Sandra Day O’Connor
Amerikan literatürü sıkça ‘bedrock’ nitelemesiyle tanımlıyor yargı hiyerarşisindeki en üst mahkemesini. ABD devlet düzenini 235 yıldır ayakta tutan ve anayasanın kesintisiz uygulanmasını sağlayan “temel taşı” anlamında...
Verdiği kararların doğrudan etkileri ve dolaylı sonuçlarının çapını göz önüne aldığımızda ABD Yüksek Mahkemesini (Supreme Court) dünyanın da en güçlü anayasa mahkemesi olarak görmek yanlış olmaz.
Dokuz üyeden oluşan bu önemli mahkemenin duruşma salonunda, heyetin oturduğu kürsünün sağındaki ve solundaki duvarlarda yer alan iki mermer frizde, Yüksek Mahkeme heyetine ilham kaynağı olarak, tarihteki 18 büyük hukuk oluşturucunun kabartma heykelleri yer alıyor.
Hammurabi’den Konfüçyus’a, Mısır uygarlığının kurucusu Menes’ten Atina Demokrasisinin temelini atan Solon’a, Hz. Musa’dan Hz. Muhammed’e (on yıllardır birkaç cılız tepki dışında ana akım İslam otoritelerinin itiraz etmediği tek heykeli olması ile de sıra dışı), ‘Avrupa’nın Babası’ Şarlman’dan, Magna Carta’yı imzalayan Kral John’a oldukça çoğulcu bu iki frizde kabartma heykeli yer alan tek Amerikalı, Yüksek Mahkemenin dördüncü başkanı olan John Marshall.
Peki neden Yüksek Mahkeme’nin kurucu başkanı John Jay değil de dördüncü başkanı Marshall bu onura layık görülmüş?
John Marshall, 1803 yılında Marbury vs. Madison davasında liderlik ettiği içtihatla “Kongre’nin yaptığı kanunların veya yürütme erkinin aldığı kararlarının anayasal olup olmadığına karar verme yetkisine ABD Yüksek Mahkemesinin sahip olduğu” içtihadı ile ‘yargısal denetime’ hükmetmiş, böylece ABD’yi, Montesquieu’nun o karardan 55 yıl önce 1748’de formüle ettiği ‘Kuvvetler Ayrılığı’ ilkesini tarihte ilk kez uygulayan devlet haline getirmişti.
Bu kararın üzerinden geçen 220 yılda dünyada çok az ülke, yasama ve yürütme erkleri üzerinde ‘yargısal denetim’ yetkisine böylesine gerçek anlamda haiz bağımsız bir mahkemeye sahip olabildi. Onlardan hiçbiri ABD Yüksek Mahkemesi kadar uzun süreli ve kesintisiz etkin olamadı.
1803 Marbury vs. Madison içtihadı, sadece ABD Yüksek Mahkemesine değil dünyada öncülük edeceği bütün anayasa mahkemelerine, ana varlık nedenlerin ne olduğunun da temel hatırlatıcısı olmayı sürdürüyor.
Nitekim söz konusu içtihattan 213 yıl sonra 2016 yılı mayıs ayında, Yüksek Mahkeme'nin mevcut başkanı John Roberts, Arkansas’ta federal yargıçlarla bir söyleşi için bir araya geldiğinde, “sizden önceki 16 Yüksek Mahkeme başkanından aldığınız en önemli misyon nedir?” diye soran bir yargıca, “en öncelikli ve önemli görevimin ABD’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin devamını sağlamak olduğu” yanıtı verecekti.
Kuvvetler ayrılığını koruma misyonunun güçlü bir hatırlatıcısı olarak bugün bile Yüksek Mahkeme üyelerinin ortak yemek odasının duvarında, başka kimsenin değil, “Marbury vs. Madison” davasının iki tarafı olan yargıç William Marbury ile dönemin Devlet Bakanı James Madison’un (sonradan ABD’nin dördüncü başkanı olacaktı) portreleri asılı.
Amerikan devletinin karakterini oluşturan kuvvetler ayrılığı (denge-denetleme) sisteminin bekasının sembolü olan bu mahkeme salonunda heyet kürsüsünün tam karşısında yer alan Batı duvarındaki mermer frizde ise bu kritik mahkemenin misyonu sembolik olarak tasvir ediliyor. Bu frizlerin heykeltıraşı Adolph Weinman’ın o dönemde açıkladığına göre Batı Duvarı frizinin solunda, iyiliğin güçlerini, yani en soldan sırasıyla, emniyet içinde yaşam, harmoni, barış, sosyal yardımlaşma ve erdemleri muhafazayı temsil eden 5 kabartma heykel yer alıyor. Aynı frizin sağ tarafında ise merkezden uca sırasıyla kötülüğün güçleri yani hukuk tanımazlık, yolsuzluk, müfterilik, sahtekârlık ve despotluğu temsil eden 5 kabartma heykel yer alıyor.
Söz konusu frizin merkezinde bir başka heykel grubu yer alıyor. Bu grubun solunda elinde baykuşuyla bilgeliği, sağında elinde aynasıyla hakikati, onun yanı sıra elinde terazisiyle vahiy meleğini temsil eden üç heykelin ortasındaki bu kadın heykelinin İngilizce adı ‘Justice’. Yani ‘Adalet.’
Genelde gözleri bağlı sembolize edilen Adalet tanrıçasının aksine, Yüksek Mahkeme’yi temsil eden Justice’ın gözleri açık. Justice’ın eli keskin kılıcını kavramış, kararlı yüzü kötülüğün güçlerine dönük şekilde onları gözetlemekte.
Justice
Heyetin tam karşısında asılı bu sanatsal çalışmanın büyük anlamlar yüklediği bu kadının (Justice) mümessili olduğu Yüksek Mahkeme üyelerine, diğer bütün federal mahkemelerin yargıçlarına hitap edildiği gibi ‘Judge (yargıç)’ diye değil, ‘Justice’ diye hitap edilir. Her ikisi de Latince ‘hak’ veya ‘hukuk’ anlamına gelen ‘ius’tan türemiş olsa da bu iki unvanın tarihsel kullanımının ima ettiği bir fark var. Judge, kanun adına konuşan hukuk makamıdır. Justice ise hukuk yaratan makamdır.
