerekçesiyle tutuklanarak Bastille’e kapatıldı. Konduğu koğuştaki herkesin öldürüleceği Eylül Katliamı’ndan sadece üç gün önce serbest bırakıldığı için kurtuldu. Fakat, adı, uydurma bir gerekçeyle, ‘eski rejim bağlısı hainler listesine’ dahil edildiği için kaçıp yaklaşık 3 yıl sürgünde yaşamak zorunda kalacaktı. Hakkındaki fişleme kaldırılınca 1796’da Paris’e dönecek ve ömrünün kalan üç yılını sessizlik içinde geçirecekti. Günümüzde sadece, İspanya’dayken yazdığı ve Mozart’ın bile bir bölümünü bestelemekten kendini alamayacağı tiyatro üçlemesi ile (Sevilla Berberi, Figaro’nun Düğünü, Suçlu Ana) ile hatırlanıyor.  

Yine 10 Ağustos’u takip eden günlerde özgürlük ve devrim meydanlarının ortasına halkın iktidara karşı konuşabileceği kürsüler yerine, iktidara karşı konuşacak herkesin kafasını kesecek idam platformları kuruluyordu. Devrimin hemen başında ‘insan hakları’ ve ‘eşitlik’ inancıyla yeni bir kafa kesme aleti icat edilmişti. Çünkü, krallıkta hâlâ orta çağdan kalma, idam mahkumuna mümkün olduğunca uzun süre acı yaşatma üzerine kurulu işkence yöntemleriyle idam uygulanıyordu. Sadece suçlu asil veya din adamı ise, kafası kılıç veya palayla kesilerek hızlıca idam ediliyordu.   

Her alanda eşitlik getiren devrim, idamda da eşitlik arayışına girmişti. Doktor Antoine Louis’in geliştirdiği mekânizma, hızlı ve acısız ölüm sunmasıyla bu arayışın hemen dikkatini çekti. Aslında idam karşıtı bir pasifist olan doktor milletvekili Joseph Guillotin, 1791 sonbaharından itibaren, en azından idamların daha insani ve eşitlikçi infazı için tasarı vererek, mucidinden dolayı ‘louisette’ diye de anılan mekânizmanın kullanılması yönünde çaba göstermeye başladı. Nihayet Meclis'teki çabası başarı ulaşmış ve bütün idamlarda sadece bu aletin kullanılması yasalaşmıştı. 25 Nisan 1792 günü ilk kez bir mahkum bu mekânizma ile idam edildi. Ne var ki gittikçe adaletsizliğin sembolü olacak bu ürkütücü mekânizmayı herkes ne lakabı ne de mucidinin adıyla değil, idam mahkumlarına acısız ve hızlı bir ölüm sunmak için ısrarla yasa teklifi veren ve kampanya yapan bu iyi niyetli milletvekilinin adıyla yani ‘giyotin’ diye adlandırmaya başlayacaktı. 

Devrimin nasıl kanlı bir sürece girdiğinin en dehşet verici göstergesi ise kitlesel tutuklamalarla dolup taşan hapishanelerde yaşanacaktı.  

Adalet Bakanı Danton’un yaptığı ve komüne bağlı halkı silahlı mücadeleye çağırdığı konuşmasından bir gün sonra 2 Eylül 1792 günü, komün üyeleri ve hapishane gardiyanlarından oluşan çeteler, devrim karşıtlarını öldürme bahanesiyle hapishanelere girerek katliama başladı. Tarihe ‘Eylül Katliamı’ adıyla geçen katliam 4 gün sonra durdurulduğunda, hapishanelerde binlerce mahkum öldürülmüştü. Birçok kişi Danton’u sorumlu tuttu, bazıları da gazetesinde sürekli hapishanelerin devrime büyük tehdit barındırdığı yazıları yazarak korku yayan Marat’ı.   

Halk oyu ile seçilen ilk meclis olan Ulusal Kurultay artık tamamen Cumhuriyetçi devrimcilerden oluşuyordu. Ancak, Robespierre’in ‘içimizdeki gizli hainler’ paranoyası, Jakobenler arasında 1791 sonbaharında savaş kararı sırasında başlayan ayrışmayı derinleştirdi. 

En ateşli sözcüleri Gironde bölgesinin milletvekilleri olduğu için sonradan rakiplerinin taktığı isimle Girondins (Jirondenler) diye anılacak Jakoben grubu, bağımsızların da desteğiyle Ulusal Kurultay’a, dolayısıyla devrim sürecinde hâlâ etkindi. Robespierre ve Paris Komününe eleştirileri nedeniyle çoğu artık eski Jakoben haline gelmiş isimlerden oluşan bu yapı oldukça gevşek bir koalisyondu aslında. Daha çok entelektüellerden ve teorisyenlerden oluşan bir gruptu. 

Kurultay’da oturdukları yerler salonun arka yüksek sıralarında olduğu için Montagnards (Dağ sakinleri) diye anılacak Jakoben grubu ise, Robespierre’in paranoyasını destekleyen ve devrimin daha da radikalleşmesi isteğindeki isimlerden oluşuyordu. Ağırlıklı olarak komitacı aktivistlerden oluştukları için tabanda daha etkili oluyorlardı.  

1792 sonbaharında en önemli gündem Louis Capet adlı vatandaşın yargılanmasıydı. Altı ay öncesine kadar herkesin Kral 16. Lui olarak andığı kişiydi bu. Ulusal Kurultay’da yapılan yargılama sonunda 721 milletvekilinden tek biri bile kralın beraatine oy vermedi. Ancak cezanın ne olacağı konusunda Meclis ikiye bölündü. İdam isteyen Robespierre ve arkadaşları sadece bir oy farkla kazandı. Kralın kuzeni olan eski Orleans Dükü yeni adıyla Philippe Égalité de idam lehinde oy vermişti (Başından beri devrimi desteklemesine rağmen Philippe de 10 ay sonra, giyotine gönderilecekti).  

38 yaşındaki Kral 16. Lui, 21 Ocak 1793 günü giyotinde kafası kesilerek idam edildi. Lui ölmüştü ama aylardır ‘Lui ölmeli ki cumhuriyet yaşayabilsin’ diyen Robespierre’a göre cumhuriyet yine tehdit altındaydı. Yeni tehdit, krallığı beraber yıktığı, cumhuriyeti ve laikliği beraber inşa ettikleri yol arkadaşlarıydı… Jirondenler yok edilmeden devrime de Fransa’ya da huzur yoktu! 

