İnsan bazen çenesini tutamaz ya, bu da öyle oldu. Okudukça, düşündükçe ve biraz da hani şu ünlü “internetin yarattığı özgürlük alanı”nı suiistimal ettikçe, yazı uzadı da uzadı. Daha da uzardı. Alıntılarla sürer giderdi ama bu bile “zamanı sınırlı, yapacak çok işi olan” bizler için hayli uzun oldu. Okumaya sabrı ve niyeti olanlara yol göstermesi açısından yapıyorum bu girişi. Yazı birbirine bağlı iki bölümden oluşuyor.
İlkinde Ali Bulaç’la, “eşcinsellik” meselesinin ardından yazdığı savunma yazısıyla ilgili bir polemik var. İkinci bölümde ise Bulaç’a “destek veren” yazılar çerçevesinde, yine Bulaç bağlamlı daha kavramsal bir tartışma…
İster ilkini, ister ikincisini okuyun… Kendim yazdım diye söylemiyorum, bence ikisi de fena olmadı!..
BİRİNCİ BÖLÜM
BU NE YAMAN ÇELİŞKİ ANNE?
İyi insanlarız iyi olmasına ya, kendi tuzaklarımızın ağına da düşüyoruz zaman zaman. Ya, dilimiz aklımızın yoluna tuzak kurup bizi yanlış çukuruna çekiyor ya da akıl dili baştan çıkarıyor. Sonuç değişmiyor, ikisinde de çukurdayız.
Bu aralar, akıl süzgecinden geçirmeden kullandığımızı düşündüğüm bazı kavramlar çok sık kullanıldı; “hoşgörü”, “müsamaha” ve “empati” gibi.
Kavramların bu sıklıkta kullanılmasına ise Ali Bulaç'ın CNN Türk'te yaptığı konuşmasındaki “eşcinsellikle” ilgili tespitleri (!) vesile oldu. Gerçi o, “Tespitler bana ait değil” dedi, ama zaten sorun tam da bu “Ben demedim” noktasında olduğu için bu yazı yazıldı.
O nedenle önce oradan, Bulaç'tan başlayalım düşünmeye...
* * *
Ali Bulaç'ın, televizyonda neler söylediğini bir biçimde hepimiz okuduk. Okumayıp da, okumak isteyenler, bu yazı internette okunduğuna göre, Google'dan arayarak ulaşabilirler.
Elbette Bulaç'ın bu çerçevedeki görüşleri, geniş bir katılımla kabul görecektir, aksi düşünülemez. Nitekim ardından yazılan “savunma yazıları”nda Bulaç'ı fersah fersah aşan, meseleyi daha bilimsel temelli ele alıp “Batı”dan kallavi alıntılar çeken ya da üstü kapalı olarak daha sarkastik bir dille yazılmış ve takiyenin temel önermesi olan “her doğru her yerde söylenmez” finalli yazılar da okumadım değil. Onlara da değiniriz, “yazı uzamazsa” eğer.
Şimdi Bulaç'ın, tartışmanın ardından yazdığı “savunma yazısı”ndaki temel bir “ayıp”tan söz ederek başlayayım.
Diyor ki Bulaç; "Ben tabii ki, eşcinsellerin Irak ve Afganistan savaşında kategorik olarak sivilleri öldürdüğü kanaatinde değilim. Tartışılan bir konudan söz ettim."
Yani, "Ben demedim başkası dedi" diyerek söylüyor söylemek istediğini. Sonra biraz daha aşağıda şöyle devam ediyor: "… kanıtlanmış değildir, iddiadır. Her iddia gibi kanıtlanırsa eğer, gerçeklik kazanır. Ama tezler, iddialar sadece laboratuvarlarda kanıtlanmazlar; tartışılırlar. Tartışma, doğrunun anlaşılması için gereklidir; ifade özgürlüğü bunun için gereklidir."
Bu artık demogoji bile değildir. Kendine bilimsel bir sıfat olan “sosyolog”u yakıştıran biri, hem de bilim adına bu ayıba düşer mi?
Sormazlar mı insana, “Tartıştın, veri topladın, sonuç çıkardın da mı bu iddiayı kullanıyorsun?" diye.
“Namus” diyorsun, “ahlak” diyorsun, sonra temellendiremediğin ve bu nedenle en azından senin için iddia bile sayılamayacak bir “dedikodu”yu çıkıp televizyondan zikrediyorsun, sonra bunu eleştirenleri “siyasi linç”le suçluyorsun.
Çok değil, aynı gazetede yazdığı –Zaman- ve bir telefon kadar uzağında bulunan Ali Ünal'ı arasa, o Bulaç'a 1994'ten bu yana 11 bin askerin eşcinsel olduğu gerekçesiyle Amerikan ordusundan “ayıklandığını / kazındığını” söyleyebilirdi pekala.
