Kendimi bildim bileli fena sayılmayacak bir futbol seyircisiyimdir. Babamın yakın arkadaşı Bülent Eken'in teknik direktörlük döneminde, on dört on beş yaşlarındayken kimi maçları soyunma odalarından başlayarak yedek kulübesinden izlediğim oldu. Uzunca bir süre maçları, o sıralar bütün maçların yapıldığı Mithatpaşa Stadyumu'nun kapalı tribününden seyrettim. Pek çok maç hâlâ belleğimde. Hiç unutamadığım maçlardan biri, Galatasaray'ın 1963'te Milan'la oynadığı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası çeyrek final karşılaşmasıdır. Nasıl unutabilirim ki? Ocak ayıydı ve saha çarılçamurdu. Galatasaray, Turgay Şeren'li, Kadri Aytaç'lı, Suat Mamat'lı, Metin Oktay'lıydı. Milan'ın savunmasının başında Paolo Maldini'nin babası Cesare Maldini vardı. Rivera'lı, Trappatoni'li, Altafini'li bir Milan'dı. Solaçık Uğur Köken daha maçın başında bir gol atınca ne kadar umutlanmıştık. Ama sonunda Mora, Barison ve Altafini'nin golleriyle 3-1 yenilmiştik. O günlerden bu yana futboldan hiç kopmadım.
* * *
Uzun yıllardır yabancı sporcuların adlarının elden geldiğince doğru telaffuz edilmesinden, doğru söylenmesinden yanayım. Bazı adlarda zorluklar çıkmıyor değil. Örneğin, Yunan tenisçi Stefanos Tsitsipas'ın adını beş set süren bir maç boyunca Yunancadaki gibi söylemek hiç de kolay değil. O yüzden, bizim tenis spikerlerinin "Çiçipas" demeyi yeğlemeleri bir ölçüde hoşgörüyle karşılanabilir. Gel gör ki, bizdeki çoğu futbol spikeri ve yorumcusunun bu konudaki kayıtsızlığı, bir türlü düzelemeyen yanlışlara yol açıyor.
En sık düşülen yanlışlardan birine Portekizli, Brezilyalı, İspanyol ve Latin Amerikalı futbolcuların adlarında rastlanıyor. Bilindiği gibi, Portekiz'de ve Brezilya'da Portekizce konuşuluyor, İspanya'da ve Brezilya dışındaki Latin Amerika ülkelerinde ise İspanyolca. Ama bizde pek çok kimse Portekizceyle İspanyolca arasındaki ayrımın farkında değil. O nedenle de, João'lar, Jorge'ler, Jesus'lar, hepsi birbirine karıştırılıyor ve yanlış söyleniyor. Portekiz, İspanyol ve Latin Amerika futbolunun dünya futbolunda çok büyük bir yer tuttuğu açık. O yüzden, hiç değilse spor kanalları bu konuda spikerlerine ve yorumcularına eğitim verseler. Adamın adını bile söyleyemiyorlar, ama onunla ilgili her türlü yorumu ve eleştiriyi yapabiliyorlar. Büyük özgürlük!
* * *
Bir de, futbolcunun adı Türkçe bir ada biraz benzemeyegörsün, adamı hemen Türkleştiriyoruz. Örneğin, Polonya milli takımının iki oyuncusu var: Biri savunma oyuncusu Kamil Glik, öbürü de forvet Kamil Grosicki (Sıvasspor'da da oynadı). Polonyalı Kamil bizde oluyor Kâmil! Sanki babamızın oğlu…
Polonya deyince, aklıma Roman Kosecki geliyor. 1990'ların başında Galatasaray'a gelmiş, 38 maçta 19 gol atmış, sonra da İspanya'ya gidip Osasuna'da, Atlético Madrid'de oynamıştı. Hatırlıyorum, bir gazete Kosecki'yi "Koç Zeki" yapmıştı; ondan sonra "Koç Zeki" aşağı, "Koç Zeki" yukarı! Ne kadar hoşumuza gitmişti…
* * *
Birkaç ay oldu herhalde, yine bir spor kanalında yabancı adların doğru söylenmesi meselesi gündeme geldi. Birileri fikrini söyleyeyim derken, şimdilerde duayenden saydıkları bir yorumcu birden barut kesildi; cezbeye gelmişçesine ter ter tepinerek, "Ben isimleri doğru söylemek zorunda değilim, yabancılar bizim adlarımızı doğru söylüyorlar mı, söylemeyeceğim işte!" gibisinden bir şeyler deyiverdi. Yanlışın doğruyu alt ettiği, bilgisizliğin bilgililiğe üstün geldiği bir ülkede yaşadığımı bir kez daha anımsayarak gülümsedim…
* * *