Devrimin kendisini “dış güçlerin işbirlikçisi bu vatan hainlerinden” koruması için yeni bir araca ihtiyacı vardı. Çünkü, hâlâ çoğunlukla makul isimlerden oluşan Kurultayı ikna etmesi zor görünüyordu. Aradığı çözümü ona Danton sundu. Danton’un Kurultaya sunduğu, 10 Ağustos devriminden sonra kurulan geçici devrim komisyonunu kalıcı olarak yeniden oluşturma tasarısını bütün gücüyle destekledi. Devrim Komisyonu, bir yandan kurultay adına devleti yöneten yürütme erki bir yandan da devrim mahkemesi olacaktı.  

Danton ve Robespierre’in devrim komisyonunun kurulmasını isteme nedenleri ise çok farklıydı. Danton, ülkenin her yerinde ama özellikle de Paris’te, çetelerin, oluşan iktidar vakumundan yararlanarak, sosyal hayatı çekilmez hale getirmelerine karşı bir çözüm olarak görüyordu. Robespierre ise, “devrimin kendini gizleyen düşmanlarını” temizlemek için. Bu bakış farklılığı, Montagnard’ların iki müttefik liderini de birkaç ay sonra karşı karşıya getirecek şeydi.  

Jirondenler, devrim komisyonunun kuruluşuna, tiranlık oluşturacağı gerekçesiyle aylarca direnseler de değişik isyanlar ve asayiş sorunlarının yarattığı kaotik iklimde pes ettiler. Ulusal Kurultay’dan geçen yasa ile Devrim Komisyonu, 6 Nisan 1793 günü Halk Güvenliği Komitesi adıyla kuruldu. Dokuz üyeli komite, fiilen Danton’un liderliğindeydi. Tek bir Jironden bile alınmadı komiteye. Bunun anlamı açıktı. Devrimin çanları artık onlar için çalmaya başlıyordu. Kurultay Meclisi'nin bile dokunmaya çekineceği bu komitenin kuruluşu, özgürlük devriminin, sonradan ‘Terör Rejimi’ diye anılacak evresine geçişinin başlangıcı kabul ediliyor.  

Latince kökenli Fransızca sözcük ‘terör’, sarsıcı, dehşete düşürücü ve aklı kör edici ölçüde büyük korku anlamına geliyor. Baldırı Çıplaklar diye anılan komün tabanı ve Jakobenlerin en radikal kanadı olan Hebertistler bir süredir ‘korku(terör) rejimine’ olan ihtiyacı savunuyordu. Halk Güvenliği Komitesi’nin dokuz üyesinden biri de olan Ulusal Kurultay Milletvekili Bertrand Barère’in birkaç ay sonra 5 Eylül 1793 günü Kurultay’a yaptığı konuşmada, “terörü nizam haline getirelim” sloganı döneme adını veren çıkışlardan biri olacaktı. Robespierre de daha sonra bunu savunurken, ‘erdemsiz terör barbarlıktır, terörsüz devrim acizdir’ sözleriyle, terörü gereklilik olarak nitelendirecekti.     

Halk Güvenliği Komitesi'nin kurulmasıyla Devrim, Fransız halkının eşitlik, özgürlük ve ekmek taleplerini çözmek yerine bütün enerjisini kendi çocuklarını yemeye harcayacak bir düzene evrilecekti. Neden? 

Bu sorunun yanıtı yaklaşık 250 yıldır çokça tartışılıyor. Kanadalı şair yazar Margaret Atwood’un New York Times gazetesinde geçen hafta yayınlanan röportajında, ütopyacı hareketlerin doğasına ilişkin tespiti de yanıtlardan biri olabilir:  

Jakoben Kulübün başkanı olan Marat’ın, Halk Güvenliği Komitesinin kurulmasından hemen sonra, kralın idam edilmek yerine başka türlü cezalandırılmasını isteyen bütün milletvekillerinin giyotine gönderilmesi yönünde başlattığı kampanya, Jakoben iç savaşının işaret fişeği oldu. Karşılık olarak Jirondenler de Marat’ın bu provokasyonu nedeniyle tutuklanması için Kurultay’da yasa geçirdi. Kurultay ile Paris Komünü arasında gerginlik 1793 Mayıs ayında hızla tırmandı. İki taraf da ordu toplamaya başladı. Robespierre, artık Montagnard’ların kontrolünde olan Jakoben Kulübe giderek, komünün, ‘moral isyan’ adını verdiği silahlı kalkışmasının liderliğini üstlendi.      

 Fransız devriminin üçüncü büyük isyanı, 31 Mayıs 1793 günü başladı. Jacques Hebert’in ve ona bağlı Hebertistlerin ana rolü oynadığı isyanda Ulusal Kurultayı basan onbinlerce silahlı komün üyesi, Jironden milletvekillerinin kendilerine teslim edilmesini istedi. Baskı altındaki Kurultay, bu isteği reddetse de 24 Jironden milletvekili hakkında tutuklama kararı çıkarmak zorunda kaldı. Jirondenlerin politikadan silindiği gün oldu bu. Liderleri Brissot başta olmak üzere birçok önde geleni Paris’ten kaçtı. Ama Brissot ilk yakalananlardan biri oldu. Devrimin en önemli kadın lideri olan Madam Roland, kocası olan İçişleri Bakanı Jean Marie Roland’ın kaçmasını sağlarken, kendisini tutuklamaya cüret etmeyecekleri inancıyla kaçmayı reddetti. Fakat yanılmıştı.  

Devrimin en cumhuriyetçi ve en saygın liderlerinden olan Nicolas de Condorcet de sürecin kurbanlarından biri olacaktı. Sosyal bilimlerde matematiği kullanan ilk bilimcilerden biri olan matematikçi filozof Condorcet, köle ve kadınlar da dahil bütün üyeleri eşit hak ve vatandaşlığa dayalı bir topluma inanıyordu. Bu nedenle de bütün devrim sürecinde kölelik karşıtlığının ve kadın haklarının en büyük sözcüsü oydu. Her fırsatta, “Bir toplumda ya herkes aynı haklara sahiptir ya da hiç kimse gerçekte hak sahibi değildir” diye konuşuyordu. Daha 1789 sonbaharında, kadınların eşit vatandaşlık hakkının tanınması için tasarı verdiği Ulusal Meclis’e hitabında, "Kim ki, dini, deri rengi, cinsel kimliği kendisininkinden farklı diye bir başkasının hakkına karşı oy kullanırsa, bu oyu ile kendi hakkını da inkar etmiş olur" şeklinde konuşmuş ancak yine de arkadaşlarını iknada başarılı olamamıştı.   