Hadi o sormadı öğrenmedi, ben öğrendim söylüyorum. Artık elinde bir veri var. Şimdi Bulaç tartışsın bakalım kimle tartışıyorsa temelsiz dedikodusunu. Amerikan ordusu, içinde “eşcinselleri” barındırmıyormuş. Al sana veri…
Bu iler tutar yanı olmayan “iddiasız iddiası” üzerine Bulaç'ın kurduğu savunma ise bir öznenin kendisini hangi dağın zirvesinde gördüğünü göstermesi açısından daha da ibret verici...
Bulaç'ın bu, “iddiasız iddiaları”nı eleştirerek aslında neler yapılıyormuş neler?
1- Bu linç kampanyasını yürütenlerin asıl hedefi o, - Bulaç- değilmiş, "diyalog ve hoşgörüyü" savunanlarmış. Bunu yapanlar belli cemaatlere saldırıp, “mahalle baskısı” propagandası takviyesiyle mevcut iktidarı zayıflatmak istiyormuş.
2- Bununla yetinseler iyi, ayrıca gerçek gündem olan “Ergenekon” ve “Kürt sorunu” açılımlarının yönünü değiştirmeye çalışmak gibi klasik yöntemlere başvuruyorlarmış.
Çağrıldığın her yere giderken, nedir ki “ideolojik hegemonya”nı (Antonio Gramsci'ye bir selam edelim bu vesileyle) hakim kılmak için her fırsatta, her alanda kendini göstermek, kendi tartışmanı dayatmak amacındasın. Evet, bunda bir sorun yok, elbette yapılabilir. Ancak sonra olur olmaz konuşup işin içine bir de başka vektörleri dahil etmeye çalışıyorsun. Yok cemaatler, yok hükümet, yok Ergenekon, Kürt sorunu…
Söyledin bir söz, olmadı. Sen o iler tutar yanı olmayan sözleri etmesen, kimin aklına gelir iktidarı bu konu üzerinden yıpratmak, cemaatlerle kapışmak, Ergenekon’u rayından çıkarmaya uğraşmak, Kürt sorununu sulandırmak?..
Bu nasıl bir özgüvendir ki, kendi saçma sapanlığından bu kadar paranoyak sonuçlara ulaşabiliyor? Yani, mevcut iktidarı yıpratmak için senin saçmalamanı bekleyecek kapı ardında muhalifler, öyle mi?
Şunu söylesen daha doğru olmaz mı? "Amacını aşan bir konuşmaydı. Murad ettiğim bu değildi, ama işte akıl çizgisi şaştı, dile vurdu, yolu şaşırıp şu hayatta birilerinin kalbini kırdık, kem söz ettik.. Bilimsel bakış açısının eksenini de kaydırdık."
Bu bölümde son olarak şunu merak ediyorum, Birgün gazetesinden L. Doğan Tılıç'ın sorusunu yineleyeceğim kendisine belki yanıt verir; "Bulaç, Madımak'ta o vahşi katliamı yapanların eşcinsel olup olmadıklarını sorguladı mı şimdiye kadar acaba?"
BEN DE LİBERAL OLDUM
İKİNCİ BÖLÜM
KUZU POSTUNDAKİ KURT! YA DA AĞZINDAN ÇIKANI KULAĞIN DUYMASI!
Bir önceki yazıda “Ali Bulaç tutarsızlığı” fazlaca el tuttuğu için, bu yazıda da üç kavram, “hoşgörü”, “müsamaha” ve “empati” üzerine birlikte düşünelim istiyorum.
İlk bakışta çok çekici gibi duran ve ilk ikisi birbirinin türevi olan bu kavramlar aslında “tuzak” kavramlardır.
Ki, bu tuzaktan en çok yararlananlar da, malum, esasen bu kavramlara en uzak olan siyasal grup ya da kişilerdir.
Bu yerli yersiz kullanılan gösterişli, yaldızlı kavramları anlamak için temel soruyu en başta sormak gerekir; “Kim kimi ‘hoş görür’ ya da kim kime ‘müsamaha’ gösterir?"
Güçsüzün güçlüyü “hoş görebilmesi” mümkün mü? Ya da tersinden sorarsak, zayıfın güçlüye “müsamaha” göstermesi diye bir şey duyan var mı şimdiye değin?
Hiç kapıcının apartman sahibini hoş gördüğü görülmüş mü?
