Cem Dizdar

08 Mayıs 2009

Esmer gelen esmer gider, öyle mi!

Televizyondan Ruşen Çakır'ın sesi geliyordu mutfağa. "Bu yazı suçtur" diyordu. Yazı, Hürriyet'ten Hadi Uluengin'e aitti.

Mardin'de 44 kişinin kurşuna dizilmesi üzerine yazdığım yazıyı bitirirken sormuştum, "Onları kendimizden sayıyor muyuz?" diye.
Yazıya yorum yapan arkadaşlar arasında 'duygu sömürüsü' yaptığımı düşünen de vardı, kendimi onlardan sayıp saymadığımı merak eden de, aksinin düşünülemeyeceğini belirten de. Elbette yazıyı doğru bulmayanlar olacaktı. Tersi olsa, bu dünyada, bu ülkede yaşamadığımızı düşünmemiz gerekir değil mi?
Neyse ki, o yazıyı en azından teorik düzeyde bağlamına oturtan bir yazı yazıldı da, kendimi hepten “uzaylı” sanmaktan kurtuldum.
* * *
Salondaki açık televizyondan Ruşen Çakır'ın sesi geliyordu mutfağa. "Bu yazı suçtur" diyordu ve yazının basın özgürlüğüyle, düşünce özgürlüğüyle ilgisinin olamayacağını söylüyor, düpedüz ırkçılık yapıldığını da ekliyordu. Yazı, Hürriyet'ten Hadi Uluengin'e aitti.
* * *
Okurken bazı yerleri kırmızı tükenmezle çizdim. Sadece oralar bile “ırkçı yargı”nın teşhirine yeter. Yazıyı “önemsiz” de bulabiliriz, ama içeriğiyle değilse bile “kapsama alanı” nedeniyle önemli kanımca.
Biraz, Mine Kırıkkanat'ın bir dönem ciddi tartışma yaratan “otoban kenarında piknik yapan, kıllı magandalar” içerikli yazısının, bir katliam üzerinden bugüne uyarlanmış hali gibi. Hafızasını yoklayanlar Kırıkkanat'ın yazısından keyif alan ciddi bir kalabalığın, "Evet, ağır ama doğru değil mi hocam!" dediğini hatırlayacaktır.
* * *