Condercet, aslında Jironden değildi ama Robespierre’in hazırlamakta olduğu anayasa taslağına dönük eleştirileri nedeniyle o da hain listesine yazılmıştı. Devrim karşıtlığı ile hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Bu suçlamanın cezasının ne olacağını biliyordu, teslim olmayarak bir arkadaşının evinde sekiz ay boyunca gizlendi. Bu saklanması sırasında kaleme alacağı İnsan Zihninin İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı, ‘ilericilik’ kavramını, düşünsel devrimin literatürüne sokmasıyla, Aydınlanma’nın en önemli metinlerinden biri kabul ediliyor.  

Condorcet, 1794 Mart’ın da saklandığı evin artık güvenli olmadığını hissedince Paris’ten kaçmaya karar verecekti. Geçmişte uzun süre kendi evinde misafir ettiği arkadaşı gazeteci ve yazar Jean Baptiste Suard’ın evine sığınmak isteyecek ama arkadaşı, terör rejiminden korktuğu için bu isteğini reddedecekti. İki gün sonra Paris’in güney çıkışındaki Clamart’ta kendi imkanlarıyla şehir dışına kaçmaya çalışırken yakalanacaktı. Ve Reine Hapishanesine kapatıldığının ikinci gününde hücresinde zehirlenerek öldürülmüş halde bulunacaktı. Bunu kimin yaptığı hiçbir zaman belgelenemedi. Ölümünün arkasında, Condorcet’in saygınlığı ve etkinliği nedeniyle, onu yargılamayı ve giyotine yollamayı riskli gören Halk Güvenliği Komitesinin olduğu en yaygın kabul.   

Radikal kanadın liderlerinden Jean Paul Marat’ın, hapsihanelerdeki Eylül Katliamının intikamını almak isteyen bir kadın tarafından 23 Temmuz 1793 günü suikastle öldürülmesi ise Terör Rejiminin gaddarlık ateşine benzin döktü. 

Jean Jacques Rousseau’nun, “iyi yasalar daha iyi yasaların, kötü yasalar ise daha kötü yasaların yolunu açar” tespiti, ona hayran bir güruhun elinde doğrulanıyordu. Özgürlük devrimin her yasası bir öncekinden de daha baskıcı ve zalimceydi. 17 Eylül 1794 günü, ‘Zanlılar Yasası’ kabul edildi. ‘Özgürlüğün düşmanlarını’ kolayca tutuklamak için Kurultay onayından geçirilen bu düzenleme adının aksine bir kanun değil, sadece bir kararnameydi. Devrim karşıtlığı, gizli monarşi yanlılığı, millet düşmanlığı gibi suçların şüphelisi kavramı öyle geniş tanımlanıyordu ki, yasayı çıkaranlar bile, en ufak yanlışlarında bu kapsamda yargılanabilirdi. Suçlu bulunulması halinde ise tek bir ceza vardı; Giyotin. İronik olarak ‘özgürlük karşıtlığı’ ile mücadele iddiasıyla çıkarılan bu yasa ile Halk Güvenliği Komitesine diktatoryal yetkiler veriliyordu.  

Bir Jakoben lider, sonradan, Robespierre için “ekonomiden de devlet yönetmekten de zerre anlamıyor” eleştirisi yapacaktı. Bu iddia en çok da Komitenin, devrim sürecinde pahalılığın ve yoksulluğun, krallık döneminden bile daha kötü hale gelmesine karşı alınan sözde önlemlerde gözlemleniyordu. Ekonomik sorunları gerçekten çözmek yerine sadece halkın öfkesini hayali hedeflere yönlendirecek popülist politikalar uygulanıyordu. Astronomik derecede yükselen ekmek ve gıda fiyatları ile mücadele için, tavan fiyat sınırı ve stokçulara giyotin cezası getiriliyordu. Bu popülist kararlar hem pahalılığı hem de kıtlığı daha da derinleştirmekten başka hiçbir işe yaramayacaktı. Kaderin bir cilvesi, baldırı çıplakların önemli bir kesimi oluşturan Parisli, kasap, bakkal, fırıncı ve çiftçiler ise en olumsuz şekilde etkilenecek kesimdi.   

Zanlılar Yasası kapsamında 9 ayda tutuklanacak insan sayısı yarım milyonu geçecekti. 17 bin kişinin giyotinde kafası kesilirken, 10 bini aşkın mahkûm da hapishanelerde ölecekti.  

Bunlar arasında yakalanan 22 Jironden milletvekili de vardı. Devrimin başından beri çok önemli rol oynamış hepsi cumhuriyete ve özgürlüğe inanan 22 milletvekilinin kafalarının kesilmesi sadece 36 dakika sürecekti. Devrimin en önde gelen kadın lideri Madam Roland’ın kafası ise 8 Kasım günü kesildi. Giyotine yatırılırken gözyaşları içinde ağzından dökülen, “Ey özgürlük, senin adına ne suçlar işleniyor!” cümlesi son sözü oldu. Karısının kafasının kesildiğini, birkaç gün sonra saklandığı evde öğrenen Jean Marie Roland da bu trajik habere sadece birkaç saat dayanabilecek, sonra da intihar edecekti.  

Devrimin başında Jakobenlerin en önde gelen sözcülerinden olup da sonradan devrimin raydan çıktığını düşünen Antoine Barnave de kafası kesilenler arasındaydı. Hitabetiyle oldukça etkili bir figür olan Barnave, devrimin tamamen eskiyi yıkmaya odaklanmaktan, geleceğe dönük hiçbir şey inşa etmeye enerjisinin kalmadığından yakınmıştı. Bu eleştirisini sonradan paylaşan sayısı artacaktı. Jakobenler için monarşi dönemi tamamen bitmişti. Soyut sloganlar dışında geleceğe dönük somut bir perspektifleri de yoktu. Üstüne, Fransa’nın o günkü sosyal gerçeklerinden de kopuktular. Fransız tarihçi Patrice Higonnet’in deyimi ile, “Geçmiş, an ve gelecekle hiçbir bağları kalmamıştı. Tarihsel olarak ise jakoben ideoloji, kendisini mevhum Sparta’sının içine hapsetmişti.”  

Jirondenlerin de elimine edilmesiyle Kurultay da tıpkı Komite gibi artık tamamen ‘Montagnard’ların elindeydi. Bununla beraber, Danton ve Desmoulins gibi liderler, artık normalleşmeye dönülmesi, devrimin halkı kaybetmesine neden olan Hristiyansızlaştırma politikasına son verilmesi, büyük bir girdaba dönüşen ekonomik çöküntüye, pahalılığa ve gıda kıtlığına karşı gerçek çözümlere yoğunlaşılması yolunda seslerini yükseltmeye başladı. Normalleşme çağrıları ile cumhuriyetin yeni ‘hainleri’ olma yoluna girdiklerinin henüz farkında değildiler. 

