Bir “okur” olarak kendime söyleyeceklerimi gönül rahatlığıyla tüm “okur”lara söyleyebilirim; "Gelişigüzel birkaç detayla bütünü kavrayacak ve başlangıcı öğrenerek sonu bilecek kadar saygın ve muktedirsin.."
Tırnak içindeki bu alıntı 9. yüzyıldan, El-Cahiz'in Kitabü'l Hayavan'ından aktarılmış Alberto Manguel tarafından “Kelimeler Şehri”nin girişinde. Ben de buraya taşıdım.
"Gelişigüzel birkaç detayla bütünü kavramaya çalışmak", yazı üzerinden hayatımıza dair sonuç çıkararak dünyayı değiştirme meselesine katkıda bulunmak için fena bir hat gibi durmuyor.
Alıntıyı bir kez daha okuduktan sonra düşündüm ve anladım ki, Theodor W. Adorno, Eduardo Galeano gibi yazarlara düşkünlüğüm buradan, "gelişigüzel detaylardan bütünü kavramaya çalışma" gayretlerinden geliyormuş meğer...
* * *
Ama çoğu okur bu “gelişigüzel”likten, gelişigüzel detayların ele verdiği o bütünü kavramaya çalışmaktan, buna akıl yormaktan hoşlanmıyor. Meseleyi bütün çıplaklığı ve sertliğiyle okumak istiyor ya da okumak istediğini “sanıyor.”
Gerçi diyelim ki, karşı çıkılması gereken en koyu meselelerden birinden açılmış yazıda bahis. Çoğu okur işte bu bahsi sadece “okumakla yetinebiliyor!” Bahsin değiştirilmesi için pek az okur, parmağını kıpırdatma sıkıntısına katlanıyor, bu minvalde düşünmeye çabalıyor.
* * *
Epeydir okurun önemli bir bölümü daha çok “huzur” arıyor yazıda, “huzursuzluk” değil. Sevimli, neşeli, muzip cümleler okumak istiyor. Hayatı neşeye boğan gülücüklü kelimeler.
Konu ağırlaştıkça, kalem acılı gerçeğin içine girmeye çalıştıkça okur da dertleniyor. Ya kayıtsız kalıyor bu durumda, ya "Hadi ordan" çekiyor ya da hayatımıza dair irili ufaklı itirazlar arasındaki “ufaklı itirazları” önemsemiyor, hafife alıyor. "Bu da ne ki şimdi? Ne gereği var bunu yazmanın daha ciddi konular dururken" diyor, diyebiliyor.
Örneğin, futbol takımlarının “resmi forma” satışları sırasında taraftarlarını “kazıklama” yöntemini, üzerinde durulmayacak bir konu olarak görüyor ya da lafı edilse bile "Başka bir oluru var mı ki?" hafifliğiyle savuşturuyor.
Ya da kendini mağdur ilan eden birinin, boynuna tasma geçirilmiş bir vahşi hayvanla verdiği yılışık pozdaki “tersine iktidar” ilişkisinin, kendini mağdur diye adlandıranın iktidarda olması halinde altındakilere neler yapabileceğine dair çok önemli ipuçları vermiş olduğunu görmüyor. Görüyorsa da, "Ne var bunda?" diye önemsemeyerek, oradaki iktidar ilişkisini fark etmeden de olsa meşru kılıyor.
Önemsemiyor, çünkü benzer iktidar ilişkileri, benzer kazıklanmalar / kazıklamalar içinde yaşayıp giderken, bunlarsız bir hayat üzerine başkalarıyla birlikte düşünmek gereksiz bir ayrıntı gelebiliyor okura.
Sadece maddi değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluk da olan “itiraz etme”nin gereği ve yöntemi üzerine kafa yormamakla, itirazın peşi sıra gelebilecek daha iyi bir dünyayı hayal etmemekle, o hayali yaygınlaştırmayı önemsizleştirmekle hayata bilmeden de olsa kötülük ediyor okur.
İşte "12 Eylül" tipi projeler buralarda tekrar tekrar boy veriyor. Herkesi kendi batağına, kendi mutsuzluğuna gömüyor. Her şeyi sadece kendisi için ve kendi üzerinden düşünmeye koşullanmış, başka varlıklar, başka insanlara dair herhangi bir hayali olmayan bireyler yaratabildiği için kazanıyor 12 Eylül...
* * *
Okur okuyor... Okuduğunu “onaylamak”, “reddetmek” ya da “eksik bulmak” için elbette... Ama çoğu zaman her şeyi bununla sınırlı tutuyor, okumakla. Yazı, “şikâyet'in tatmin edildiği bir terapiye dönüşüyor. Ya "Tam da benim düşündüğümü yazmış" rahatlaması yaratıyor ya "Ne diyor bu dangalak" efelenmesi. Ama bu tip bir okuma, çok temel bir şeyi, “harekete geçmeyi” sakatlıyor.
"Okuyup harekete geçmekten" ya da "harekete geçmek için okumaktan", bir “huzur” arayışına yöneliyor okumak. Tam tersi olması gerekirken, dünyanın sıkıntısından uzaklaşmaya, kendini, inançlarını, düşüncelerini onaylamaya / onaylatmaya dönüşüyor.
Yazıyla, yazıyı yazanla boğuşuluyor sadece, yazıda bahsi açılan meseleyle boğuşulması gerekirken. Yazılanı geliştirmek, varsa eksiğini gidermek ve o eksiği giderirken “gelişigüzel detaylardan bütünü kavramaya çalışarak” bizzat hayatı değiştirmek için yapılması gereken okuma, kendi tersine, itiraza karşı olan “sinizm”e dönüşüyor.
Elbette insanın kendisini iyi hissetmeye de ihtiyacı var. Ve o, okur olduğu için “iyi hissediyor” kendini. Bu elbette kötü bir şey değil. Okumayan büyük kalabalıkla arasındaki o fark ayakta tutuyor onu. Ama gözden kaçan şu oluyor, aslen “uslu biriyken”, okuyarak itiraz ediyormuş gibi görünüyor...
* * *
Bu yazı kimsenin okuma ya da okuduğu yazıda itiraz edilmesi gerekenlere itiraz etme şevkini kırmak için yazılmadı. Yazan da dahil, bu yazıyı okuyanlar biraz daha "gelişigüzel ayrıntılara" diksin gözünü, bütünü kavramaya uğraşsın, başlangıcı öğrenmeye gayret ederek sonu bilmeye çalışsın diye yazıldı. Ha bir de, “uslu durmak” yerine biraz daha hareket olsun, hareketin olduğu mahallere gidilsin diye...