Herhangi bir ABD başkanın, ‘savaş ilanı’ dışında verebileceği en önemli karar, 9 üyeli Yüksek Mahkemede boşalacak bir koltuk için göstereceği adayın kim olacağı. Her türlü siyasi etkiden bağımsız olabilmeleri için kendi istekleriyle emekli olmadıkça ölene kadar görevde kaldıkları için bu son derece önemli mahkemede koltuk değişimi sıklıkla tanık olunan bir durum değil. Bazı başkanlar bu mahkemeye hiç üye seçemeden görevini tamamlıyor.
46’ncı ABD Başkanının görevde olduğu 2024 yılında hala 17’nci Yüksek Mahkeme Başkanının görevini sürdürmesi bu kalıcılığın çarpıcı bir göstergesi. Mahkemenin en yeni üyesi, 2022 yılında Joe Biden tarafından seçilen Ketanji Jackson, bu mahkemenin 230 yıllık tarihindeki 115. üye.
Kendisini ve misyonunu bir kadın ile sembolize eden bu mahkemenin, yaklaşık 200 yıl boyunca tek bir kadın üyesinin olmaması ise tabii ki dramatik bir ironiydi.
Geçtiğimiz ay yaşamını yitiren Sandra Day O’Connor, 1981 yılında bu güçlü mahkemenin ilk kadın üyesi olarak tarihe geçecekti. Dönemin etkili dergisi Time, “Justice… At Last! (Nihayet Adalet)’ şeklinde mahkemenin sembolü Justice’ın kadınlığına da gönderme yapan kelime oyununa dayalı kapağıyla bu seçimin tarihselliğini hafızalara kazıyacaktı.
Mahkemeye ilk kadın üyeyi seçen dönemin başkanı Ronald Reagan, 1980 seçim kampanyası sırasında, kadınların sorunlarına yeterince duyarlı olmadığı eleştirilerini bastırmak için, başkan seçilirse Yüksek Mahkeme’ye ilk kadın üyeyi seçeceğini vaat etmişti. Bu vaadi bilinmesine rağmen O’Connor’ın adını açıkladığında, ülkede yine de fırtına kopmuştu. Ana akım medya ve muhalif Demokrat Partililer, bir kadının Yüksek Mahkeme üyeliğine aday seçilmesini sempati ile karşılıyordu ama hukuk çevrelerinden tanınmayan, hiçbir ulusal görev tecrübesi olmayan bir yerel mahkeme yargıcının bu kadar önemli bir federal görev için “doğru kadın olmadığı” eleştirisi yapıyorlardı.
Reagan adını açıkladığında Sandra Day O’Connor, Arizona’da eyalet temyiz mahkemesi üyesiydi ve hiçbir federal yargı görevinde bulunmamıştı. Dahası eyalet yargıçlığından önce yerel politikacıydı ve Arizona eyalet senatosunda Cumhuriyetçi Parti grubunun liderliğini yapmıştı. Buna rağmen O’Connor’a en büyük tepkiyi muhalif Demokratlar değil, Reagan’ın destekçisi aşırı muhafazakâr kesimler gösteriyordu. O’Connor’un, politik kariyeri sırasında, Yüksek Mahkemenin kürtaja yasal koruma getiren 1973 tarihli “Roe vs. Wade” davası içtihadına açıkça karşı çıkmaması sebebiyle…
O’Connor’ın 1981 yazında ABD Senatosu’nda senatörlerin önündeki onay mülakatı, ABD televizyonlarından canlı yayınlanan ilk ‘hearing’ oldu. Öyle ki salondaki gazeteci sayısı, Watergate skandalı oturumlarını takip eden gazeteci sayısını bile geçecekti. Erkek senatörlerin birbiri ardına sordukları oldukça kritik ve tartışmalı sorulara verdiği ikna edici ve içi dolu yanıtlarla herkesin gönlünü kazandı. 100 sandalyeli Senato’da oylamaya katılan 99 senatörün tamamının onay oyunu alarak Yüksek Mahkeme üyesi oldu.
Washington DC’de, ülkenin en kudretli koltuklarından birinde oturmasına rağmen, erkek egemen yargı dünyasının onu kabullenmesi zaman aldı. Öyle ki ilk duruşma oturumlarında taraf avukatlarının bazıları o soru sorduğunda ya seslerini yükselterek onu bastırıyor ya da ona değil, diğer 8 erkek üyeye bakarak yanıt veriyordu. ABD medyasının on yıllardır Yüksek Mahkeme yerine kullandığı “9 Adam” deyimini onun üyeliğinden sonra da alışkanlıkla sürdürmesi üzerine sık sık gazetelere “8 Adam 1 Kadın” tekzipleri göndermek zorunda kalacaktı.
Sadece psikolojik olarak değil fiziksel olarak da bir kadına hazır olmayan bir dünyaydı bu. Bir kadının üye olabileceği hiç düşünülmediğinden üyelerin makamlarının yer aldığı binada hiç kadın tuvaleti yoktu örneğin. Diğer binada çalışanların kullandığı tuvalete gitmek zorunda kalıyordu.
“İlk kadın üye olmaktan ziyade, son kadın üye olmamayı önemsiyordum” diye paylaşacaktı sonradan duygularını. “Kadınlar bu işi beceremiyor” dedirtmekten korkuyordu. Mahkemenin en çalışkan, en fazla okuyan, en fazla dinleyen, en fazla soru soran, öğrenmeye en meraklı üyesi oldu. Nihayetinde, bu mahkemeye seçilen üyenin ‘kadın olmasının’ haber değerinin olmayacağı bir sürecin başlamasında muazzam katkısı oldu.