Robespierre, hiç hazzetmese de Paris Komünü’nde ağırlığı ele geçirmiş ve ‘baldırı çıplaklar’ üzerinde büyük etkinliği bulunan en radikal kanadın önünü açtı. Liderleri gazeteci Jacques Hébert’ten dolayı Hebertistler diye anılacak bu grup, giyotinin, daha seri hale gelmesi gerektiğini ve terörün dozunun daha da artırılması gerektiğini savunuyordu.  

Fransız literatüründe ‘abartıcılar’ olarak da anılan Hebertistler, Jakobenler içinde Hristiyansızlaştırma politikasının da ana savunucusuydu. Hébert, laiklik düşüncesinin mimarlarından Voltaire’in izinden yürüdüğünü savunuyordu ama ifade ve inanç özgürlüğüne inanan Voltaire’in tüylerini ürpertecek şekilde devletin bir inanç ve yaşam tarzı dayatmasını savunuyordu. Devletin resmi inancı dışında her inancın cezası giyotin olmalıydı.  

Fransa aslında 16’ncı Lui’nin kral olmasından sonra yavaş da olsa laikleşme sürecine girmişti. Örneğin Protestanlara da kendi kimlikleri ile sosyal ve kamusal yaşamda yer alma izni verilmişti. Yine devrimin ilk yılında kiliseye ait bütün arazi ve mülkler kamulaştırılmış ve rahipler devlet memuru haline getirilmişti. Ertesi yıl, rahiplere, devrime bağlılık yemini şartı getirilmiş, yemini etmeyenlerin rahiplik yapması yasaklanmıştı. Devrimi gönülden destekleyenler arasında dini liderler de vardı. Hatta, Miladi Takvim de kaldırılarak, cumhuriyetin ilan edildiği 22 Eylül 1792 tarihini birinci yılın birinci günü kabul eden Devrim Takvimine geçilmişti. Şair Fabre d'Églantine’ın isimlerini icat ettiği 12 ay, 10’ar günlük üç haftadan oluşuyordu. 1805 yılında yeniden Miladi takvime dönülünceye kadar 12 yıl boyunca bu tuhaf takvim kullanılacaktı.  

Fakat 1793 Eylül’ünden itibaren Hebertistlerin de baskısıyla çok daha radikal bir Hristiyansızlaştırma politikası başladı. Hebertistler, dinin, sadece devletten değil gerekirse ağır bir şiddet uygulanarak toplumdan da, insan zihninden de temizlenmesi gerektiğine inanıyordu. Hebertistlerin baskısıyla devrim ve cumhuriyet yasalarına uymaya yemin eden rahiplerin bile rahipliği sona erdirildi, kitlesel tutuklamalar başladı. Kiliselerin çoğu kapatıldı. Fransa’nın 40 bini aşkın kilisesinden sadece 100 kadarı açık kalabilmişti. 

Evlenmeyi reddeden veya gizlice ayin yöneten rahipler giyotine gönderilmeye başlandı. Dini ibadet sadece kamusal alanda değil, özel yaşamda da evlerin içinde de yasaklandı. 21 Ekim 1793 günü çıkarılan yasa ile rahiplik yaptığından şüphelenilen herkes, onlarla bir şekilde ilişkisi olan herkesle beraber yargılanmadan giyotine gönderilmeye başlandı.  

Ülkede mezar taşları dahil her yerde haçlar sökülüyordu. Üzerinde dini heykel, resim, motif bulunan birçok tarihi bina, anıt ve sanat eseri tahrip ediliyordu. Ulusal Kurultay üyesi Abbé Grégoire, Hebertistlerin tarihi ve sanatsal eserlere yönelik bu ilkel tahribatlarını, milattan sonra 5. Yüzyılda Roma şehrini ele geçirip yağmalayarak Roma’nın sonunu getiren Cermen kavmi Vandallara atıfla ‘vandalism’ olarak niteleyince, evrensel literatür ‘vandalizm’ sözcüğü ile tanışacaktı.   

1793 Kasım ayında radikal Hıristiyansızlaştırma politikası artık bir absürtlüğe dönüşeceği zirvesine ulaştı. Bertrand Barère, ‘vatan dini’ adını verdiği ve her vatandaşı ideal vatandaş haline getirmeyi hedefleyen yeni bir din icat etti. Hebertistler ise, ‘akıl kültü’ adını verdikleri “ateistik bir inancı” ilan edecektiler. Hebertistler, Katolik dünyasının kadim kiliselerinden Notre Dame Kilisesi başta olmak üzere her şehirdeki en büyük kiliseye, ‘Akıl Tapınağı’ adını vererek bu yeni dinin mekânları haline getirdiler. Bu kiliselerin her türlü dini sembolden arındırdıkları altarlarına, özgürlük tanrıçası kılığında bir kadın oturtuyor ve hakikati temsil eden bir ateş yakıyorlardı.  

Halk Güvenliği Komitesi bütün bu aşırılıklara izin verip seyirci kaldı. Ta ki Hebertistler, dini ayinlerin kötü bir taklidi olan bu ritüellere bütün halkı katılmaya zorlamak isteyecek kadar ileri gidinceye kadar. Zira bu aşağılamalar ve baskılar, Fransa’nın neredeyse bütün taşrasında devrime karşı onlarca isyanın başlamasına yol açmıştı. Bunların en büyüğü ise toplamda 200 bine yakın asker, isyancı ve sivilin ölmesine yol açacak Vendee İsyanı'ydı.  

Devrimin, Vendee isyanını bastırma şekli ise bir süre sonra Paris’te bile infiale yol açacaktı. Hebertistler’in, en zalim isimlerinden biri olan Jean-Baptiste Carrier

bölgeye komutan olarak atanan isimlerden biriydi. Sivil, isyancı ayırımı yapmadan insanları öldürürken kan dondurucu zalimlikler uygulayacaktı. En dehşet verici infaz yöntemi, rahiplerin yanı sıra, kadın ve çocuk ayrımı bile yapmadan suçlu gördüğü herkesi, teknelere istif edip bağlayarak, ‘ulusal küvet’ adını verdiği Loire nehrinde batırmasıydı. ‘Cumhuriyet vaftizi’ adını veriyorlardı bu vahşetlerine. Rahip ve rahibeleri çıplak şekilde birbirine bağlayarak suda boğuyorlardı. Buna da ‘su altı nikahı’ adını takmışlardı. Bu vahşet nihayet durdurulabildiğinde, sadece nehirde boğularak infaz edilenlerin sayısı kadın ve çocuklar da dahil 4000’ü geçmişti. Carrier ve François Westermann’ın yönettiği bu korkunç zulümde, on binlerce sivil, isyancılarla sempati duymak veya desteklemek gerekçeleriyle kitlesel şekilde katledilecekti.   