Süper Lig'in 15. haftasında MKE Ankaragücü-Rizespor maçı biter bitmez sahaya dalarak hakem Halil Umut Meler'i yumrukla yere deviren AKP'li kulüp başkanı Faruk Koca göstermelik bir tutuklamadan sonra salıverildi. Koca'nın yumruklu saldırısının ardından Meler'i yerde acımasızca tekmeleyen iki suç ortağı ise şimdilik tutuklu. İlk duruşmada onlar da salıverilir. Benim merak ettiğim, ne ceza alacakları değil; şimdiye kadar adaleti diledikleri gibi yönlendirenlerin, cinayete teşebbüsten farksız bu eylemi herkesin gözleri önünde gerçekleştirenleri bu kez nasıl bir yöntemle kurtaracakları… Belki de, olaydan hemen sonra Koca'nın "aslında iyi adam olduğunu" söyleyen Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı'nı ve TRT Spor'un hakem eskisi yorumcusunu "tanık" gösterirler…
Bu arada, Meler'in, olayların kışkırtıcısı olarak MKE Ankaragücü teknik direktörü Emre Belözoğlu'yu gösterdiğini de unutmamalı. Gerçi Belözoğlu Meler'in bu suçlamasını reddetti, ama öfke kontrolünden yoksun olduğu bilinen Belözoğlu'nun maç sonunda saha kenarındaki kendini kaybetmiş görüntüleri ortada. O görüntüleri izlerken, 16 Kasım 2005'teki Türkiye-İsviçre "milli rezaleti"ni anımsamadan edemedim. Soyunma odalarının koridorunda İsviçreli futbolcuya saldıran Türkiye milli takımı oyuncusu Belözoğlu, Uluslararası Futbol Federasyonu FIFA'dan 6 maç men ve 15 bin İsviçre Frangı para cezası almamış mıydı?
* * *
El-Memleketü'l-Arabiyetü's-Suudiye'nin, yani Suudi Arabistan Krallığı'nın başkenti Riyad'da yaşanan Türkiye Süper Kupa finali skandalı da unutuldu gitti. Tıpkı "Arap dünyasının en çok ihtiyacı olan şeyin özgür ifade olduğunu" söyleyen muhalif Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın 2 Ekim 2018 günü Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda öldürülüşünün unutulduğu gibi. Az önce sözünü ettiğim, 6 maç seyircisiz oynama cezası aldığımız 2005 Türkiye-İsviçre maçı kepazeliğinden bu yana Türkiye Futbol Federasyonu böyle bir rezillik yaşamamıştı. Ama Süper Kupa finalini Riyad'da oynatayım derken kendi kendini küçük düşüren federasyon da, başkanı da hâlâ dimdik ayakta!
* * *
Evet, lig maçlarını en azından 1960'lardan bu yana izliyorum; futbolun bu kadar yerlerde süründüğü, bu kadar kötü yönetildiği, iktidar tarafından bu kadar kullanıldığı bir dönem anımsamıyorum. Eh, ne kadar hukuk, ne kadar adalet, ne kadar insan hakları, o kadar futbol…
Sahada bir futbolcu vakit çalmaya çalıştığında, sakatlanmış gibi kendini yalandan yere attığında, maç spikerinden duyuyoruz: "Futbolun içinde var bunlar…" Şu son yıllarda Türk futbolunda yaşananlara bakıyorum da, "Futbolun içinde var bunlar…" demekten alamıyorum kendimi.
Celal Üster kimdir? Celal Üster, İngiliz Erkek Lisesi ve Robert Academy'yi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Çeviri Ödülü'ne değer görüldü. Aralarında Yeni Dergi, Aries, Sözcükler ve Notos'un da bulunduğu birçok dergide çevirileri yayımlandı. Belgelerle Türk Eczacılığı, National Geographic Fotoğraflarıyla İstanbul, Metropolis: Ana Tanrıça Kenti, Unforgettable/Unutulmaz Dizisi, Ortak Kültürel Miras: Birlik İçinde Çokluk gibi kitapları yayına hazırladı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Kültür Editörlüğü'nü, ilk yayımlandığı yıllarda Cumhuriyet Kitap'ın, 1996-2005 arasında P Dünya Sanatı Dergisi'nin, 2003-2008 arasında Can Yayınları'nın yayın yönetmenliğini üstlendi. "Yeryüzü Kitaplığı" yazılarını Radikal Kitap'tan sonra Cumhuriyet Kitap'ta sürdürdü. Robert Louis Stevenson, H. G. Wells, Jaroslav Hašek, James Joyce, Liam O'Flaherty, George Orwell, Juan Rulfo, Iris Murdoch, Roald Dahl, Jorge Luis Borges, John Berger gibi yazarların yapıtlarının yanı sıra Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'su ve Lenin'in Devlet ve Devrim'i gibi Marksist klasikleri dilimize kazandırdı. Ünlü yazarlardan özlü sözleri Sözün Özü, eski ozanlardan aşk şiirlerini Aşk Olsun! adlı kitaplarda bir araya getirdi. İngiliz ve Amerikan Edebiyatında Kısa Öykünün Büyük Ustaları adlı bir antoloji hazırladı. Körün Taşı ve Bir 'Çevirgen'in Notları adlı kitapları yayımlandı. |