Adalet tanrıçası
12 yıl boyunca mahkemenin tek kadın üyesi olan O’Connor’ın yalnızlığı, 1993 yılında Bill Clinton Ruth Bader Gingsburg’u seçmesi ile son buldu. Biden’ın 2022 yılında seçtiği Ketanji Jackson, Yüksek Mahkeme tarihindeki henüz 6’ncı kadın üye. Obama’nın seçtiği iki kadın üye ve Trump’ın seçtiği 1 kadın üye ile birlikte bugünkü Yüksek Mahkeme’de 5 erkek üyeye karşı 4 kadın üye görev yapıyor ki bu Sandra Day O’Connor’un doğup büyüdüğü dönemde kimsenin düşünemeyeceği bir tablo.
Sandra Day, Arizona taşrasında elektriğin olmadığı, suyun kuyulardan elde edildiği büyük bir sığır çiftliğinde doğup büyümüş, çocukluğunu ve gençliğini kovboylarla dolu bu ortamda kız çocuğu veya genç kız olmanın kısıtlılıklarını öğrenerek geçirmişti. Bu zorlukla ona aynı zamanda özgüven ve azim kazandıracak şey olacaktı. Tüfek kullanmayı, avlanmayı, at binmeyi, tek başına araba lastiği değiştirmeyi, ağır fiziki işlerde çalışmayı da daha çocukluğunda öğrenecekti. Bunların yanı sıra, okumayı seven, bolca kitap ve kaliteli yayın edinen bir anne babanın tek çocuğu olmasının bir avantajı olarak, okuma tutkusu da kazanmıştı.
Bazı yıllar 50 km uzaklıktaki okula giderek bazı yıllar yatılı okuyarak tamamladığı ilk ve orta öğrenimden sonra Stanford Üniversitesinde önce ekonomi ardından hukuk okumayı başardı. Hukuk fakültesindeki okul arkadaşlarının üçünden aldığı evlilik tekliflerinden ikisini reddetti. (Bunlardan birisi 1972’de Yüksek Mahkeme üyesi olacak, 1986-2005 arasında 20 yıl Yüksek Mahkeme’nin başkanlığını yapacak William Rhenquist’ti) Okul arkadaşı John O’Connor’un teklifini ise kabul etti ve 1950’lerin başında evlendiler.
Hukuk öğrencisiyken, Stanford Law Review dergisinin tarihindeki ilk kadın editör olmayı başarmıştı. Bu tarihi başarısına ve okulu üçüncü bitirmesine rağmen 1950’lerin dünyasında kadın olmanın gerçeği ile tekrar yüz yüze gelecekti. Ondan daha düşük bir ortalamayla mezun olan William Rhenquist, ABD Yüksek Mahkemesi üyesi ‘Justice’ Robert Jackson’ın yanında işe başlayacaktı ki gelecekte yüksek yargı kariyerinin önünü açan bir iş bu. Erkek okul arkadaşlarının tamamı bir mahkemede ya da büyük avukatlık firmasında hemen işe başlamıştı.
Sandra Day O’Connor ise okula astıkları ilanlarla Stanford Hukuk Mezunu arayan 40 hukuk firmasının tamamına da başvurmasına rağmen tek biri bile onunla mülakat yapmayı kabul etmedi. Neden sorusunun cevabı hep aynıydı: “Kadın avukat çalıştırmıyoruz”. Avukat olmak için başvurduğu sıradan taşra hukuk firmalarından bile yanıt alamadı. Nihayet bir firma onunla onunla iş görüşmesi yapmayı kabul etti. Los Angeles merkezli hukuk firması Dunn & Crutcher’a mülakat günü gittiğinde iş görüşmesinin avukatlık için değil sekreterlik görevi için olduğunu öğrenecekti. İş görüşmesindeki tek sorunun “Hızlı daktilo yazabiliyor musun?” olmasının ağırlığını hiç unutamayacaktı.
Kocasının askerlik görevi ve avukatlığı nedeniyle önce Almanya sonra da Arizona’da yeni doğan çocuklarını büyütmekle meşgul oldu. Çocukları belli bir yaşa geldikten sonra yeniden çalışma hayatına dönmeye karar verdiğinde, hukuk dünyasının hala kadınlara oldukça mesafeli olması sebebiyle politikayı seçti.
1960’ların sonunda başlayan eyalet senatörlüğündeki performansı ile birkaç yıl içinde üyesi olduğu Cumhuriyetçi Partinin Arizona eyalet senatosu çoğunluk grubu liderliğine yükseldi. Böylece ABD tarihindeki “ilk senato çoğunluk lideri kadın” olarak bir kez daha tarihe geçti.
Demokrat Partili muhaliflerinin bile saygısını kazanan liderliği, partisinin onu Arizona Eyalet Valisi adayı yapma isteğine neden olacaktı. Ancak O’Connor, tutkuyla bağlı olduğu hukuka dönme fırsatı doğunca politikadaki bu çok önemli sıçrama fırsatını kabul etmeyerek, politikayı bırakacak, eyalet temyiz mahkemesi üyesi olacaktı.
Arizona kamuoyunda herkes kararı, bu başarılı kadının kariyerinde ciddi bir geri adım olarak görüyordu. 1981 yılı haziran ayında bir sabah telefonu çalıncaya kadar...
Telefonu açtığında karşısında Reagan kabinesinin Adalet Bakanı William French Smith vardı. Bakan Smith, ABD Başkanı Reagan’ın, bir federal makam için kendisi ile şahsen bir mülakat yapmak istediğini haber veriyordu. Kaderin bir cilvesi, O’Connor’a yaklaşık 30 yıl önce avukatlık için başvurduğunda sekreterlik teklif eden hukuk firmasının o zamanlardaki ortağıydı Bakan Smith. O’Connor, “yine bir sekreterlik işi var galiba” diye takılmaktan kendini alamayacaktı.