Şöyle diyor Uluengin;
"Çingene kelimesini de dağarcığımızdan sildik. ‘Roman’ diye genelliyoruz. O halde, hangi haddini bilmez ‘ırkçı’(!) kaotik bir ortamı tanımlamak için ‘Çingene çalar, Kürt oynar’ metaforunu kullanmak gafletine düştü, derhal katli vaciptir..."
Ve basıyor sloganını; "Hayır, ben böylesine riyakar bir oyunda yoğum. Paso!"
Elbette ki "Çingeneye çaldırıp, Kürdü oynatanlar" farkında olmasalar bile ırkçılık yapmaktadırlar. Bir kaotik durumu anlatmak için böylesi bir metafora ihtiyacımız varsa eğer, bırakalım dağınık kalsın o durum da, metafor da. Hiç yoksa kimseyi aşağılamamış oluruz. İnsan zekâsı, insanın uygarlık üzerinden dünyayla kurduğu ilişki hep aynı kalacaksa, gelişmeyecek, “kendi aklına rağmen” ilerlemeyecekse neden yazıp, neden konuşuyoruz ki?
Buradaki temel ve elbette bilerek yapılan kafa karışıklığı şu; 'Çingene'nin kendine 'Çingene' dediği ön kabülü. Oysa, 'sen' ona 'çingene' diyorsun, o kendine demiyor ki! Onun öyle bir derdi, kendini ırkıyla tanımlamak gibi bir sıkıntısı yok ki. O kendisi olarak yaşıyor. Problem 'kendisi olamayan' 'sen'de. Tanımlarken, tasnif etmeye çalışan o değil, 'sen'sin.
Bu, 'beyaz'ların Amerika'ya köle olarak getirdikleri Afrikalıya ve torunlarına “zenci” demesiyle aynı durum. Orada da tanımlar birbirine karışıyor ve böylece 'zenci' diye aşağı ırktan biri varmış gibi algılama yaratılıyor.
Tamam, istemiyor Uluengin “politically correct” olmayı, kabul. Bize ne? “Siyaseten doğru” olmak istemiyorsa istemiyor. Yine de insan sormadan edemiyor; kendi durumumuzu meşru kılmak için birilerine haksızlık etmekten başka bir yol bulamaz mıyız?
Kürtleri aşağılarken, fırsat bu fırsat arada “Çingene”yi kaynatmak değil de, nedir bu?
* * *
Mardin'deki katliam bağlamında “Kürt sorunu”nu tanımlarken bunun “etno-sosyolojik” olduğunu belirtiyor yazar. Ve sonra “kamu tavlayıcısı”nın en gözde kavramı olan “dobrayım”ı da ihmal etmeden dalıyor Kürtlere, kafa göz. "Kürtler kendilerine çeki düzen vermekle yükümlüdür"den giriyor, "Yurttaşı oldukları ülke kadar burjuvalaşmak zorundadırlar"dan çıkıyor.
Uluengin'in bu dili eğer bir “burjuva” diliyse zaten çok açıklayıcı. Burjuvazinin, bağlı alt sınıfları nasıl gördüğü, tanımladığı ve tasnif ettiğine dair çok ciddi ipuçları var yazıda.
Fakat daha da önemlisi şu, “burjuvalaşma” kavramı için gereken temel iktisadi önermelerden bu denli yoksun bir analize meyletmek, en iyi ifadeyle “demogoji” yapmak olsa gerek.
Tamam, "alt yapı üst yapıyı belirler", "üretim ilişkileri ve üretici güçler" gibi önerme ve kavramları kullandığımızda "Geç bunları, eskidiler" denecektir, zinhar kabul etmeyiz fakat bunu da anlarız, ama bu kadarı da “bildiğini unutmaktan” öte olsa gerek Uluengin için.
"Bir insan / kitle nasıl burjuvalaşır?", "Bunun iktisadi, kültürel gereklikleri nelerdir?" gibi sorulara yanıt aramak yerine, durumu anlamak için bu soruların peşinden gidenlerin yaptığının "Güneydoğu'nun geri kalmışlığının züğürt tesellisi" olduğunu söylemek, gözlerini yummak değil, onlara mil çekmektir.
Öte yandan, daha ağır sorular da sorulabilir bu “burjuvalaşma” bahsinde. "Milyonlarca insanın canına kıyan, milyonlarca insanı gaz odalarına götüren hangi sınıftır?" gibi. Yanıt, işçiler ya da köylüler olamaz herhalde.
* * *
Ve bütün yazının üzerine bina edildiği kavram olan; “kavimsel zaaf...” Yani hiç giderilemeyecek, hep kalacak olan. Haliyle denmektedir ki, bu zaaf, bu “kafatası” ve “bu genleri” taşıyan insanlar var oldukça sürecektir. Bunlar kavme aittir ve genetiktir. Yani "esmer gelmiş esmer gidecek" olandır bu insanlar.
Peki öyleyse bunun iktisatla, üretim ilişkileriyle, burjuvalaşmak ya da proleter olmakla bir ilgisi olabilir mi? O nedenle Uluengin'in “Bütün Kürtler burjuvalaşın" çağrısı da, bu kavramı -kavimsel zaaf- kullandığı anda anlamını yitirir.
Kürtlere göre, daha ileri “burjuva kültürel” atmosferde yaşayan eski Yugoslavya topraklarındaki halkların birbirlerine yaptıklarını da yine aynı “kavimsel zaaf”la mı açıklayacağız peki?
Ama kabul etmek gerek ki, “kavimsel zaaf”lar bir “ırkçı” için epey kolaylık sağlar...
Nasıl mı?
Şöyle diyor Adorno:
"Kurbanlar normal okurlara ne kadar az benzerse, ne kadar esmer, 'kirli' ve göçmen tipliyse, uygulanan zulme duyulan öfke o kadar azalır. İzleyiciler kadar suçların da doğasını aydınlatan bir etkendir bu."
Sahi, "Biz, hem o kurşuna dizilenleri, hem de onların katillerini kendimizden sayıyor, sayabiliyor muyuz?" gerçekten...