Bütün bu vahşet, Ulusal Kurultay’da büyük rahatsızlığa neden olunca, Halk Güvenliği Komitesi, Carrier ve Westermann gibi Jakoben liderleri görevlerinden alıp Paris’e geri çağırdı. Bu geri adıma öfkelenen Hebertistler, dokuz ay önce, baldırı çıplakları ayağa kaldırarak başlattıkları isyanla Jirondenleri Kurultay’dan sökmeyi başarmanın verdiği cüretle, bu kez Robespierre ve arkadaşlarını söküp atacak bir isyan başlattılar. Fakat artık iç düşman ayıklamaktan yorulmuş Paris Komünü’nden de baldırı çıplaklardan da umdukları ölçüde desteği bulamadılar. Hepsi tutuklandı. Aralarında liderleri Jacques Hébert’in de olduğu 20 Hebertist önde gelen, 24 Mart 1794 günü yargılandı ve aynı gün en büyük savunucusu oldukları giyotinde kafaları kesildi. 

Carrier, daha birkaç ay önce, Danton’un, “giyotin artık sussun” çağrısına Ulusal Kurultay’da, “Giyotini susturmak isteyenler, onu en fazla hak edenlerdir” diye bağırarak karşılık vermişti. Giyotinin asla susmaması gerektiğini savunan Carrier da kafasını giyotine kaptıracaklar arasındaydı.  

Öte yandan Danton ve Camille Desmoulins, Hebertistlere karşı 1793 sonunda çıkarmaya başladıkları “Kadim Cordelier” gazetesinde artık doğrudan Halk Güvenliği Komitesi ve Robespierre’i da eleştiren yazılara da yer vermeye başlamıştı. Desmoulins’ın, çocukluk arkadaşı Robespierre’i, terörü bir yönetim aracı olarak kullanmakta ısrar etmesi nedeniyle diktatör Sezar’a benzeten yazıları, Robespierre’in bu arkadaşlarını da gözden çıkarmasına yol açtı. Danton’un, 1793 Mart ayında, terör rejiminin bittiği, artık normalleşmenin başlayacağı ilanı ise bardağı taşıran damla oldu. 

Danton’un fikir babası ve ilk başkanı olduğu ama artık üyesi bile olmadığı Halk Güvenliği Komitesi, Danton ve Desmoulins başta olmak üzere normalleşme yanlılarını, karşı devrimcilik suçuyla yargılama kararı aldı. 

Danton, devrimde ve Ulusal Kurultay’da o kadar ağır bir karakterdi ki, 30 Mart 1794 gecesi, bir mahkeme üyesi ona tutuklanacağı haberini sızdırdığında, bir süre sesiz kaldıktan sonra “buna cüret edemezler…buna cüret edemezler” diye kabullenmeyerek uyumaya gidecekti. Birkaç saat sonra uykusunu bölerek evine girme cüreti gösterdikleri ana kadar...  

31 Mart 1794 sabah saatlerinde bütün Paris, Danton, Camille Desmoulins, Fabre d'Églantine gibi birçok önemli devrim liderinin tutuklandığı haberiyle çalkalanıyordu. 

Danton ve Desmoulins bile tutuklanıyorsa devrimde kim güvende olabilirdi ki?   

Fikir babası olduğu Halk Güvenliği Komitesi, Danton’a kendini savunma olanağı bile tanımadı. Yine Danton’un teklifiyle kurulan Devrim Mahkemesinde, hükmü başından belli bir şekilde hızlıca yargılandılar. 

Bu çaresizlik içinde hapishanede giyotine gönderilmeyi beklerken Danton, kendini ifade imkânı bulduğu tek anda acı gerçeği şöyle haykıracaktı:  

5 Nisan günü Danton, Devrim Meydanına yine kendisinin kalıcı olarak kurdurduğu giyotin mekânizmasının önüne beraber getirildiği arkadaşlarına, celladın kovasını işaret ederek, “ayrılıyoruz diye üzülmeyin, kafalarımız birazdan orada birleşecek” dedi. Cellada söylediği, “kafamı yerden kaldırıp halka göster, bu zahmeti hak eden bir kafa” son sözleri oldu. 

Devrim Takvimi’nin tasarımını yapan, ayların isimlerinin mucidi, şair, aktör Fabre d'Églantine de kafası kesilenler arasındaydı. Ölüm kaydında tarih olarak, 15 Germinal 2 tarihi yazıldı.  

Danton’dan hemen önce kafası kesilenlerden biri ise beş yıl önce 12 Temmuz 1789 günü Foy kahvehanesi önünde ilk isyanı başlatan haykırışın sahibi Camille Desmoulins idi. Camille Desmoulins de aslında tıpkı arkadaşları Danton ve Robespierre gibi bir avukattı. Küçüklüğünden beri mustarip olduğu kekemeliğin, kahve milletine yaptığı hitaplar sırasında konuşmasına engel olmadığını fark edince, kahvehanelerde sandalyeye çıkıp konuşmalar yapma tutkunu olacaktı. 

Ve nihayetinde, devrimden bir süre önce tanıştığı Danton ile arkadaşlığı onu gazeteciliğe taşımıştı. Fransız devriminin mottosu olacak ‘Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik’ sloganını Bastille baskınının birinci yıl dönümünde kaleme aldığı bir yazıda ilk kez o kullanmıştı. Birkaç ay sonra Robespierre bir konuşmasında tekrarlayarak ünlendirecekti. Devrimde bu kadar önemli rol oynamış Desmoulins, mimarlarından olduğu devrimin giyotinine götürülmeden önce, “Bütün dünyanın gıpta edeceği bir cumhuriyet hayal etmiştim. Görmesem, insanların bu kadar gaddar bu kadar adaletsiz olabileceklerine inanamazdım” şeklinde hayıflanıyordu.  

Hebertistleri elimine ederek Paris Komünü’nün tek hakimi haline gelen Robespierre, Dantonistleri elimine ederek de Ulusal Kurultay’ın tek hakimi haline gelmişti. 

Özgürlük devriminin beşinci yıl dönümü yaklaşırken, Kral 16’ncı Lui’nin hayal bile edemeyeceği güce sahip bir tirandı artık. Tarihte yasama, yargı ve yürütme gücünü elinde toplamayı başaran bütün tek adamlar gibi, şirazeden iyice çıktı. O güne kadar bile hep ‘vardır bir bildiği’ diyerek onu destekleyen en yakınlarında bile akli dengesini yitirdiği şüphesi uyandıracak uygulamalara başladı.  

