Caz ve Dahası

28 Şubat 2018

Disiplinlerarası üretim yapan bir karanlık prens: Nick Cave

"Henry's Dream de hayal kırıklığı olmuştu, ama kayıtlar esnasında çarşafa dolandık"

Büşra Aşçı
Üsküdar Üniversitesi – Medya ve İletişim Bölümü
Genç gazeteci adayı ve cazsever

Yaklaşık 45 senedir, ömrüne birçok farklı disiplini sığdıran rock müziğinin ikonlaşmış ismi Nick Cave’in müzikle tanışması kilisenin çocuk korosunda başladı. Daha sonra okuldan arkadaşları ile kurduğu Door Door adlı grubu, ilerleyen yıllarda Boys Next Door sonra da The Birthday Party ismini aldı. 1970’lerin ‘punk’ akımını izleyen bu birliktelik, 1977’den 1983’e Mick Harvey’in grubu dağıtmasına kadar post-punk adına ürettikleri orijinal besteler ile yoluna devam etti. The Birthday Party’nin yolculuğunun sona erdiği1984 yılından günümüze grup için The Bad Seeds dönemi başladı. Bu grupla birlikte Nick Cave’in müziğine blues ve deneysel türler de eklendi. Nick Cave and The Bad Seeds’in her albümü adeta ayrı birer kitap ve rock mucizesi...

Nick Cave, ilk olarak 1984’te Birthday Party üyelerinin de birkaçının bulunduğu The Bad Seeds’le birlikte ‘From Her To Eternity’ albümünü yayınladı. Klavyeci Barry Adamson’ın gruptan ayrılışının ardından yaptıkları 1988 çıkışlı  ‘Tender Prey’ adlı albüm dört yıl sessizliğini koruyan grubun başarısını belgeleyen bir kanıt gibiydi adeta.1992 albümü ‘Henry’s Dream’ ise Nick Cave’in 90’ların Leonard Cohen’i olacağının habercisiydi. 1994’te grup, geçmişteki agresif tarzından arınmış bir şekilde ‘Let Love In’i yaptı.

1996 albümü ‘Murder Ballads’ın içeriğinde ani çıkışlar, yükselişler ve hatta yer yer haykırışlar vardı. Murder Ballads’ı 1997 tarihli ‘Boatmans’s Call’ takip etti. Bu albüm kendinden önce gelenlere göre oldukça sakin bir çalışmaydı. 2000’li yıllara geldiğimizde grup, ‘No More Shall We Part’ albümünü yayımladı. Grup, bu albümün çıkışının hemen ardından, 2001 yılında,  8.Uluslararası İstanbul Caz Festivali kapsamında Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesinde binlerce izleyici karşısında hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir konsere imza attı. Nick Cave’in asi, sahneye hakim duruşu, müzisyen arkadaşlarıyla beraber izleyiciyle paylaştığı enerji kusursuzdu. Cave’in “Weeping Song” parçasının teatral bir izdüşümüydü adeta bu konser. Ağlayanlar, birbirine sıkı sıkıya sarılanlar, el ele tutuşup hayranlıkla O’nu seyredenler…

Nick Cave and The Bad Seeds Türkiye’yi de ziyaret etmesine vesile olan “No More Shall We Part” albümünün sonrasında 2-3 yıl aralıklarla farklı albümler çıkardı. Grubun en son albümü ise 2016 yılında kendi plak şirketlerinden yayımladıkları ‘Skeleton Tree’ oldu. Nick Cave kendisiyle yapılan bir röportajda, eski kayıtlarından bahsetmeyi ve onları tekrar dinlemeyi sevmediğini söylerken “Orada bir canavar var” diyor ve ekliyor: “Bir sanatçının bütün üretimlerinden emin olması korkunç bir şey.”

Farklı üretimlerle iz bırakan bir isim…

Nick Cave sadece müzisyen ve şarkıcı kimliğiyle değil, aynı zamanda kitap, film gibi üretimler de yaparak adından söz ettiriyor. 2001 yılında verdiği konserde yazı yazmanın da hayatında önemli bir yer tuttuğunu vurgulayan Cave, “Daha iyi bir insan olmayı hedefliyorum. Bir şeyler yazmadığımda çekilmez bir insan oluyorum” diye konuşuyor.