Çeyrek yüzyıl sonra herkesi şok eden bir açıklamayla emekli olmaya karar verdiğini duyurduğunda, Demokratlar, Cumhuriyetçiler, kararlarını eleştirenler ve hatta ‘mahkeme için doğru kadın olmadığını’ düşünenler de dahil herkes, mahkeme için en doğru isim olduğunda hemfikirdi artık. ABD Yüksek Mahkeme tarihinin en önemli ‘justice’lerinden biri olarak görülüyordu. Bunda, ‘ilk kadın üye olmasının’ neredeyse hiç payının olmaması ise çok daha çarpıcıydı.
O’Connor, Yüksek Mahkeme oylamalarında çoğu zaman çoğunluğu belirleyen üye oldu. Azınlıkta kalan gerekçe yazıları bile hukuksal ve entelektüel derinlikleriyle gündem olan, saygınlığını zedeleyebilecek her söylem ve davranıştan uzak etik duruşu, muhaliflerine bile güven yaşatacak samimi bir hukukçuluk sergiledi.
Dokuz üyeli mahkemenin 4’e karşı 5 oyla aldığı 330 kadar kararın neredeyse tamamında sonucu belirleyen beşinci oy onundu. Ülkenin rotasını belirleyici beşinci oyu ile 4-4’lük dengeyi bozduğu tarafa göre bazen Demokratları bazen Cumhuriyetçileri kızdırdığı oldu. Örneğin 1992’de kürtajın yasallığının sürmesine yol açan oyu ile muhafazakarların büyük tepkisini çekerken, 2000 seçiminde Florida’da sayım krizine Yüksek Mahkeme’nin dahil olmasını sağlayan beşinci oyu ile, (böylece Bush’un başkanlığı kazanmasına yol açacaktı) Demokratların tepkilerinin hedefi olacaktı.
Onu, aynı çizgiden geldiği muhafazakâr üyelerden de liberal (solcu) olarak nitelendirilen üyelerden de ayıran temel özelliği ise yüksek yargıda mücadele halinde olan iki anayasa yorumuna temkinle yaklaşan bağımsız içtihat felsefesiydi.
Öncelikle, o günlerde mahkemenin en muhafazakâr üyelerinin savunduğu bugün ise artık ABD Yüksek Mahkemesinin egemen bakışı haline gelmiş ‘orijinalizm’e katılmıyordu. Bu, anayasa maddelerinin yorumunda, kurucu babaların ve Anayasa’yı yapanların niyetinin ne olduğunu, onların yazdıklarından yola çıkarak önceleyen bir bakış.
Orijinalizmi, mahkeme üyelerinin önlerine gelen davanın modern bağlamlarını ve kendine has somut gerçeklerini görmezden gelmesine yol açarak, adaletin tam tecellisine engel olabilir diye düşünüyordu. 18. Yüzyıl dünyasında yaşamış kurucuların niyetlerinin dışına asla çıkmadan onların oluşturduğu metne lafzi bir bağlılıkla içtihat yaratmayı, sorun çözmekten çok daha büyük başka sorunlara yaratacak gerici bir tutum olarak görüyordu. Çünkü, 200 yılda ülke de ülkenin coğrafyası da nüfusu da sosyal yaşamı da teknoloji de dünya da kıyaslanamayacak ölçüde değişmişti. Yeni koşulları, durumları, gerçekleri, sorunları hele hele söz konusu davanın kendine özgü dinamiklerini göz önüne hiç almamak yargıyı, kuruculara bağlılık adına, eşitsizliği, adaletsizliği koruma pozisyonuna düşürebilirdi.
Öte yandan orijinalizme tepki olarak solcu/liberal üyelerce geliştirilmiş ‘yaşayan anayasa’ yorumuna da mesafeliydi. Anayasayı bir kere yazılmış kayıt altına alınmış bir metinden ziyade yaşayan bir organizma olarak gören yaşayan anayasa doktrini, maddelerini şeklen değiştirmeden yargı yoluyla yorumunu güncelleyerek, çağın gereklerine uygun içtihat yapmayı savunuyor. Sandra Day O’Connor’a göre ise ‘organik anayasa’ teorisi, yargıyı, yasama erkinin yerine taşıyabilirdi. İleriye gidildiğinde ise, ortak bir metni ve anayasayı tamamen gereksiz kılacak, hukuk ve özgürlüğün teminatı olan kurucu evrensel ilkeleri de tartışmaya taşıyabilecek, keyfiliğe çok geniş bir alan açabilecek bir yoldu.
Dolayısıyla iki yorumun da tespit ettiği sorunları görmezden gelmeyen ama önlerine gelmiş somut konularda somut çözüm üretmeyi de ertelemeyecek uzlaşma zemininde durmayı tercih etti. Bazıları ‘anayasal realizm’ diye tanımladı yaklaşımını. Resmi biyografisini yazan Evam Thomas ise, onun yargısal yorum felsefesini, davaya konu iş veya eylemin kendisine değil de ne tür sonuçlar doğuracağına odaklanmak anlamında “consequentialism” olarak nitelendiriyor. Bu anlamda Amerikan pragmatizminin, yargısal zemindeki sembolü oldu. Bu pragmatizminin en net örneklerini ‘pozitif ayrımcılık’ kutuplaşmasına yaklaşımında veya ‘laikliğin ihlali’ davalarında sergiledi.
1960’lara kadar ülkenin en seçkin eğitim kurumlarına, beyaz ve erkek olmayan neredeyse kimse kabul alamıyordu. Bu da ülkenin bütün elit kadrolarının beyaz ve erkek olmasına yol açıyordu. 1960’larda Sivil Haklar reformları çerçevesinde çıkarılan yasalarla başlayan ‘pozitif ayrımcılık’ uygulaması, bu eğitim kurumlarına, belli oranlarda beyaz olmayan öğrenci de kabul zorunluluğu getirilmişti.
