Celal Başlangıç

10 Kasım 2014

İttihat ve Terakki'den T.C.'ye yüzyıllık günah: Kobane

İttihat ve Terakki’den, Kürt isyanlarında Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan 100 yıllık süreçte işlenen günahların 'toplanma yeri'dir Kobane

Celal Başlangıç*

Bir ülkeden diğerindeki kalabalığa doğru bağırıyordu:

"Ahmaaaad, Ahmaaaad!"

Sınırın öbür tarafından bir el heyacanla havaya kalkıyor, yanıt Kürtçe ya da Arapça geliyordu karşı ülkeden:

"Buradayııım, buradayııım!"

Arası kimi yerde üç, kimi yerde beş metreye çıkan iki-üç insan boyu yüksekliğinde çift sıra dikenli telin iki yanına yüzlerce, binlerce insan toplanmıştı.

İki sıra dikenli tel de Türkiye sınırındaydı. Mayınlanmıştı tellerin arası.

Her Şeker ya da Kurban bayramında binlerce insan yığılıyordu iki taraftan da Nusaybin'in, Suruç'un, Akçakale'nin sınır kapılarındaki tel örgülere. Suriyeli Kürtler ve Araplarla Türkiye'deki akrabaları dikenli tellerin ve arasındaki mayınların üzerinden böyle bayramlaşıyorlardı.

Elleri ellerine, bedenleri bedenlerine değmiyordu. Büyüklerin elleri, küçüklerin gözleri öpülemiyordu elbette. Ama bayram hediyesi de veriyorlardı birbirlerine.

Önce akrabalar birbirlerine adlarıyla bağırıyor, karşısındaki duyup da yüz yüze gelince elindeki hediye paketini iki sıra telin üzerinden metrelerce uzağa atıyordu. Bu hareketi öyle ustalıkla yapıyorlardı ki, yıllardır aynı hareketi yapa yapa belli ki ustalaşmışlardı.

Türkiye’den rengârenk torbalarda atılıyordu hediyeler. Suriye tarafından gelenlerin ise hepsi tek renkti; siyah.

Karşı taraftan en çok ipek şal, renkleri göz alıcı kumaşlar, Türkiye’den ise kaçak tütün atılıyordu. En zoru da çok hafif olan ipek şalı siyah bir torbaya koyup Türkiye tarafına göndermekti. Bu nedenle ağırlık olsun diye torbanın içine bir de taş konuyordu.

Bazen Türkiye tarafına düşen siyah bir torbanın içinden bir tabanca fırlayıveriyordu yere. Bu kez de hediyeyi alanda tel örgünün sıfır noktasında ve kalabalığın arkasında bekleyen jandarmalara göstermeden kapıp tabancayı cebine sokma telaşı başlıyordu.

İşin en hazin yanı da güneşin batmasına yakın yaşanıyordu; jandarmalar düdük çalarak, “Tamamdır” diye insanları telden uzaklaştırıyordu.

Geriye dönüp “sınır ötesi”ne baka baka evlerine doğru başları önde, çaresiz yürüyordu insanlar.

 

Suriyenin kimliksiz Kürtleri

 

Türkiye-Suriye sınırında yaşanan bu dramatik sahnelere, 2000’li yılların başında son verildi. İki tarafın mülki amirleri anlaşarak bir bayramda Suriyelilerin Türkiye’deki, diğer bayramda da Türkiyelilerin Suriye’deki akrabalarının yanına geçişi sağlandı. “İdari izin”le insanlar sınırı aşıp karşı taraftaki akrabalarının yanında 48 saate kadar kalabiliyorlardı.

Suriye-Türkiye sınırı akrabaları, aileleri, aşiretleri bölmüştü. Çünkü 1900’lü yılların başında yapılan Berlin-Bağdat Demiryolu’nun rayları, 1. Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’da emperyalizm yeni devletler imal ederken Suriye ile Türkiye arasındaki sınır kabul edilmişti. Bu nedenle de sadece akrabalar değil, hatta bazı bölgelerde köyler, kasabalar, ilçeler bile bölünmüştü.

