“Geliyor, gelmiyor, gelmesin, gelsin…” şeklinde vuku bulan ve Beştepe’nin genel diplomasi idaresi açısından şaşırtıcı olmayan bir akışın ardından Filistin Lideri Mahmud Abbas geçen hafta nihayet Ankara’daydı. TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’ın iktidar Milletvekili Alpay Özalan’ın fiziksel saldırısına maruz kaldığı yerde, tam bir gün önce konuşurken Abbas’ın omuzlarından Türk hükümetinin Filistin kefiyesinden ilhamla tasarlattığı ve üzerinde iki ülke bayraklarının yer aldığı atkı sarkıyordu. Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin ve MHP’lilerin çoğu aynı atkıyla oturumu dinledi. Erdoğan zaten daha önce mecliste defalarca kefiyeyle konuşma yapmıştı. Hatta CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da katıldığı bir furyaydı o. Dolayısıyla kefiye ilk kez TBMM kürsüsüne çıkmadı. Erdoğan’ın boynunda gördüğüm daha önceki bazı kefiye tasarımlarını çok daha çarpıcı ve klas bulduğumu araya sıkıştırmak isterim ama konumuz bu değil, geçen hafta o atkıyı yeniden görmenin tetiklediği bir Gazze hatıram.
İsrailli komandoların İstanbul’dan Gazze’ye insani yardım götürmekte olan altı gemilik İHH filosuna saldırıp Mavi Marmara gemisindeki 10 Türk vatandaşını öldürdüğü 31 Mart 2010 tarihinden birkaç gün sonra haber yapmak için İsrail’deydik. Aslında o zaman çalıştığım Hürriyet Gazetesi meslektaşım ve usta foto muhabiri Sebati Karakurt ile birlikte Gazze’ye girme hedefiyle yola düşmemizden o kadar da memnun değildi. Zira Gazze’ye geçebilmek için önce Tel Aviv’e uçup İsrailli makamların geçişimize izin vermesini bekleyecektik. O sırada da doğal olarak İsrail hükümetinin anlatısına ve İsrail halkının duygularına mercek tutan haberler yapacaktık. Hürriyet yönetimi basit habercilik refleksiyle yapılacak işlerin dahi AKP hükümetinin tepkisine neden olabileceğinden endişe duyuyordu. Benim için bu endişe, AKP’nin çoktan başladığı ‘manşete kaş kaldırma’ pratiğini faş etmesinin yanı sıra Hürriyet’in kendi patolojisinin -haberciliğin kendi doğal ilkeleri yerine devletin resmi politikasına desteği kolayca önceleyebilmenin- tezahürüydü.
Ancak nihayetinde hem İsrail’den hem de Gazze’den Sebati ile birlikte geçtiğimiz haber ve fotoğrafların çoğu manşet oldu. Ne de olsa o zamanki Hürriyet yazı işleri bu tür hassas mevzuları ‘yönetmekte’ ustaydı. O sırada yine Başbakan olan Benjamin Netenyahu ile bir mülakat yapmak için çok uğraşıyordum. Öyle bir anda Hürriyet’in İsrail’de olmasının değerini bilen İsrail müesses nizamı ise önce Netenyahu gibi krizi iyice tırmandıracak bir siyasetçi yerine sorularıma nispeten daha makul verebilecek bir siyasetçi olan Ehud Barak’ı karşıma çıkarma olasılığını değerlendirdi. Ancak bundan da vazgeçtiler çünkü Ehud Barak bir Netenyahu değildi ama İsrailli komandolara ‘vur’ emrini veren Savunma Bakanı’ydı. En sonunda mülakat için Savunma Bakanlığı’nın iki numarası Amos Gilad ile randevu vermeyi uygun gördüler. Çünkü o esnada İsrail Savunma Bakanlığı'nın Siyasi ve Diplomatik Büro Şefi olarak görev yapan Tümgeneral Amos Gilad devletti, devletin ta kendisiydi. İsrail müesses nizamı işlerin çığırından çıkmak üzere olduğunu biliyor ve bir siyasetçinin yerine Türkiye ile ilişkilerin öneminin sorumluluğuyla konuşacak bir bürokratını sahneye çıkartıyordu.
Amos Gilad ile mülakatın kendisi çok enteresan olmasa da Tel Aviv’deki Savunma Bakanlığı binasına girişimiz, çıkışımız ve bu süreçte bize ‘ablalık’ yapsın diye yanımıza verilen genç istihbaratçı kadın asker unutamayacağımız detaylardı. Binadan çıktığımız andan itibaren ertesi gün Gazze’ye geçişimizin detaylarını planlamak için telefona sarıldım. O sırada bize Savunma Bakanlığı’nda eşlik eden kadın askerin bizimle kahve içmeye gelmekte olduğunu fark ettim ama çok da önemsemedim. Ben elimde telefon, Erez Sınır Kapısı’ndan kimin alacağını ve nereye gideceğimizi planlarken onlar Sebati ile sohbet ediyordu. Masadan uzakta bir yerde telefon konuşmalarımı yapıyor olsam da biliyordum ki kadın aslında benim Gazze hazırlığı içinde olduğumu biliyor ve tam da bu yüzden orada oturuyordu. Bir süre sonra, daha önce randevulaştığım Hamas yöneticisine ulaşamadığım için masaya yüzüm asık halde döndüm. Sebati anladı, bir şey sormadı. Sessizlik sürerken genç kadın, “Hamas’tan kime ulaşmaya çalışıyorsun?” diye sordu. “Ahmed Yousef ile bulaşacaktık” dedim. Kalktı bir kişiyi aradı ve kâğıda bir şey yazdıktan sonra bana uzattı; “Bir de bu numarayı denesene.”