Grutter v. Bollinger davası, protestolar
Bu da, pozitif ayrımcılığı, beyazlara karşı ırkçı ayrımcılık olarak gören çok sayıda dava açılmasına neden oluyordu. Orijinalizme sadık hukuk yorumu, anayasanın ayrımcılığı mutlak şekilde yasaklayan metnini lafzi olarak yorumlayarak bu davalara hak veriyordu. Yüksek Mahkeme'nin bu davalardan 2003 tarihli Grutter v. Bollinger davasını gündemine almayı kabul etmesi, pozitif ayrımcılığı sona erdirme konusunda beyaz muhafazakarlığı fazlasıyla umutlandırmıştı.
Ne var ki, kendisi de anayasal eşitlik gibi sunulan ayrımcı eşitsizliğin bir kadın olarak on yıllarca mağduru olmuş O’Connor, anayasadaki ayrımcılık yasağını bu şekilde lafzi uygulamanın, aslında beyaz erkekler lehine olan eşitsizliği sürdürmek anlamına geleceğini düşünüyordu. Nihayetinde, 1960’larda kabul edilen pozitif ayrımcılığın devamından yana beşinci oy olarak uygulamanın devamını sağladı.
Yargı, politika ve orduda ülke nüfusunun çoğulcu gerçek görüntüsüne uygun liderler yetiştirilmesi isteniyorsa, seçkin üniversitelerin, toplumun sadece bir kesimini değil, bu çoğulcu geniş görüntüsünü yansıtacak oranda azınlıkların da kabul edilmesini garanti edecek bazı pozitif ayrımcılık düzenlemeleri yapması gerektiğini yazacaktı gerekçesinde. Öte yandan, yaşayan anayasa yaklaşımıyla, ‘pozitif ayrımcılığı’ kalıcı bir norm haline getirmenin anayasal eşitlik ilkesini tamamen anlamsızlaştırabileceğini de düşünüyordu. İçtihadının, davanın somut gerekçesi etrafında kalabilmesi için bulduğu çözüm ise süre sınırıydı. Ona göre, artık böylesi bir pozitif ayrımcılığa ihtiyaç kalmayacak süre olarak en az 25 yıl daha pozitif ayrımcılık devam etmeliydi. Karar onunla beraber olumlu oy veren diğer dört üye ise, 25 yılın yeterli olmayacağı görüşünde kalacaktı.
Yine örneğin, Noel zamanı, kamu kurumlarında çam ağacı, Noel Baba gibi dekorasyonların laikliğe aykırılığı tartışmalarının merkezine yerleşen 1984 yılında Lynch v. Donnely davasında içtihadı ile kutuplaşmayı dondurarak yeni bir uzlaşma zemini oluşturacaktı
Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği (ACLU), belediyenin, kamu parasıyla şehir merkezine çam ağacı, Noel Baba dekorasyonu yapmasının Anayasanın bir devlet kilisesi veya devlet dini oluşturmayı yasaklayan ‘kurulu düzen şartını (Establishment Clause)’ ihlal ettiği gerekçesiyle, Rhode Island eyaleti Pawtucket belediyesi aleyhine dava açmıştı. Belediye ise, bunun dini bir etkinlik olmadığını, on yıllardır bütün şehir ahalisinin desteğiyle yapıldığı iddiasıyla, uygulamanın, Anayasanın birinci ek maddesinin öngördüğü ‘mutlak ifade özgürlüğü’ şartı koruması altında olduğunu savunacaktı.
Sandra Day O’Connor, beşinci oy olarak belediye lehine karar verirken tıkanıklığa çare olarak “destek şartı (endorsement clause)” kavramını içtihat literatürüne kazandıracaktı. Onun içtihat yazısı, iki tarafın da endişelerine hitap ediyordu.
Öncelikle laikliğin öneminin, sadece devletin laik bir cumhuriyet olarak kurulmasından kaynaklanmadığına, dün olduğu gibi bugünkü Amerika’da da toplumsal barışın ve hukuk devletinin en büyük güvencesi olmasından kaynaklandığına vurgu yapıyordu. “Devletin bir dini inancın destekçisi olması, bu inancı paylaşmayan diğer bütün yurttaşlarına “siz bizden değilsiniz demektir” diye yazacaktı oy yazısında.
Öte yandan 100 yıl önce dini bir kimliği ifadesi anlamı taşıyan bir adet, artık belli bir dinin ifadesi olmaktan çıkıp bütün toplumun neşesine hitap eden seküler bir şenliğe dönüşmüşse, bu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyordu.
Onun formüle ettiği ‘destek şartına’ göre, laikliğe aykırılığın varsayılması için kamunun bir dini görüşü veya inancı desteklediğinin, propagandasını yaptığının, empoze ettiğinin açık olması gerekiyor. Ona göre söz konusu davadaki, çam ağacı ve Noel Baba motifleri toplumun tamamınca, belediyenin bir inanç empozesi olarak görülmüyordu ve seküler ve genel bir adete dönüşmüştü. Bu nedenle de anayasaya ve laikliğe aykırı olmayacağı oyuna katılarak hükmün bu yönde çıkmasını sağlayacaktı.
O’Connor, 2005 yılında, Kentucky Adliye Binasına yerleştirilen “10 Emir” heykelinin laikliği ihlal ettiği iddiasıyla açılmış McCreary County v. ACLU davasında ise bir kez daha ‘destek şartı’na atıfla oy kullanacaktı. Ama bu kez laikliğin ihlal edildiğini savunan taraftaydı.
2016 yılında yaşamını yitiren muhafazakâr üye Antonin Scalia, diğer üç muhafazakâr üyenin desteğini almış oy yazısında, Adliye binasında 10 Emir heykelinin ‘kurulu düzen’ şartına aykırı olmadığını savunuyordu. Scalia’nın söz konusu oy yazısında Amerikan nüfusunun yüzde 97’sini Hristiyan, Müslüman ve Yahudi monoteistlerin oluşturduğu ifade edilerek, 10 Emir’de belirtilen hususların bu üç dinin ortak değerleri olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu kadar geniş çoğulculukta kabul gören bir değerler konseptinin, devletin tek bir inancı desteklemesi olarak nitelendirilemeyeceği savunuluyordu.