Artık demiryolu nereye denk geldiyse, orayı iki farklı ülkeye ayırıvermişti.

Ayırmak bu kadar kolaydı ama sonrası zordu.

Soğuk savaş yıllarında NATO’ya giren Türkiye ile Sovyetler Birliği’yle yakınlaşan Suriye arasına mayın döşenmiş, çizilen sınıra rağmen yıllarca “hiç ayrılmamış gibi” yaşayanlar bu kez kollarını, bacaklarını, hatta canlarını kaybetme pahasına yine de geçmişlerdi bir karşı ülkeye; kimi zaman kaçak sınır ticareti, kimi zaman akrabalarını görmek, kimi zaman da “kaçak gelin” getirmek için.

Hatta 2000’li yıllarda başlayan karşılıklı geçişler sırasında bu “kaçak gelin” işinden hayli yakınıyorlardı gümrük görevlileri:

“Aile gelirken kızını getiriyor, sonra onu burada bırakıp akrabası olan diğer ailenin kızını alarak gelin diye götürüyor. Resmen kız değiştiriyorlar. Bu insan değişimini önleyemiyoruz.”

İşte bu geçişler yaşanırken dini bayram günleri, sınırın Suriye tarafında kadınlı, erkekli, çocuklu bir kalabalık toplanırdı. Onlar sınırdan geçmeye hiç teşebbüs etmez, sadece gidenlere ya da gelenlere biraz özlemle bakarlardı. Ama çaresizlikle değil. Çünkü sınırdan geçişler olurken Suriye tarafında toplananlar ellerinde PKK bayrakları, Abdullah Öcalan posterleriyle sloganlar atar, yaşanılan durumu protesto ederlerdi.

İlk karşılaştığımda şaşırmış, “Bunlar neden geçmiyor, PKK’li oldukları için mi?” diye sormuştum. Aldığım yanıt şaşırtıcıydı:

“Bu Kürtlerin daha önce var olan kimlikleri BAAS Partisi Suriye’de iktidara geldikten sonra iptal edildi. Kimlikleri olmadığı için karşı tarafa geçişlerine izin vermiyorlar bu yüzden.”

 

Şimdilik Rojava yurttaşı oldular

 

İşte, iktidara oğul Esad geçtikten sonra birden bire “Kuzey Suriye”de ya da diğer adıyla “Rojava”da (Batı Kürdistan) devrim patlayınca kimse anlayamadı ne olduğunu. Türkiye’de herkes birbirine soruyordu “Suriye’de bu Kürtler de nereden çıktı?” diye.

Yani onlar çok uzun bir süredir oradaydılar ve Suriye rejiminin bütün baskılarına, işkencelerine, idamlarına rağmen direniyorlar ve örgütleniyorlardı.

İşte Suruç’tan IŞİD saldırısı altındaki Kobane’ye doğru giderken, aslında Suriye sınırı boyunca rastladığım, kimliksiz bırakıldıkları için, Türkiye’ye geçip akrabalarını görme hakkından da yoksun bırakılan Suriye Kürtlerinin yaptıkları devrimle kurdukları özgür ülkelerine gidiyordum.

Mürşitpınar Sınır Kapısına doğru giderken, iki ülke arasındaki çift sıra dikenli telin Türkiye yakasında, eski bayramlaşma görüntülerini anımsatan bir kalabalık birikmişti. Sınır boyunca “insan zinciri”, daha doğrusu “etten duvar” oluşturmuştu Türkiye’nin dört bir yanından gelen Kürtler, sosyalistler, devrimciler, insan hakları savunucuları. Ama bu kez karşısındakiler de onlar gibi tel boyunca toplanmamış; kadınıyla, erkeğiyle, genciyle, yaşlısıyla IŞİD denilen “küresel çete”ye karşı mevzi mevzi, ev ev, tepe tepe, köy köy direniyorlardı. Çünkü artık “Rojava Demokratik Özerk Bölgesi”nin yurttaşları olarak bir kimlikleri vardı ve yurtları Kobane Kantonu’nu ölümüne savunuyorlardı.