Avustralyalı sanatçının kısa oyunlarından ve şarkısı sözlerinden oluşan kitabı ‘King Ink’ 1988’de yayımlandı. İlk romanı ise 1980’lerin sonlarında basılan ‘And The Ass Saw The Angel’ (Eşek Meleği Gördü) kitabı oldu. Sanatçının ve yer altı edebiyatının önemli üretimlerinden biri olarak anılan kitap, Time Out dergisinden ‘Yılın Kitabı’ ödülünü aldı. İkinci romanı ‘Bunny Monro’nun Ölümü’ kitabı ise Türkçe’ye 2009 yılında çevrildi. Bu kitapla ilgili Nick Cave ilk olarak taslak hazırladığını ve seyyar satıcı, alkolik ve uyuşturucu bağımlısı bir karakter ortaya çıkardığını belirtiyor ve böyle bir karakter yaratmasını yönetmen John Hillcoat’un istediğini ekliyor.

Senarist olarak katkıda bulunduğu ilk filmi ‘The Proposition’un ardından Russel Crowe’u başrole taşıyan Gladiator filminin ikincisi için Nick Cave’den senaryoyu kendisinin kaleme alması rica edildi fakat söz konusu senaryo film olarak perdeye yansımadı. Nick Cave, The Bad Seeds’i oluşturan müzisyen arkadaşlarıyla beraber Wim Wenders’ın 1987 tarihli filmi ‘The Wings Of Desire’da da The Carny ve From Her To Eternity isimli parçalarını seslendirirken görülüyordu. Sonrasında ise 1988’de John Hilcoat’un yönetmenliğini üstlendiği “Ghosts… of the Civil Dead” ve 1991 yapımı Tom DiCillo’nun yazıp yönettiği, Brad Pitt ve Samuel L. Jackson’ın rol aldığı  “Johnny Suede”de Freak Storm rolündeydi.

Bir sanat adamı ve aile portresi

Nick Cave‘in olağanüstü başarılarla dolu hayatına şöyle bir dönüp bakıldığında kitleleri etkileyen yalnızca müziği değildir. Her ne kadar müzik tutkunlarının hayatlarına beste ve şarkı sözleriyle damga vursa da o aynı zamanda bir oyuncu, romancı, şarkı sözü ve senaryo yazarı. Tüm bu yeteneklere sahip olmakla kalmayıp onları her zaman ustalıkla hayata adapte eden Cave, sanat insanı kimliğiyle de insanlara dokunuyor. 2016 yılında yayımlanan, Andrew Dominik’in yönetmen koltuğunda oturduğu ve Nick Cave’in hayatına odaklanan ‘One More Time With Feeling’ belgeseli onun iç dünyasına, çatışmalarına ve dertlerine oldukça sahici bir bakış açısıyla tanıklık etme fırsatı sunuyor. Kariyerindeki dönüm noktalarını, aile hayatını, hırslarını, buhranlarını ve ‘Nick Cave olma halini’ epey muntazam bir seyirlikle izleyiciye sunan belgesel, Sundance Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Kurgu” ödüllerinin sahibi oldu. Nick Cave, bu konuyla ilgili TimeOut dergisine 2014 yılında verdiği röportajda ise şunları söylüyor: “Sadece kendim hakkında yapılmış bir film olacağı için yıldırıcıydı. Daha önce böyle bir şey yapmaya hiç ilgi duymamıştım. Sadece yoluma çıkan bir şeydi. Ve çoğu müzik belgeselini de sevmezdim.”  Belgesel film ve albüm tamamen kaybolmuş bir adamın ve bir ailenin portesini yansıtıyordu. Nick Cave, ikisini aynı anda yayınlamadı. Haksız da sayılmazdı; zira hem albümün, hem de filmin merkezinde bir olay vardı; oğlunun trajik ölümü… “ Albümde ve belgesel de bu ölümün etkisinde gelişti ve bu ölüm gölge olarak bizi hep takip etti” diyen Cave, albümü ve belgeseli aynı gecede sunmayı düşünmüş ama sonra vazgeçmiş. Cave, bu konuyla ilgili basında yer almak istemediğini açıkça belirtti ve hiçbir haberde bu yürek burkan konuya değinmedi.