Sandra Day O’Connor’ın bu görüşe katılmaması sebebiyle, Yüksek Mahkeme, belli bir dini inancın ifadesi olan heykelin bir kamu binasında sergilenmesini, 4’e karşı 5 oyla anayasal laiklik ilkesine aykırı bulacaktı.
O’Connor, Yüksek Mahkeme’de içtihat yaratan çoğunluk oy adına kaleme aldığı gerekçe yazısında, “Bu ülkenin çok büyük çoğunluğunun bu on emri, kendi inançları ile ters görmediği doğru. Ama, laiklik ilkesini uygulamaktan vazgeçmek için bir inancın toplumun yüzde kaçı tarafından savunulduğuna bakamayacağımız gibi, az sayıda da olsa bu inanca katılmayan vatandaşların inançsızlığını da korumak zorundayız. Anayasanın birinci ek maddesi açısından kabul edilebilir inançlar, kabul edilemez inançlar listesi yapamayız.” savunmasında bulunacaktı.
Aynı oy yazısında ‘ABD bir Hristiyan ülkesi sonuçta’ tezini reddederken, ülkeyi nüfusunun çoğunluğunun inancı nedeniyle bir dini kimlikle özdeşleştirip bu şekilde tanımlamanın tehlikeli sulara yelken açmak olacağı uyarısında bulunacaktı:
“Din ile devlet arasına çekilmiş sınırları yeniden tartışmaya açmak isteyenler, şu zor soruya yanıt vermek zorunda: 200 yıldır toplumsal barışa hizmet etmiş laiklik ilkesini, uygulandığı her yerde berbat sonuçlara yol açmış din devleti sistemiyle neden değiştirelim?”
Yıllar sonra bu görüşlerine açıklık getirirken, devletin Hristiyanlık içinde ve hatta ana bir Hristiyanlık grubu içinde bile birbiri ile uyuşmayan dini yorumlardan sadece birinin sözcüsü haline getirmenin, kaçınılmaz olarak dini despotlukla sonuçlanacağı ve inanç çatışmalarına zemin hazırlayacağına dikkat çekiyordu. Biraz orta çağ Avrupa tarihinde mezhepler savaşını okumuş herkes için ne kastettiği açıktı.
Amerikan literatürü Yüksek Mahkeme dönemlerini genelde mahkeme başkanlarının adıyla (örneğin Warren Mahkemesi dönemi) anıyor. O’Connor’ın görev yaptığı 25 yılllık dönem ise, mahkeme başkanı William Rhenquist’ın yerine onun adıyla ‘O’Connor Mahkemesi’ şeklinde anılıyor. Çeyrek yüzyıl boyunca ABD düzenine yön veren beşinci oy olması nedeniyle onu ABD Başkanlarından daha güçlü ve etkili gören çokça yorumcu oldu. “Hepimiz O’Connor’ın Amerika’sında yaşıyoruz” sözü sıkça sarf ediliyordu. Hatta 1990’lar boyunca popüler bir klişe olarak, “dünyanın en güçlü kadını” şeklinde anılıyordu.
Nihayetinde ise doğruları ve yanlışlarıyla, dahası bütün bu gücünün yanı sıra zayıflıklarıyla da sadece bir insandı. Herkesin çaresiz olduğu durumlarda dünyanın en güçlü kadını da çaresiz kalabiliyordu. Tıpkı, 2004’te mahkemedeki işine yanında eşi John’ı da getirmeye başladığında kamuoyuna mal olacak durumu gibi. Alzheimer hastalığına yakalanan eşini evde yalnız bırakamadığı için yanında işe getirmeye başlamıştı.
Sandra Day O’Connor
“Dünyanın en güçlü kadını”, eşinin hastalığı ilerleyince, onunla daha yakından ilgilenebilmek için muazzam bir güce sahip koltuğunu bırakmaya karar verdi. 2005 yazında herkes, mahkemenin kanserle mücadele eden yaşlı başkanı Rhenquist’ten emeklilik kararı beklerken, Amerikan müesses nizamının temel taşının temel üyesi Sandra Day O’Connor’ın emeklilik kararını açıklaması ABD başkentinde deprem etkisi yaratacaktı.
George W. Bush’un O’Connor’ın yerine seçeceği üyeyi belirlemeye çalıştığı 2005 sonbaharında Yüksek Mahkeme Başkanı William Rhenquist’in ölmesi üzerine Bush’un ricasıyla emeklilik kararını 2006 başına kadar erteledi. Bush, Rhenquist’in yerine bugün Yüksek Mahkeme Başkanı olan John Roberts’ı seçti. 2006 Ocak ayında emekli olan O’Connor’un yerine ise halen Yüksek Mahkeme üyesi olan Samuel Alito’yu…
Ne var ki eşi ile bizzat ilgilenebilmek için emekli olduktan sadece 6 ay sonra, bu tür hastası olan birçok kişinin yaşayacağı zor tercih ile karşı karşıya kaldı. Artık kendisini bile tanımayacak hale gelmiş kocasına kendisinin bakması çok zordu. Profesyonel bakım gerekiyordu. Kocasını, bir bakımevine yerleştirdiğini kamuoyu ile paylaşmaktan çekinmedi. Ailesinde bu tür hastalarla ilgili zor kararlarla sessizce baş etmeye çalışan çok sayıda Amerikalının sözcüsü konumuna gelmişti bu açıklığıyla.
Dahası, ilerleye süreçte, bu tür hastalarda sıkça görülen bir sorunla kendisinin de yüz yüze kaldığını da gizlemedi. Kocası evli olduğunu ve karısını hatırlamadığı için, bu bakımevinde bir başka kadınla aşk yaşamaya başlamıştı. Oğlu, annesinin babasını ziyaretlerinde bir elini tutarken, diğer yanında eşinin yeni sevgilisinin oturmasını hüzünle seyredişini kamuoyu ile paylaşacaktı. Bu kadar yüksek profilli bir ismin hastalığın her aşamasını kamuoyu ile açıkça konuşması, Alzheimer hastalığı konusunda Amerikan kamuoyunda yeni bir duyarlılık yaratacaktı. Kocası John O’Connor 2009 yılında yaşamını yitirecekti.