Mayıs ayında, kendi deist inancının ilhamıyla icat ettiği ‘Yüce Varlık’ adlı bir dini Fransa’nın yeni resmi dini haline getirdi. Bu dine itiraz edenleri giyotine yolladı. 

Yine kendisini Ulusal Kurultay’ın da Başkanı yaptı. Her çılgınlığını, yasa kılıfında uygulaması daha da kolaylaştı. Örneğin, Haziran ayında çıkarttığı ‘Büyük Terör Yasası’... 

Sadece Paris hapishanelerinde on binlerce ‘zanlı’, yargılanmayı bekliyordu. Bu yasa ile bu kişilerin çok hızlı ve gruplar halinde yargılanmasını sağladı ve ‘masumluğunu ispatlayamayan’ herkesi giyotine gönderdi. 1794 yılının Haziran ve Temmuz ayı terör rejiminin, dolayısıyla giyotinin zirve dönemi oldu. Terör Yasası ile, ‘yalan haber yaymak’, ‘vatanseverliğe hakaret’, ‘saflığı bozuculuk’ gibi birçok yeni suç uyduruluyordu. Paris’te binlerce gizli polisle tam bir muhaberat düzeni kurdu. Bu sivil polisler, sadece kulak misafiri oldukları bir yanlış sözcükle bile birini giyotine gönderebiliyordu.  

Halkçı devrim, halka en ufak bir ‘kamusal alan’ bile bırakmamaya kararlıydı. Bir Fransız tarihçi, Robespierre’in ‘özgürlük rejiminde’ makbul vatandaşı, sokağa sadece giyotinde kafa kesilmesini alkışlamak için çıkan, asla ekmek talebinde bulunmayan kişi şeklinde tasvir ediyordu. 

Bütün bu çılgınlığa itirazı olanlar için tek bir medyum kalmıştı; devrimin başladığı kahvehaneler... Kahvehanelerin dayanışmacı ortamları, bütün bu çılgınlığa karşı aklı başında fikirlerin de hâlâ canlı kalmasını sağlıyordu. O günlerde kahvehanelerde gizliden gizliye dolaşan bir muhalif karikatürde, “Robespierre, önce Fransa’yı, sonra hükümetini, ardından bütün Fransızları giyotine yolladıktan sonra şimdi cellatları da giyotine yolluyor” hicvi yapılıyordu. Ancak çok geçmeden kahvehaneler de hedefe kondu. Her birinde çok sayıda muhbir oturuyor ve en ufak eleştiri dile getiren tutuklanıyordu. Devrim, bütün kamusal alanı öldürerek, aslında kendini de tam anlamıyla boğuyordu.      

Terör Rejimi, en masum eleştiri ve itirazları bile vatan haini ilan etmede o kadar ileri gidiyordu ki bazı tarihçiler, fikirleri ile Fransız Devriminin yolunu döşeyen Voltaire ve Rousseau’nun bile, eğer devrimden 11 yıl önce ölmeseydiler, devrimin giyotinine kafalarını kaptırmaktan kesinlikle kurtulamayacağı spekülasyonu yapmaktan kendini alamıyor.  

Nitekim, başından beri devrimi desteklemiş birçok sanatçı, yazar, aktivist, yeterince biatçı görünmezlerse sudan sebeplerle kendisini hapishanede veya kafasını giyotinin altında buluyordu. Örneğin, şair André Chénier. Rum bir anne ve Fransız bir babanın çocuğu olarak İstanbul Galata’daki Sen Piyer Hanı’nın yerinde olan bir evde 1762 yılında doğan Chénier’ın yaşamı birçok resme, oyuna ve operaya konu oldu. Devlet düşmanı olarak giyotine gönderilmeden önce tutulduğu hapishanede kendisi gibi giyotine gönderilmeyi bekleyen Fleury Düşesi’ne bakarak yazdığı ve bir gardiyan aracılığı ile ailesine ulaştırılan ‘Genç Tutsak’ şiiri, Fransız Devrimi’nin trajik akıbetinin de sembollerinden biri olacaktı:  

 25 Temmuz 1794 günü kafası kesildiğinde 31 yaşında olan Chénier, Terör’ün son kurbanlarından biri oldu. Çünkü ertesi gün her şey değişecek ve birkaç gün içinde şiire konu olan genç kadın dahil giyotine mahkum edilmiş çoğu kişi özgürlüğüne kavuşacaktı. 

Tirajik bir ironi olarak, ağzından ‘genel irade’ ve ‘ulusun egemenliği’ lafını hiç düşürmeyen Robespierre ve arkadaşları, Danton ve Desmoulins gibi devrim liderlerine varıncaya kadar ‘arındırdıkları’ halde, hâlâ Ulusal Kurultayın, vatan hainleri ve kendini gizlemiş karşı devrimciler barındırdığına inanıyordu. Robespierre, aklı kör edecek düzeye ulaşmış paranoya ile tiranlığının en güçlü anında en büyük hatasını yaptı.

Devrim takvimi ile 8 Termidor 2 tarihinde yani 24 Temmuz 1794 günü kurultaya, elinde kurultay üyesi yeni hainler listesi olduğunu söyledi ama bu isimlerin kimler olduğunu açıklamadı. Doğal olarak kurultay üyelerinin nerdeyse tamamı kendilerinin de bu giyotin listesinde adlarının olduğu korkusuna kapıldılar. Tamamı Jakoben Cumhuriyetçilerden oluşmasına rağmen Ulusal Kurultay, Terör Rejiminin cadı avında sadece birkaç ayda 144 üyesini kaybetmişti. 67 milletvekili ya giyotinle ya da hapishanede ölerek elimine edilirken, geri kalanlar da tutuklanmıştı.   

Robespierre’in, ertesi günü, Kurultay’ın içindeki hainlerden arınarak saflaşması gerektiğinde ısrar etmesi, bardağı taşıran damla oldu. Bir anda art arda söz alan onlarca milletvekilinin tiranlık eleştirileri bütün kurultay üyelerini cesaretlendirdi. Şaşkına dönen Robespierre ilk kez savunmaya geçmek zorunda kaldı. Devrimin başından beri dört yıldır, sözlerini tamamlamasına ilk kez izin verilmedi. Nutku tutuldu. Konuşmakta güçlük çekmesi üzerine, bir milletvekili, “Danton’un kanı mı boğazına kaçtı?” diye laf attı. O anda öfkesi sesini toplamasına yardım etti: “Danton’un idamına şimdi mi üzülüyorsunuz? Korkaklar! Neden o gün hiçbiriniz onu savunmadınız?”  

