‘Dünyanın en zengin lideri’ Pazar günü devlet başkanlığı koltuğunu devretti. Artık devlet başkanlığı sarayında yaşamayacak. Artık yüksek maaş almayacak. Artık bir koruma ordusuyla dolaşmayacak. Ama hayatında hiçbir eksiklik hissetmeyecek. İnsan gibi yaşamak ona zor gelmeyecek. Çünkü, bu muhteşem lider, devlet başkanıyken de zaten devlet başkanlığı sarayında yaşamıyor, koruma ordusuyla dolaşmıyor, yüksek maaşlar almıyordu. 1 Mart’tan önce de insan gibi yaşıyordu 2 Mart’ta da insan gibi yaşamaya devam ediyor…
Uruguay Devlet Başkanı José ‘Pepe’ Mujica hayranlık duyulacak bir devlet başkanlığı sergiledi. Öyküsünü daha önce yazmıştım. Aslında dünya medyası çoğunlukla Pepe’nin öyküsünün yarısını aktardı. Bu büyüleyici politik öykünün diğer muhteşem yarısı, Lucia Topolansky tıpkı kocası gibi ihtişamdan, alkıştan, şandan kaçan mütevazı kişiliği nedeniyle gölgede kaldı. Ama en az kocası kadar ‘bela’ dolu, ‘zafer’ dolu, ‘güzellik’ dolu sıradışı bir öyküye sahipti ve en az sıradışı ‘devlet başkanı’ Mujica kadar sıradışı bir ‘first lady’ oldu.
Soyadı, Polonya asıllı babasından geliyor. Lucia, ülkenin ayrıcalıklı ailelerinden birinin, o yıllarda ‘sarışın bomba’ diye nitelendirilen bir genç kızıyken, ülkenin yoksulları ezen haksız düzenini değiştirme umuduyla 1966’da silahlı mücadele başlatan Tupamaro gerilla grubuna katıldı. Birkaç yıl sonra, Tupamaro’ların en ünlü eylemlerinden birinin, ‘Monty Banka soygununun’ organizatörü olarak hapse düştü. Hapishanede bir firar organize ederek, 30 Temmuz 1971 günü onlarca mahkumla kanalizasyon borularından kaçmayı başardı. 1973 askeri darbesinden hemen önce yeniden yakalandı. Çok ağır işkencelerden geçti ve 14 yıl hapis yattı. Sadece özgürlüğünden değil, sevgilisi Pepe’den de ayrı yıllar geçirdi. 1985 yılında Uruguay yeniden demokrasiye geçince o ve onun gibi 14 yıl hapis yatan Pepe Mujica hapisten salıverilenler arasındaydı. Evlendiler ve mücadeleye kaldıkları yerden devam etmeye başladılar. Ama bu kez mermi yerine oy pusulalarını kullanmaya karar verdiler.
Pepe Mujica hiç şüphesiz karizmatik bir insan. Sahip olduğu hiçbir statünün onu halktan biri olmaktan, halktan biri gibi yaşamaktan çevirememesi de zaman içinde ona olan saygıyı muhalifleri nezdinde bile katlayarak büyüttü. Ama Mujica’ya sorsanız, bütün politik başarılarının bir numaralı sebebi, ‘’hard diskim’’ dediği Lucia’ydı.
Lucia’nın bana en çarpıcı gelen yönlerinden biri de, ‘sembol’, ‘protokol’ ve ‘törenlere’ olan nefreti. Ülkenin en güçlü senatörü ve ‘first lady’si olduğu halde, Senato’daki ufacık odası, bu gücünü gösterecek en ufak bir işaretten yoksundu. Yanına giden gazetecilerin en çok dikkatini çeken detaylardan biri sık sık çalan telefonuydu. Telefon tonu bir horoz ötüşüydü. Kocası ile devlet başkanıyken bile yaşamaya devam ettikleri mütevazı çiftçi gecekondusunun bahçesinde besledikleri horozun sesini kendi kaydetmişti. Odasındaki dosya yığınlarının arasında üç de çerçeveli fotoğraf dikkat çekiyor. 1935’te ölen Arjantinli efsane tango şarkıcısı Carlos Gardel, Ernesto "Che" Guevara’nın bir resmi ve eşi Jose ‘Pepe’ Mujica ile Tupamaro gerilla grubunun kurucusu Raul Sendic’in, silahlı mücadele günlerinde birlikte çekilmiş, artık rengi solmaya başlamış siyah beyaz bir fotoğrafları.
Daha ilkokul 5’nci sınıftayken, okudukları Katolik okulunun hocası, ABD'de Rosenberg adlı bilim insanı bir çiftin Sovyet ajanı oldukları gerekçesiyle tutuklandıklarını, idam edilmemeleri için dönemin ABD Başkanı Truman’a herkesin mektup yazmasını istediğini hatırlıyor. Çocuklara, mektup yazmalarında yardımcı olmasına ‘ilk militan aktivitem’ diyor. O mektup yazma işi derin iz bırakmış kendisinde. Bugün, ülkenin en önde gelen senatörlerinden ve düne kadar first lady’si olarak kendisine gönderilen tek bir mektubu bile yanıtsız bırakmaması bundan... Hepsini tek tek dikkatle okuyor.