Sınırda büyük çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Türkiye’nin vicdanlı, namuslu ve duyarlı insanlarının ördüğü “etten duvar”;  ülkelerini yönetenlerin eli kanlı, kelle kesen, kadınlara tecavüz edip esir pazarlarında satan siyasal İslamcı çetelere yardımını engellemek içindi.

Ama bu insanlar öyle inanmışlardı ki “Rojava Devrimi”ne, günlerdir açık arazide beklemekten, geceleri toprağın üzerinde yatmaktan zerre kadar yorulmamışlardı.

Sınırın öte yanında IŞİD çeteleri ağır silahlar, tanklar ve toplarla saldırırken kardeşlerine, onlar karşılarına dikilen TOMA’ların, insanın soluğunu kesen biber gazının, göz çıkartan, kafatası parçalayan fişeklerinin karşısında “bir inanç anıtı” olarak dikilmişlerdi.

Sınıra gelemeyenlerin de mutlaka bir görevi vardı Suruç’un merkezinde. Kobane’den gelen ve çoğunu kadınlarla çocukların, yaşlıların oluşturduğu 10 binlerce insana giyecek, yiyecek sağlamak, barınacak bir saçak altı bulmak, insani ihtiyaçlarını karşılamak.

Nüfusu anca 50-60 bin olan Suruç, büyük bir özveriyle sanki emmişti binlerce sığınmacıyı. Kimseyi açıkta bırakmamışlardı. Kapılarını sığınmacı kardeşlerine açmışlar, sığmayanları dükkânlara, depolara, düğün salonlarına, taziye evlerine yerleştirmişler; evlerinde battaniye, yorgan, döşek kalmamacasına yardım etmişlerdi.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bir okulu hemen kampa dönüştürmüş, ek olarak Mürşitpınar yolunda ikinci bir kamp açmıştı. 10 binlerce insan gelmesine rağmen, ki bu sayı devlete göre 140, Rojava yöneticilerine göre 60-70 bin civarındaydı, ancak dört bin kadarı gitmişti devletin kamplarına.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti devletine güvenmiyorlardı ve bunu da açıkça dile getiriyorlardı. Haksız da değillerdi hani, çünkü bu yaranın izi çok derindeydi.

 

Kobane’nin demir kapısı

 

Mürşitpınar Sınır Kapısı’na dayandığımızda henüz kent merkezine bombalar düşmeye başlamamıştı. Kentin doğu, batı ve güney yönündeki girişlerinde şiddetli çarpışmalar oluyordu.

Daha önce haberleştiğimiz üzere kantonun Başbakanı Enver Müslim ve Dışişleri Bakanı İbrahim Kurda bekliyordu bizi.

Suruç’taki mülki amirler hiçbir zorluk çıkarmadan kapıya bildirdiler adımızı. Sınırda bir komiser adlarımızı okuyarak bizi Kobane’ye geçirdiler.

Türkiye’den çıkarken büyük ve ağır bir demir kapıdan geçtik. Birkaç metre yürüyünce karşımıza ikinci demir kapı geldi. Bu da Kobane kentinin kuzeyindeki giriş kapısıydı.

PYD’nin “Asayiş”inden gencecik kızlar ve erkekler ellerinde Kalaşnikoflarıyla bize eşlik ettiler.

Başbakan Müslim ve Bakan Kurda sivil giysileri üzerine geçirdikleri koltukaltı kılıflarındaki silahlarıyla çıktılar karşımıza.

Üç taraftan IŞİD çetelerinin kuşattığı kentte umduğumuzdan çok daha fazla inançlı, ne yaptığını ve ne yapacağını çok iyi bilen insanlardı. Sadece Başbakanı, Bakanı değil, sokakta gördüğünüz bir asayiş elamanı, cepheden gelen bir yaralı PYD’li ya PYJ’li de aynı durumdaydı. Ülkelerini ölümüne savunmaya kararlıydılar. Hepsi söz birliği etmişçesine “IŞİD kente girse bile Kobane düşmez” diyorlardı.

Belli ki Kobane’nin düştüğünü görmemeye kararlıydılar; ama öyle, ama böyle.