“Bir devlet, anayasasına sadakatini mahkeme salonlarında ispatlar”
Emekliliğinde kendisini mütevazı şekilde ‘işsiz bir hukuk emekçisi’ olarak tanıtan Sandra Day O’Connor, emeklilik sonrası yaşamını ABD ve dünyada, demokrasiyi koruyacak iki yaşamsal konuya duyarlılık yaratmaya adadı. Bunlar yargı bağımsızlığı ve vatandaşlık dersi konularıydı.
O’Connor, 2002 yılında kaleme aldığı “hukuk devletini korumada yargının rolü” konulu makalesinde, Woodrow Wilson’ın, “bir devlet, anayasasına sadakatini mahkeme salonlarında ispatlar. Sadakatsizliğini de aynı yerde gösterir” sözüne atıfta bulunuyordu. Çin Anayasasında ve ABD Anayasasında, yargının bağımsız olduğu vaadinin neredeyse aynı cümlelerle yer aldığına dikkat çekerek...
Sadece bireylerin, vatandaşların yasallığını yargılayabilen Çin yargısının aksine ABD yargısı, kamu otoritelerini, devletin yöneticilerinin kararnamelerini ve Kongrenin çıkardığı kanunların yasallığını da yargılayabiliyordu. Yani yargı, anayasada yazıyor diye veya devlet başkanı bizde yargı bağımsızdır dedi diye kendiliğinden bağımsız olmuyordu.
Bununla beraber, yargı bağımsızlığına tehdit dendiğinde herkesin aklına sadece politik baskıları veya ölüm tehditleri gelmesinden de yakınıyordu. Bu iki tehdit tabii ki çok önemliydi. Kariyeri, özlük hakları politikacının elinde olan, vereceği kararın, kariyerine, özlük haklarına olumsuz etki edeceğini, hapse girmesine, soruşturma geçirmesine neden olacağını ya da kendisinin veya aile üyelerinin yaşamına, eğitime, iş yaşamına tehdit oluşturacağını bilen bir yargıcın, asla adil karar veremeyeceği tartışmasızdı.
O’Connor’a göre, bütün bu kurumsal bağımsızlık, yargı bağımsızlığı madalyonunun sadece bir yüzüydü. Madalyonun diğer yüzünde ise, yargının içinden kaynaklanan tehdit vardı.
O’Connor’a göre, yargıçların kendisi de yargı bağımsızlığına yolsuz veya despot bir yönetim kadar tehdit oluşturabilirdi. Federal Temyiz Yargıçlığı da yapmış Guido Calebresi’nin, “Yargı bağımsızlığına en büyük tehdit ihtirasları olan yargıçtır.” sözüne atıfta bulunuyordu. Yani, vereceği kararın kişisel politik çizgisine, kariyerine, çıkarlarına, toplumdaki imajına olumlu katkılarını hesaplayan yargıç. “Kongre beni azledebilir” diye korkarak karar verecek bir yargıçla, “New York Times’ın editörleri veya sosyal medya beni övecek/eleştirecek” endişesine göre karar veren yargıç, aynı ölçüde yargı bağımsızlığından yoksun karar vermektedir.
Yargıda grup düşüncesi de bu bağımsızlığı yok edecek yaşamsal bir tehditti. Federal Yargıç Carolyn Dineen King’in ‘klik oyu’ adıyla literatüre kazandırdığı durumu kastediyordu. Hukuk, anayasal ilkeler yerine aidiyet hissettiği ideolojik kampın, grubun, cemaatin, sosyal kesimin, siyasal ittifakın, sosyal çevrenin alkışını, çıkarını kazanma hedefli oy kullanan yargıç.
Yargı bağımsızlığı amaç değil bir araçtır
O’Connor’ın önemle vurguladığı bir başka konu ise yargıcın, ‘yargı bağımsızlığının’ bir amaç değil bir araç olduğunu asla aklından çıkarmamasıydı. Asıl amaç ‘hukuk devleti’ni ayakta tutmaktır ve yargı bağımsızlığı bunun aracıdır. Yani yargı bağımsızlığı yargıca keyfince karar verme bağımsızlığı kazandırma anlamına gelmiyor. Beraber mahkeme üyeliği yaptığı ‘Justice’ Anthony Kennedy’nin Senato Adalet Komitesi huzurundaki bir konuşmasından alıntı yapacaktı bir defasında: “Yargıç bağımsızlığı yargıcın canı ne istiyorsa çekinmeden o kararı verebilmesi gücü değil. Yargıcın, hukuk, yasalar ve anayasa ne yapmasını istiyorsa bunu çekinmeden yapabilmesi gücüdür."
Yargıçların, yargı görevi yerine, gündeme mal olmuş tartışmalara taraf olmasını da doğru bulmuyordu. Francis Bacon’un “çok konuşan yargıç, tonu tutturamayan orkestra zili gibidir” sözünü sıklıkla hatırlatıyordu. Bağımsız yargıcın tek bir görevi olur, her şart ve durumda anayasanın uygulanmasını ve adil yargılamayı sağlamak. Kendisinde terörle savaşa destek, toplumsal hassasiyetlere duyarlılık, milli manevi değerleri korumak türünden politik, kültürel, sosyal doğalı, konjonktürel görevler vehmetmek de yargıcı adalet görevinden uzaklara savurur. Onu yargıç olmaktan, dolayısıyla yargıyı yargı olmaktan, dolayısıyla devleti de anayasal bir güç olmaktan çıkarır.
Örneğin O’Connor, 11 Eylül terör saldırılarının topluma öfke ve korkuyu egemen kılan ikliminde, ‘düşman savaşçı’ veya ‘terörist’ oldukları iddiasıyla Guantanamo’ya kapatılmış terör mahkumlarının ABD Başkanı Bush ve ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’e karşı açtığı Rasul v. Bush (2004), Hamdi v. Rumsfeld (2004), Hamdan v. Rumsfeld (2006) davalarının üçünde de toplumdaki yüksek terör hassasiyetine ve davaların ülkenin üst politik iradelerine karşı açılmasına bakmadan terör zanlılarını haklı bulan 4’e karşı 5 oylarda beşinci oy oldu.
