Cem Dizdar

01 Ağustos 2010

Tutma içindeki bulutu

Evlenenlerin arkasından neden gözyaşı döker insanlar? Gidenin gittiği yerde mutlu olacağına duyulan inanç mı yaşartır gözleri, yoksa artık yanında olmayacak bir kaybın acısına mı ağlar insan?

Evlenenlerin arkasından neden gözyaşı döker insanlar? Gidenin gittiği yerde mutlu olacağına duyulan inanç mı yaşartır gözleri, yoksa artık yanında olmayacak bir kaybın acısına mı ağlar insan?

“Çok sevdiğim bir arkadaşım evleniyor ve ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum...” Böyle diyordu yakın zamanlarda tanıştığım güzel kadın attığı mesajda. Hiç düşünmeden, “Eee ağla o zaman, niye tutuyorsun içindeki bulutu? Bırak yağsın” yazdım cep telefonuna ve ‘gönderildi’ yazısı ekranda kaybolana kadar bekledim.

Karşı taraf, “Peki ama iyi bir şeyler olurken ben neden ağlamak istiyorum?” diye sordu bu kez.

Durum benim açımdan hızla tuhaflaşmıştı. Yüzlerce kez başıma gelen yine beni bulmuş, öğretmen bir kez daha çalışmadığım yerden sormuştu.

“Onunla değil, seninle ilgili olduğundan” diye yanıtladım bir psikanalist edasıyla... Sonra oturup düşündüm “Acaba böyle mi?” diye. Hakikaten niye ağlamak istiyordu bu kadın?

 

‘Sevinç gözyaşları’ da ağlamadır

Her zaman acı ağlatmıyor bizi. Coşku ya da sevinçte de doluyor gözlerimiz. Ağlamasak bile ağlamaklı oluyoruz o mutluluk anlarında.

Kavuşmalarda ağlamamız bu yüzden... Dönüşlerdeki sarılmalarda... Okul piyesinde rol alan çocuğumuzun, kocaman bir papatya olarak acemi, ama dünyanın en muhteşem dansçısı olarak sahnede salındığı o an da bu nedenle doluyor herhalde gözümüz.

Yeni bir yaşam vaadi olan ‘Savaş bitti’ haberine de ağlıyoruz, uzatma dakikalarında gelen o ‘kurtuluş golü’ne de...

 

Evlilik birilerinin kaybıdır

Ağlamak, daha kolay olan gülmenin zıttı olmasa gerek. Birbirini tamamlayan, var eden, sırt sırta ama ‘düşman olmayan’ iki kardeş gibiler ağlamakla gülmek.

Ama kanımca bu kadının ağlama isteğinde başka bir şey vardı. Bir ayrılığa, kayıba ağlamak istiyordu kadın. Bu ağlama isteği gidenin ardından hissedilen türden bir şeydi.

Öyle ya, evlilik sonuçta birinin/birilerinin kazancıyken bir sürü insanın da kaybıdır. Arkadaşın kaybı... Evin kızının kaybı... Annesinin gözü gibi büyüttüğü bir oğulun kaybı...

İstesen de evlenmiş çocuk artık eskisi gibi, tamamıyla senin çocuğun değildir. Evladının üzerindeki hakkın bir bölümünü başkasına/başkalarına devredersin gönülsüzce de olsa.

Evlenen arkadaş artık senin yakın arkadaşın değil, senin yakın ‘evli arkadaşın’dır. Düzeniniz bozulur, araya başka hisler, duygular girer. Geceyarısı telefonları kesilir, birlikte edilen hafta sonu kahvaltıları seyrelir, yapılırsa da masada konuşulan konular, eski konular olmaz artık. Kuru, yavandır artık evlenmiş yakın arkadaş ve onun yeni çevresiyle sohbet. Hiç istemediğin, içinden gelmeyen konuların müzakerecisi olarak bulursun kendini. Önce basit karşı çıkışlar daha sonra olur olmaz zamanlarda bir kavga çıkarma isteği basar içini... Masadan her kalktığında ağzında sabah uyanmışlığının o acılı, kekremsi, berbat tadını bulursun. Tren, sen ardından bakarken ağır ağır uzaklaşır istasyondan ve hızlanıp kaçarcasına gözden kaybolur.

Düşündüm de, yakın arkadaşının düğünü öncesi tam da bu nedenle ağlamak istiyor olmalıydı kadın. Bu nedenle arkadaşının gelinliğinin fermuarını çekerken oturmuş olmalı boğazına o elma.

Ve evlenen yakın arkadaşın “Aç şu fermuarı! Boğuluyorum” çığlığı da aynı nedenle atılmıştır sanırım...

 

‘Eve dönüşün zaferi...

Oysa ‘boşanma’ öyle mi? Doğruca ve hızlıca eve, her ihtiyaç duyulduğunda sıkı sıkı sarılacak, her daim seni acılı olarak bekleyen tanıdık kollara dönüştür boşanma. Ve bir kez daha ağlamadır... Ama bu kez yeni bir sevinçten...

Boşanma, öte yanda biri kaybederken aynı anda ‘eski’lerin zaferidir. Yeni, taze bir başlangıç. Trenin yorgun argın ama düdüğünü üfleye üfleye sevinçle istasyona girişidir...