Aslında üzerinde yürüdüğümüz topraklar, IŞİD çetelerine karşı savunulan bu kentte Osmanlı’nın, Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluş yıllarının acı izleri vardı.

Gazze için ayağa kalkıp Mısır'da Rabia için yas tutan, "Suriye bizim iç işimizdir" diye meydan meydan dolaştıktan sonra "Kobane'nin ne alakası var Diyarbakır'la?" diye soran kafanın bırakın kötü niyetini, en azından ne denli bir cehaletle malul olduğunu daha iyi anlıyor insan.

 

Neredeyse kafatası ölçecekler

 

IŞİD vahşetinden Türkiye’ye kaçan kadınıyla, çocuğuyla, yaşlısıyla 10 binlerce Kobaneli bir anda evsiz, yurtsuz kalmış; bağlarını, bahçelerini, dükkânlarını, hayvanlarını yani geçmişleriyle geleceklerine ilişkin tüm varlıklarını geride bırakıp açlıkla-tokluk, ölümle-kalım arasındaki o ince çizgide sonu meçhul bir yolculuğa çıkmışlardı.

İşte bu kadar “insanlığa muhtaç” bir durumda bile “geçmişte yenilmiş hurmalar” bugün bile “tırmalamaya” devam ediyordu.

27 Ekim 2014 tarihinde Meclis’e bir soru önergesi veren MHP Isparta Milletvekili Nevzat Korkmaz “Kobane trajedisi”nden bir “1915 paranoyası” çıkarmayı başarmıştı.

 Korkmaz’a göre Kobane sığınmacılarının içinde yer alan Ermeni aileleri “Bir daha Suriye’ye dönmeyiz, zaten dedelerimizin sürgün edildiği topraklara geri geldik” diyorlarmış.

Bu yüzden Milletvekili Korkmaz, İçişleri Bakanı Efkan Ala’ya soruyordu:

“Gelen Suriyeli sığınmacılar içerisinde 1915 tehcirinde Türkiye’den gönderilen Ermeni kökenli sülaleler ya da insanların sayısı nedir?”

Her sorunun içinde yanıtı da olabilir ama Korkmaz’ın bir diğer sorusunun içinde “paranoyası” da vardı:

“Ermeni diasporası tarafından (sözde) ‘Ermeni soykırımı(!)’nın 100. Yılı olarak lanse edilen 2015 yılı öncesinde, bu geriye göçün, ‘100. Yıl’ faaliyetlerinden biri olabileceği değerlendirmesini yapıyor musunuz?” (Parantez içindekiler de Korkmaz’a aittir).

İşte İttihat ve Terakki tarafından, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, günümüzden tam 100 yıl önce işlenmiş bir insanlık suçunun bugünkü torunlarına yansıyan “paranoyası” kalmıştı geriye.

Neredeyse “Sığınmacıların soylarını, soplarını araştırın, yeterli sonuç alamazsanız kafataslarını bir ölçün bakalım, bunlar İttihat ve Terakki’nin ‘tehcir’inden sağ kurtulan Ermenilerin torunları mı” diyecekler.

 

Ermenilerden sonra Kürtler

 

Tam da “işkilli olduğu için dingildiyor” denilecek bir durumla karşı karşıyayız.

Elbette iş bununla kalsa iyi ama öyle bir coğrafyadayız ki ne acısı bitiyor, ne kanı.

Bugün Avrupa’sından ABD’sine kadar dünyanın malumu olan Kobane kentinin kuruluş süreci de Anadolu’da yaşanılan acıların “toplanma yeri” gibi.

Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş’a göre “100 yıl önce Kobani ya da Kobane diye bir yer yoktu. Bazılarının ısrarla ‘orijinal ismi’ dediği Ayn el-Arap ise hiç yoktu. 100 yıl önce orada Arab Punarı ya da Arap Pınarı denilen bir mezra vardı.”

İşte bugünün Kabare’si, geçen yüzyılın başında döşenmeye başlanan Berlin-Bağdat demiryolunun 1912’lerde yapılan Konya-Halep ayağında Arab Punarı adıyla dağ başında bir istasyon ve çevresinde birkaç barakadan oluşuyor.