Yüksek Mahkeme, Bush yönetiminin mahkemeyi terörle savaşta zafiyete yol açtığı suçlamasına ve Amerikan toplumunda büyük tepkiye neden olan bu hukuk ısrarının gerekçesini “Boumediene v. Bush” davasının gerekçeli kararında, “ülkenin temel belgesi olan Anayasanın terörle mücadele iddiasıyla görmezden gelinemeyeceğini” vurgulayarak, şöyle ifade edecekti:
“Anayasa, başkana ve Kongreye ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir. Anayasanın ne zaman, nerede, kimlere uygulanıp, nerede, ne zaman kimlere uygulanmayacağına karar verme yetkisi vermemiştir. Devletin politik erkine böyle bir güç vermek, anayasal olmayan bir rejime geçildiği anlamına gelir.”
Kuvvetler ayrılığını bilmeyen vatandaş, demokraside yaşama şansını yitirir
O’Connor’ın emeklilik döneminde kendini hasrettiği ikinci ve asıl çabası ise, ‘vatandaşlık dersi’ konusuydu.
Bütün meslek kariyeri ona şu gerçeği de öğretmişti: Bir cumhuriyet ve demokrasinin bekası için kuvvetler ayrılığı olmazsa olmazdı. Fakat kuvvetler ayrılığının devamı da tek başına bağımsız yargıçlarla sağlanabilecek bir şey değildi. Kuvvetler ayrılığı ilkesini bir entelektüel fantezisi sanmayan, ne olduğunu gerçekten bilen, bunun kaybettiğinde neden özgürlüklerini, sofrasındaki ekmeği ve yaşam kalitesini de kaybedeceğinin farkında vatandaşlar gerekiyordu.
Bir kitap söyleşisinde, her üç Amerikalı’dan sadece birinin devleti oluşturan üç erki doğru sayabilmesini, her beş Amerikalıdan sadece ikisinin Anayasa’nın amacını (oysaki anayasanın başlığında belirtiliyor) söyleyebilmesini ciddi bir sorun olarak nitelendirecekti. O günlerde toplumun üçte ikisinin popüler televizyon müzik yarışması American Idol’daki üç jüriden en az ikisinin adını bilmesine karşın, ABD Yüksek Mahkeme Başkanının kim olduğunu 10 kişiden 1’inin bile bilmemesinin ürpertici olduğunu dile getirecekti.
Devletin nasıl çalıştığını, kuvvetler ayrılığını, hukukun önemini bilmeyen insanlar, sorunlarının gerçek kaynaklarını görme yeteneğinden yoksun olur. Neden yoksul oldukları, neden sağlık, eğitim, barınma ve beslenme gibi konularda temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz oldukları konusunda sebepleri komplo teorilerinde, hayali gizli oluşumlarda, dış güçlerde, göçmenlerde, toplumun farklı kimliklerindeki gruplarında aramaya meyilli hale gelir. Bilimsel düşüncenin, aklıselimin, merkezin yitirildiği, aşırılıkların ana akım haline geldiği bu tür sosyal iklimler, kabarmış duygulara oynayarak kolayca kariyer yapabilecek hırslı politikacılar ve yargıçlar için son derece elverişli iklimlerdir.
Kendi kuşağının 1930’ların 40’ların dünyasında bile orta eğitimde çok sıkı bir vatandaşlık dersi aldığını hatırlatan O’Connor, 2000’li yıllarda Amerikan müfredatının hiçbir yerinde artık vatandaşlık dersi olmamasının, demokrasi açısından korkunç sonuçları olacağı uyarısında bulunuyordu. Bir defasında, “Demokrasi, kuşaktan kuşağa genetik olarak geçen bir sitem değil. Her yeni kuşağın yeniden öğrenmesi ve sonraki kuşağa öğretmesi gerekiyor” diye vurgulayacaktı.
2009 yılında, topluma, hukuk ilkelerinin, basın özgürlüğünün, yargı bağımsızlığının neden kendisi için önemli olduğu konusunda vatandaşlık bilinci kazandırmak, öğrencileri aktif vatandaşlar olmaya teşvik edecek program uygulamak için iCivics inisiyatifini başlattı. Bu sivil toplum hareketine o kadar önem veriyordu ki öldükten sonra, ‘Yüksek Mahkemenin ilk kadın üyesi’ şeklinde değil, “iCivic’in kurucusu” şeklinde hatırlanmak istediğini söyleyecekti. Yargı bağımsızlığı demokrasinin bugünkü durumunu gösteren en güçlü göstergeydi. Ciddi bir vatandaşlık eğitiminin var olup olmadığı ise demokrasinin doğrultusunun en güçlü göstergesiydi.
20’nci yüzyıl başında 30 yıl Yüksek Mahkeme üyeliği de yapmış hukukçu yazar Oliver Wendell Holmes’ın da belirttiği gibi, ülkelerin geleceğini durdukları yerden çok, gittikleri doğrultu belirler.
Sandra Day O’Connor, 2018 yılında bir kez daha kamuoyuna açıklama yayınladı. Konu yine alzhemier hastalığıydı. Bu kez hasta kendisiydi. Kamusal yaşamdan emekli olduğunu, bütün konferans, seyahat ve ziyaretlerine kalıcı olarak son verdiğini duyuruyordu. 1 Aralık 2023 günü, oğlu tarafından, yıllardır yaşadığı demans hastalığının elinden ölümü duyuruluncaya kadar da bir daha kamuoyu karşısına çıkmadı. Kendisiyle aynı hastalıktan 14 yıl önce kaybettiği kocası ile 70’nci evlilik yıldönümleri olacak gün toprağa verildi.