Aynı saatlerde yapılan Kurultay oylaması ile Robespierre ve arkadaşlarının tutuklanarak yargılaması kabul edildi. Kendisinin mimarı olduğu Büyük Terör Yasası kapsamında yapılacak bu ‘yargılamanın’ ne anlama geldiğini en iyi Robespierre bilebilirdi. O gün korumaları önce onu, tutuklamaya karşı korumak için belediye binasına götürdü. Ancak, Kurultayın, Robespierre’e yardım eden herkes aynı suçtan yargılanacak çıkışı ile Paris Komünü de hareketsiz kalınca, ele geçirileceğini anladı. Başarısız bir intihar girişiminde bulundu, kurşun çenesini parçaladı. Çenesi bandajlı halde tutuklanarak, 3 ay önce Danton’u kapattırdığı hücreye kapatıldı. Sadece 24 saat sonra, iki yıldır on binlerce kişiyi gönderdiği giyotinin bıçağının altında onun ve 21 arkadaşının kafası uzanıyordu. İki yıldır Robespierre’in giyotine gönderdiği herkesin kafasının kesilmesini alkışlayan Paris halkı, Robespierre’in kafasının kesilmesini de dakikalarca alkışlayacaktı.   

Kafaları kesildiğinde Robespierre ve Danton 35, Desmoulins ise 34 yaşındaydı.  

Robespierre, 1789 Mayıs ayında Paris’e Genel Meclis’e katılmaya geldiğinde Robespierre’in Düşüşü kitabının yazarı İngiliz tarihçi Colin Jones’un deyişi ile, “iyi bir Guardian gazetesi okuru profili çizecek” kadar ılımlı bir özgürlükçüydü. Sorbon’dan mezun olduktan sonra başladığı yargıçlıktan idam cezasına karşı bir pasifist olduğu için istifa etmişti. İfade özgürlüğünü ve devleti protesto hakkını hep savunuyordu. Köleliğe en başından karşıydı.  

Devrim liderleri içinde adı sonradan yolsuzluğa bulaşmayan tek isim olacaktı. Danton’un muktedirleştikçe zenginleşmesi çok dikkat çekecekti örneğin. Robespierre ise en güçlü olduğu dönemde bile bir arkadaşının evinde misafir olarak kalmayı sürdürecek kadar maddi yolsuzluktan uzak bir isimdi. Ki bu nedenle ilk yıllarında Paris Komünü’nde ‘asla yolsuzluğa bulaştırılamaz Robespierre’ mealinde bir lakap ile anılacaktı.  

Aslında fiziki özellikleri (boyu ortalamanın çok altındaydı, tikleri vardı, kimseyle göz kontağı kuramıyordu) nedeniyle kimsenin, meclisin en önemli aktörü olacağına ihtimal vermeyeceği biriydi. Ancak, bütün karizma eksikliğine rağmen, aşırı popülist söylemleri ile devrimin en organize insan kaynağı olan Paris şehir yönetimi (komün) ve onun en büyük politik kulübü Jakobenleri peşine takarak güçlenmişti. Güçlendikçe de kendisini daha fazla önemsemeye başlayacaktı. Üyesi olduğu meclislerin çoğu oturumuna hiç katılmıyordu. Beş yıllık devrim süreci boyunca hazırladığı tek bir yasa ve reform teklifi dahi olmadı. Halk Güvenliği Komitesi’nin üyesi ve fiili lideri olduğunda bile komitenin çoğu toplantısına katılmayacaktı. Bütün terör rejimi döneminde Paris halkının karşısına sadece bir kez, icat ettiği yeni dinin bayramında çıkacaktı.   

Robespierre’in, ‘erdemli cumhuriyet’ savunuculuğundan on binlerce insanı gözünü kırpmadan giyotine yollayacak paranoyak bir diktatöre bu kadar kısa sürede dönüşebilmesi tarihçileri yüzyıllar sonra bile şaşırtmaya devam ediyor. Devrimin ilk iki yılına kadar bile en korktuğu şey tiranlıktı. Sırf tiranlığa yol açabileceği endişesi ile 1791 sonbaharında devrim Fransa’sının diğer ülkelerle savaşa girmesine açıkça karşı çıkıyordu. Ona göre savaş, ülkenin başına, zafer halinde bir askeri diktatör, mağlubiyet halinde ise yeniden eski krallık rejimini getirmekten başka bir şeye yaramayacak bir maceraydı. Roma döneminde halkın yolsuzluk ve yoksulluğa itirazını yükselttiği her aşamada Senato’nun bir dış savaş veya gerginlik başlatmasına ve halkın da başlayan savaş ile birlikte öfkesini ve itirazlarını unutup Senato’nun arkasından onun istediği yönde gitmesine dikkat çekiyordu. Ama o günlerde savaş kararı hem halkta hem mecliste hem de Jakoben cemiyetinde daha popüler desteğe sahip olduğu için engel olamamıştı. 

Yani, Robespierre, terör rejimini önceden planlamamış, öngörmemişti. Ama savaşın totaliter bir rejim getireceğini öngörmüştü. İronik olarak bu totaliter rejimin lideri kendisi olacaktı. Robespierre’in “demokrasinin ürettiği ilk modern diktatör” olarak nitelenmesi bundan.  

Yani, Robespierre, ‘karakteri sorunlu bir insan’ veya bir ‘psikopat’ olduğu için bunları yapmadı. Bir insanın, bütün bu denetimsiz iktidar gücünü, sağduyulu, ilkeli, erdemli ve aklı başında kalarak taşıması eşyanın tabiatına aykırı olduğu için bu karakter çürümesini yaşamıştı.  

Denetimsiz ve ahlaksız bir gücü eline geçiren kaçınılmaz olarak korkunun esiri olur. Paranoyak hale gelir. Ve sürekli ‘devrim düşmanlarına merhamet, devrime karşı adaletsizliktir’, ‘acırsanız acınacak hale düşersiniz’ mealinde konuşmalarıyla herkesi, çığırından çıkmış paranoyasına ve zalimliğine ikna etmeye çalışır.  

Jakobenlerin radikal kanadında yer aldığı halde 1794 yılında kendisini de aniden ‘zanlılar’ listesinde bulup hapse girecek Fransız yazar Jean-François de La Harpe, sonradan, “Hiçbir şey korku kadar gaddarlığa yol açmaz. Çünkü, hiçbir şey korku kadar basiretsizleştirici bir etkiye sahip değil. Bir yönetici kendisini sürekli devrilme korkusuyla titreyeceği bir pozisyona soktuğu andan itibaren, başka herkesin de sürekli korku içinde titremesini sağlamak yegâne çabası haline gelir” diye yazacaktı. Trajik bir ironi olarak korunmak için sığındıkları gaddarlık, korkunç akıbetlerini de garanti edecek şey olur.    