“Arab Punarı’nın tarih sahnesine çıkışı, 1915 Ermeni katliamlarıyla oluyor” diyor Aydıntaşbaş “Arap Punar’ı, tıpkı, Suriye krizinin başından beri duymaya alıştığımız Resul Ayn, Rakka ve Deyr-u Zor gibi, Anadolu’dan göç ettirilen Ermeni kafilelerinin yerleştirildiği ‘kamplardan’. Daha doğrusu, Halep veya Deyr-u Zor ve Resul Ayn gibi daha ‘ölümcül’, pek kimsenin sağ çıkamadığı kamplar için bir ‘transit’ merkezi. Ermeni asıllı Fransız tarihçi Raymon Kevorkian’in iki ciltlik ‘Ermeni Soykırımı’ kitabında, 35 Eylül 1915’te Sivas’dan  Arab Punarı’ndaki kampa yerleştirilen 15 bin kişilik kafilede, salgın hastalıklar nedeniyle günde 120 ile 170 kişinin öldüğü anlatılıyor. Garabet Kapijian, kamp boşaltılana kadarki 6 haftada 4 bin kişinin öldüğünü söylüyor.”

 

Günahların toplanma yeri

 

1916’da İngiltere ile Fransa arasında yapılan anlaşmayla Sykes-Picot sınırı çizilirken Suruç Türkiye, Arab Punar’ı da Suriye tarafında kalıyor. Katliamdan sağ kurtulan Ermeniler, sınırların çizilmesinden sonra kendilerini güvende hissederek buraya yerleşmeye başlıyor. Çekim merkezine dönüşen mezraya çevre köylerden Kürtler de geliyor. Bölgede Araplar, Kürtler, Ermeniler ve Türkmenlerin bir arada yaşadığı bir yerleşim ortaya çıkıyor. Okullar açılıyor, camiler, kiliseler yapılıyor.

Arab Punar’ının aldığı göç bununla kalsa iyi. Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen yeni göçlerden de nasibini alıyor burası. Özellikle 1925’teki Şeyh Sait isyanının kanla bastırılmasından sonra bölgeden kaçanlar, ardından gelen ve 1938’e kadar sürecek olan Kürt isyanlarından sonra Türkiye’de kalma şansı ortadan kalkan Kürtler de kurtuluşu sınırın hemen dibindeki bu yerleşime kaçmakta buluyor.

Bu süreçte de Arab Punar adı, Almanların işlettiği tren istasyonuna “şirket” anlamına gelen “Kompanie” dene dene, yeni yerleşimin adı “Kobane”ye dönüşüyor ve öyle kalıyor. Fransız işgali sonrası 1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye Arap Devleti de “Kobane” adını Ayn el Arab olarak değiştiriyor.

İşte “Kobane”ye “Ayn el Arab” diye diye dolaşanlara, miting meydanlarında ağızlarını büyük bir şehvetle şapırdatarak sadece “düştü, düşüyor” derken “Kobane” adını kullananlara duyurulur ki, Kobane’de Anadolu’daki zulümden sağ kurtulanların çocukları, torunları yaşamaktadır ve onlar kuşaklar boyu vahşetin her türlüsüne karşın yaşamayı ve direnmeyi becermişlerdir.

“Kobane’nin ne alakası var Diyarbakır’la, Van’la” diye soranlar da bilsinler ki burası Mısır’daki Tahrir Meydanından, Gazze’den, Somali’den sadece coğrafik olarak değil, tarihte işlenmiş suçlar açısından da çok daha yakındır Türkiye’ye. Çünkü Ermeni soykırımında İttihat ve Terakki’den, Kürt isyanlarında Türkiye Cumhuriyeti’ne uzanan 100 yıllık süreçte işlenen günahların “toplanma yeri”dir Kobane.

Daha yüzleşemediğimiz onca günah dururken, bir de "Yeni Türkiye"yi "yeni günahlar"a sokmaya kalkışmayın; yeter artık!

* Bu yazı Evrensel Kültür Dergisi'nden alınmıştır.