Nick Cave’in bu denli şahsına münhasır bir müzisyen olma sebebinin yaşadığı trajik olaylardan da kaynaklandığı aşikâr. Cave, henüz 19 yaşındayken babasını trafik kazasında kaybetti ve daha 15 yaşında olan oğlu uçurumdan düşerek 2015 yılında yaşamını yitirdi. Bu trajik olaylar kuşkusuz, Cave’in kendisini daha çok müziğe, yazıya, sanata vermesine etken oldu. Nick Cave oğlunu kaybettikten sonra sanatına kederi de soktu. Oğlunun başına gelen korkunç kazadan önce  ‘Skeleton Tree’ albümünün hazırlığında olan grup, Cave’in oğlunu kaybettikten de sonra da çalışmalarına devam etti fakat bu trajik olay albümün müzikal bütünlüğüne ve kayıtlarına da yansıyarak bambaşka bir atmosfer yarattı. Yaşadığı bu trajedi ve kederle Nick Cave’in müziği değişti ve dönüştü.

“Dizime refleks çekiciyle vurulmuş gibi tepki gösteriyorum”

2001 yılında 8. Uluslararası İstanbul Caz Festivali kapsamında İstanbul’da muhteşem bir konsere imza atan Nick Cave, o zamanların Roll dergisine verdiği röportajda “En az sevdiğiniz müzik türü nedir?” sorusuna “Miles Davis’i bir tarafa bırakırsak, trompeti ve o dumanlı caz sound’unu sevmiyorum” diyerek ekliyor: “Dizime lastik çekiçle vurulmuş gibi tepki gösteriyorum.” Aynı röportajda “En çok gurur duyduğunuz albüm hangisi?” sorusuna ise “Hepsiyle bir bakıma gurur duyuyorum. ‘Murder Ballads’ı çok seviyorum, çünkü kayıtları çok eğlenceli olmuştu. İlk albümü de çok seviyorum ‘From Her To Eternity’yi. Çünkü stüdyoya girdiğimizde ne halt edeceğimizi bilmiyorduk, ne tür müzik yapmak istediğimizden bile haberimiz yoktu” demiş ve konuşmasına şu şekilde devam etmiş: “Hatalarla dolu bir albüm, ama ilham verici de. Bazı albümler pek hoşuma gitmiyor, mesela ‘The Firstborn Is Dead‘e bayılmıyorum. Henry’s Dream de hayal kırıklığı olmuştu, çok iyi olabilirdi ama kayıtlar esnasında çarşafa dolandık.”

Sanatçı kimliğinin yanı sıra kendine en açık ve dürüst şekilde özeleştiride bulunacak kadar güçlü duruşuyla herkesin kalbini çalan Nick Cave, İstanbul’da vereceği konser öncesinde yeni bir konser filmi yayınlamaya hazırlanıyor. ‘Distant Sky’ isimli filmi, ‘Skeleton Tree’nin turnesi kapsamında gerçekleşen Kopenhag konserinden görüntüleri izleyicisiyle buluşturacak. David Barnard’ın yönettiği ‘Distant Sky’ isimli konser filmi 12 Nisan’da yayınlanacak ve seçili 500 sinemada gösterilecek. Nick Cave’in 17 yıl aradan sonra, 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında 10 Temmuz akşamı İstanbul’da vereceği nefis konser öncesi bu belgesele de göz atmak gerek. 

Nick Cave and The Bad Seeds, “Stagger Lee”, 8. İstanbul Caz Festivali, 9 Temmuz 2001
 


İstanbul Caz Festivali 25. yaşını kutluyor.

Bu vesileyle her hafta sürpriz bir isim, 25 yıldır cazı ve çok daha fazlasını İstanbul’a taşıyan festivalin unutulmaz konserlerini, perde arkasını, caza dair bilgi ve birikimlerini T24 okurları için yazıyor. Yazıların ardından sohbet, #25YıldırCazveDahası etiketiyle sosyal medyada da devam ediyor.