Bu kavramların ikisi de dikey konumlu olup, hareket yönleri “yukarı”dan “aşağı”ya doğrudur. Güçlü güçsüzü, ezen ezileni, büyük küçüğü, hoş görür... Hep alttakine, zayıfa “müsamaha” edilir, gösterilir.
Haliyle bir önceki tartışmaya dönersek, “eşcinsellere gösterilen müsamahayı bir yazara göstermemizin istenmesi” sadece bir retoriktir. Ve aslında bu retorik, bu görüşü dile getirenin aklının gerisini anlamamıza da yardımcı olur.
Soruyu onlara değil, kendimize soralım; “Biz kimiz ki seni hoş göreceğiz, müsamaha göstereceğiz?”
Kimim ki ben bir eşcinsele müsamaha gösteriyim, ona tahammül edeyim?
Eğer bu bir haksa, bu gücüm, kudretim, iktidarım nereden geliyor? Bu hakkı kimden alıyorum, kim veriyor bana bu kibirli yüklü gücü?
Tartışmaların tıkandığı yerde “hoşgörü”ye sığınan “liberal ağızlı” bu dil, aymazlıklarının üzerine örtmek için sık sık “düşünce özgürlüğü” şalını yerleştirir omuzlarına.
Ali Bulaç örneğinde olduğu gibi, “Ben demiyorum, eşcinsel askerlerin kitle katliamları yaptıklarını başkaları söylüyor, ben de aktarıyorum” türünden en basit ahlak ilkesinden bile yoksun bir dilin “düşünce özgürlüğü” limanına çekilme gayreti esasen acıklı, ama daha da önemlisi korkutucudur. Ben Ali Bulaç'tan da, savunucularından korktum, itiraf edeyim.
* * *
Şimdi gelelim, “Bulaç için istenenler listesi”nde bulunan “empati”ye.
En kaba tanımla söylenirse; mağdurla, kurbanla, acı çekenle yer değiştirme olarak tanımlanır bu kavram.
Bizden yapılması istenen şey Bulaç'a, yani mağdura “empati”dir.
Elbette yapalım. Ama burada da bir soru çıkıyor karşımıza. Bu tartışmada Bulaç acı çeken mi? Mağdur mu? Kurban mı? Yoksa kendi söylediği gibi söylersek, bu tartışmada esasen yapılmak istenen onun, Bulaç'ın üzerinden hükümet, bazı cemaatlerin yıpratılması, Ergenekon'un ve Kürt sorununun yolundan saptırılması değil miydi?
Eğer durum buysa karşımızda bir kurban değil, ciddi anlamda bir muktedir durmaktadır. Bu kadar vektöre yön verebilecek bir kavşakta herkes duramaz kabul edelim ki!
O nedenle, empati de, o pek sevdikleri “hoşgörü” ve “müsamaha” gibi kendilerine hizmet etsin istiyorlar. Ama unutulan bir şey var, “güçlü”ye, “muktedir”e empati yapılamaz.
Çünkü Bulaç örneğinde olduğu gibi, gerçek mağduru, acı çekeni -ki burada onlar mesnetsiz iddialara kurban giden eşcinseller- kendi dışına koyan, bırakın onunla yer değiştirmeyi göze almayı, gözünü onu derdest etmeye dikmiş bir bakışa empati yapılamaz. Yapılırsa, gerçek kurbanın ıstırabı katmerlenir.
Bu bağlamda empatiye ihtiyacı olan Bulaç değil, “eşcinsel”dir.
Evet, Bulaç'ın da “empati”ye ihtiyacı vardır ama “empati görmek” değil, mağdura karşı yapabilmek için bir ihtiyaçtır bu.
Bulaç'ın şu tartışmanın ardından girdiği ruh halini daha iyi anlayabilmek için, “empati” kavramı üzerine en çok düşünenlerden biri olan Arno Gruen'den iki alıntıyla bitirelim bu bahsi...
İlki, kendisini iktidarla özdeş kılan Bulaç’ın empati yitimiyle ilgili: "... insanın kendi yetersizlik duygusundan kaynaklanan ve onu iktidarla özdeşleşmeye götüren durum, empatinin yitimine yol açmaktadır.”
İkincisi, Bulaç'ın bunu hangi gerekçelerle yaptığı ve sonuçlarıyla ilgili: "Kendi sorumluluğunu, üst sistemlere devreden bir insan oluş, yabancılaşmış bir insan oluştur... Kimliklerini iktidarla ve onun sembolleriyle özdeşleştirmeye dayandıran bireyler, insan oluşlarının zeminin yitirirler ve böylece kendilerini algılayış biçimleri, güce dayalı bir toplumsal sistemin sürekliliğini sağlamaya hizmet eder hale gelir. Kısırdöngü başlar...”