Kendinden bir yaş büyük abisi, 1969 yılında bir gün polisin kapılarında Lucia için geliş anını hatırlıyor. Özellikle babası için tam bir şok anıymış. Narin kızının ‘olaylara karıştığını’ öğrenmeyi uzun süre hazmedememiş. Devrim mücadelesi, işkenceyle dolu uzun hapis yılları, çocuk sahibi olmaya bile izin vermeyen koşullarda bir koşturmaca… Geriye dönüp baktığında pişman değil. Hayatının en büyük amacının halkın mutlu olduğunu görmek olduğunu söylüyor. Ne şöhret ne de servet peşinde koşmak gibi bir zavallılık içinde olmamış bu yüzden. ‘’Daha 20’li yaşlarımda başkaları için birşeyler yapmanın, fedakarlık etmenin en iyi şey olduğunu farkettim’’.
Peki ya kendi mutluluğu..?
‘’Onu çoktan buldum’’ diyor. ‘Dünyanın en yoksul devlet başkanı’ ve üç ayaklı bir köpekle paylaştığı etrafı çiçek tarlalarıyla çevrili gecekondu barakasında…
‘’Bu hayattaki tek bağımlılığım aşktır’’ diyor. ‘’Eşinize aşkınızı ve sevginizi göstermenin her yaşınızda farklı bir yolu var’’ diyor bir gazeteciye. ‘’20’li yaşlarınızda başkadır 70’li yaşlarınızda başka…’’
‘’İnsanların evde canımız sıkılıyor demesini asla anlayamadım. Benim evimde canım hiç sıkılmadı bugüne kadar. Her zaman yapacak bir şeyim var. Ya bahçeden çalışırım. Ya müzik dinlerim, ya kitap okurum veya komşuma misafirliğe giderim. Toprakla uğraşmanın getirdiği yaşam tarzından dolayı biz çiftçi ailelerin bir çok ortak yanı var. Sebze, meyve veya şarap üreten komşularımız var. Biz çoğunlukla çiçek yetiştirip satıyoruz. Bir sağanak bir fırtına yaşandığında hemen komşularımıza yardıma koşarız. Bu nedenle de dünyadaki bütün çiftçilerin halini iyi anlıyoruz.’’ şeklinde konuşuyor Lucia. Her yıl Mart başından Ağustos başına kadar ‘keklik çiğdemi’ yetiştiriyorlar. Ondan sonraki aylarda ise birkaç çeşit kasımpatı…
Pepe ve Luica, sadece kendi ihtiyaçları için küçük bir sebze bostanına da dahip. Elin toprağa bulaşmasının büyüleyiciliğinden bahsediyor. ‘’Kendi ektiğiniz bir sebzeyi koparıp yemenin keyfinden daha büyüğü olacağını düşünemiyorum’’.
Ve yaşadıkları baraka çiftlik evini bir tarım okuluna dönüştürme projeleri var. İkisi de öldüğünde, artık dünyaca ünlenmiş olan bu yaşadıkları yer, bir tarım okulu olacak ve çevredeki çiftçilerin çocuklarının toprağa sevgiyi, toprağı işlemeyi öğrenecekleri bir okul olacak.
Pepe ve Lucia, Pepe'nin BBC'ye açıklayışı ile ''ülkenin azınlığının değil çoğunluğunun yaşam standartlarında yaşamayı'' kendilerine şiar edindiler. Ülke liderinin, zengin azınlığın yaşamına öykünmesini, taklide yeltenmesini zavallılık olarak gördüler. Pepe'nin devlet başkanlığı maaşının yüzde 90'ını almayarak bağışlama gerekçesi, 'paranın bu kısmına ihtiyacımız yok'tu. İnsanın ihtiyacı olmayanı biriktirme takıntısına karı koca çok şaşırıyorlar. ''Dünya adeta çıldırmış gibi. İnsanların, bizim yaptığımız, aslında normal olması gereken şeye hayranlık duymaları çok tuhaf. Bu takıntı beni endişlendiriyor'' diyor Pepe. Eşi Lucia ise, ‘’Biz, kendimizi bize yakıştırdıkları gibi ‘fakir’ görmüyoruz. Böyle çok mutluyuz. Çoğu insandan çok daha azla yaşadığımız için çoğu insandan çok daha az endişemiz ve çok daha az problemimiz var.’' şeklinde konuşuyor.
Pepe ve Lucia, ‘devlet başkanlığı’nın, normal insanı ‘ezen, küçümseyen, yok sayan’ protokol kültürüne, saçma sapan formalitelerine, hem Uruguay’da hem de dünyada büyük bir darbe vurdular. İnsanlık bu sıradışı çifte bir teşekkür borçludur.