Robespierre, Jakobenlere hitap ederken her fırsatta, “biz herhangi bir fraksiyon değiliz, bizim irademiz genel iradedir” şeklinde konuşarak Rousseau’nun fikirlerinin temsilcisi olduklarını savunuyordu. Ne var ki, Robespierre’in kafasını kesenler de ‘biz genel iradenin sesiyiz’ diyerek yine Rousseau’nun gerçek mirasçısı oldukları iddiasıyla yeni bir cadı avı başlatıyordu. Robespierre’ci olduğundan şüphelenilen herkes tutuklanıp, giyotine yollanıyordu.  

Sonradan ‘beyaz terör dönemi’ diye anılacak bu süreç de bir hukuk ve özgürlük düzeni inşa edemediği için yerini, yeni bir yolsuzluk ve otoriterlik sürecinden başka bir şey olmayan ve devleti beş direktörün yönettiği yeni bir kaosa bırakacaktı.  

O kaosun yarattığı güç vakumunu da devrim sürecindeki askeri başarılarıyla daha 20’li yaşlarında general olacak Napolyon Bonapart adlı genç bir subay darbe yaparak dolduracaktı. 1789 yılında bakanlıktan alınması, devrimi başlatan kıvılcıma neden olan Maliye Bakanı Jacques Necker’ın siyaset teorisyeni ve yazar kızı Germaine de Staël’ın ‘atlı Robespierre’ diye anacağı Napolyon’un, 9 Kasım 1799’da kendisini Roma Cumhuriyetindeki diktatörler gibi ‘Başkonsül’ ilan etmesi, 10 yıl önce başlayan Fransız Devrimi’nin sona erdiği gün kabul ediliyor.  

Her otoriter gibi güç şehvetini gemleyemeyen Napolyon, 1804 yılında ise Roma Cumhuriyeti'nin yıkılmasıyla kurulan Roma İmparatorluğu’nun emperyal sisteminden ilhamla, taç giyip kendisini imparator ilan edecekti. 10 yıl önce başlayan özgürlük ve cumhuriyet devrimi Fransa’yı kraldan çok daha güçlü bir imparatorun eline teslim etmişti. Ta ki 1814 yılında Napolyon’un da yıkılmasıyla 18’nci Lui’nin tahta çıkıp, Fransa’nın Bourbon Hanedanlığı'nın eski krallık düzenini yeniden kurmasına kadar… 

Modern cumhuriyet ve demokrasi döneminin başlatıcısı olan Amerikan ve Fransız devrimleri yaklaşık olarak aynı yıllarda gerçekleşti. 233’üncü yılını kutlayan Amerikan Cumhuriyeti'nin aksine Fransa, 1948’de başlayan Beşinci Cumhuriyetini yaşıyor.   

İngiliz romancı yazar William Makepeace Thackeray, İskoç yazar, tarihçi Thomas Carlyle’ın, 1837 yılında Fransız Devrimini anlattığı önemli eseri ile ilgili denemesinde, aynı yıllarda devrim yaşamalarına rağmen, “Amerikan Cumhuriyetinde neden barış ve özgürlük hakim oldu?” diye sormaktan kendini alamayacak ve ekleyecekti: 

Amerikan devrimi, başarılı olduktan sonra, bağımsızlık devrimine katılanlar arasında gizli Kraliyet muhibbanı aramak bir yana, bağımsızlık savaşı boyunca Kraliyet yanlısı kalmış toplum kesimleri için bile kitlesel bir cadı avı başlatmadı. Sadece, savaş ve yolsuzluk suçu işlediği sabit yöneticilerden yakalananlar cezalandırıldı.  

Amerikan kurucu babaları, toplumu arındırıp şekil verme endişesine değil, devlete şekil verip, devlet gücünün azınlıktakiler de dahil topluma tehdit olmasını engelleme endişesine sahip bir anayasal düzen inşa ettiler. Hiçbir politik gruplaşmanın demokratik yollardan yıkmaya güç yetiremeyeceği, yıkılması halkın çok ezici çoğunluğun menfaatine aykırı olduğu için de hiçbir sosyal, ekonomik veya dini gruplaşmanın yasa dışı yollardan bunu yıkmaya yeterli halk desteği bulamayacağı bir cumhuriyet inşa etmeye koyuldular. Mükemmel bir düzen değildi ama barış ve özgürlük getirme şansı, Robespierre’inkine göre çok daha yüksekti. Eşyanın tabiatına farkındalığı daha yüksek bir devrimdi.   

Newton, hareketin ikinci kanununu, kuvvet = kütle x ivme (f=ma) şeklinde formüle etmişti. Yani bir objeye uygulanan net kuvvet, o objenin kütlesi ile ivmesinin çarpımına eşittir.   

Bazılarımıza lise fizik dersinin kabus yazılılarını hatırlatabilir ama Newton’un bu müthiş matematiksel açıklaması çok önemli bir nüansa sahip; kuvvet, bir faktör değil bir vektör. Yani kuvvet hem bir büyüklüğü hem de yönü aynı anda içerir. Yani hareketin sonucu açısından, yönü de kuvvetin büyüklüğü kadar belirleyicidir. Tıpkı bilardo topuna sadece vurmanız değil, doğru açıyla vurmanızın oyunu kazandırması gibi…   

Yani, bir değişim kuvvetini, özgürleşme adına başarılı kılacak şey sadece mevcut baskıcı düzeni yıkması değildir. Bu değişim kuvvetini, kurulacak yeni otoriteyi, şeffaflık, denetleme ve denge sistemleri ile sıkı şekilde frenleme; ifade ve basın özgürlüğü önündeki engelleri kaldırma; insan ve vatandaş haklarını garanti altına alma yönünde uygulamasıdır.  

Aksi halde, ‘devrimi koruma’ savıyla, ‘içinden geçtiğimiz bu hassas günlerde sırası değil’ söylemiyle, ‘eski rejim taraftarlarını elimine ediyoruz’ ve hatta arsızca, ‘özgürlüğü koruma’ bahaneleriyle özgürlük ve hakları meçhul geleceğe erteleyerek, eskisinden de ağır yeni bir tiranlık kurması kaçınılmazdır.   

Özgürlüğün ikinci kanunu der ki, baskıcı düzenden kurtaran bir değişim, devlet gücünü, bireyin hakları ve özgürlüğü, kuvvetler ayrılığı, ifade, basın ve protesto özgürlüklerine müdahale edemeyeceği şekilde frenliyorsa gerçek bir değişimdir. Aksi halde, sadece tiranlıkta nöbet değişimidir. 



Devam edecek (Son bölüm: Özgürlüğün Üçüncü Kanunu)