Denedim ve oldu!
Biraz önce ulaşamadığım Ahmed Yousef’in yardımcısına başka bir numaradan ulaşmış oldum. Demek ki bu numara ‘hemen açılması gereken’ bir numaraydı. İsrail Devleti’nin yanımıza ‘mihmandar’ diktiği istihbaratçı sayesinde yarın Hamas’ın Gazze’de yaşayan en tepe yöneticilerinden biriyle görüşecektik.
Ahmed Yousef ve Cansu Çamlıbel
Ahmed Yousef, o sırada Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’nin baş danışmanlarından biriydi ve örgütün dışa açılan sesiydi. Ama Yousef’in durumu biraz karışıktı. O sırada kendisine ‘Başbakan’ denilen İsmail Haniye aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı görevini de yürüttüğü için eski başdanışmanı Ahmet Yousef’u Bakan Yardımcısı tayin etmişti. Yousef ile Gazze’de bir apartmanın 16. katında buluştuk. Hamas’ın Dışişleri Bakanlığı olarak kullandığı bina İsrail’in Aralık 2008’deki saldırısında yıkıldığı için Ahmet Yusuf’un kendi ofisi fiili bakanlık işlevi görüyormuş. Nitekim girişinde asılı olan levhayı sonradan önünde fotoğraf çekilirken fark ettim, üzerinde ‘House of Wisdom’ yazıyordu. Belli ki Hamas, Gazze’de idareyi ele geçirince resmi olmayan işler için kullanmak amacıyla düşünce kuruluşu kılıklı bir şey kurmuştu. İsmi hemen bana Fethullahçıların Amerika’da tercih ettiği okul ve STK isimlerini anımsatmıştı. Batılıların kulağına hoş tınlayacak bir kelimeler topluluğu; ‘Erdem Evi; Kriz Çözümleri ve Yönetişim.’
Nitekim Yousef’un mülakatta söyledikleri de yine Batı’nın o dönemde üzerine atladığı bir siyasi pozisyona işaret ediyordu. “Taliban modeli her şeye karşı; kadına karşı, eğitime karşı. Erdoğan’ın modeli ise açık görüşlü, elini taşın altına koyan, değiştiren, laikler ile iyi ilişkiler kuran, demokrasi ve insan hakları için çalışan, açık toplumdan yana bir model. Sadece İslamcıların değil herkesin insan hakları ile ilgili. İşte biz de bunu istiyoruz.”
Hamas da İsrail Devleti gibi nabza göre şerbet veriyordu. O dönemde Haniye’ye en yakın olan isimlerden biri, seküler bir Türk kadın gazeteciye bunları anlatıyordu.
Ahmed Yousef çoraplı ayaklarını altına toplamış biçimde bana bunları anlatırken benim gözüm, oturduğu koltuğun kolçağının üzerinde duran ve İngilizce olduğunu fark ettiğim metne gidiyordu. Nitekim Sebati tam o anı fotoğraflamayı başarmış.
Söyleşi bittikten sonra vedalaşırken “Bugün sokaklarda insanlarla konuştuktan sonra akşam otelinize dönmeden bana yine uğrayın isterseniz. İzlenimlerinizi ve merak ediyorum” dedi. Tam biz dışarı çıkarken içerdeki odalardan birinden beyaz gömlekli, gri pantolonlu ve fiziği ‘İngiliz’im’ diye bağıran bir adam çıktı ve Ahmed Yousef’in yanına geçti.
Akşam Yousef’in ofisine yeniden uğradığımızda benim İngiliz olduğuna emin olduğum kişi yine oradaydı. Gazeteci olsa çoktan benim gibi haber peşine düşmüş olması gerekirdi. Ayrıca bu kez benim Yousef’in yanında olmama aldırmadan yanımıza girip çıkıyor ve kendisine hızla bakması için yeni metinler getiriyordu. Yousef sonunda bana dönerek “Merak ettin değil mi?” deyince “O kim?” diye sorma cüretini kendimde buldum. “Bir dost” diye yanıt verirken bana deminden beri gidip gelen kâğıdı uzattı. Üzerinde “Barones Catherine Ashton’ın AB Üyesi Ülkelerin Bakanlarına sunacağı Gazze’ye insani yardım ablukasını kaldırmaya dönük önerisi” yazıyordu.
İngiliz siyasetçi Catherine Ashton, o sırada Avrupa Birliği’nin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisiydi, yani AB’nin Dışişleri Bakanı sayılırdı. Ve Ashton’ın haftaya Brüksel’deki toplantıda üye ülkelerin onayına sunacağı metin Hamas’ın siyasi liderlerinden birisinin ofisinde yazılıyordu. Biz de buna canlı canlı tanık oluyorduk.
Şoku atlatamadan metni okumaya devam ettim. Ashton’ın önerilerinden biri dikkatimi çekti. Avrupa Birliği Gazze’ye insani yardım ulaştıracağı gemilerin Gazze Limanı’na varmadan İsrailli yetkililerin de aralarında bulunacağı bir uluslararası heyet tarafından kontrol edilmesini sağlayabilirdi. Heyette İsraillilerle hem Türk hem de AB tarafını temsil eden yetkililer de bulunurdu. Buraya kadar her şey makuldü. Ancak Ashton’ın önerisi bu denetimin Güney Kıbrıs’ta Rumların kontrolündeki Larnaka Limanı’nda yapılması teklifini de içeriyordu. Yani Türk yetkililer denetim için Türkiye Cumhuriyeti’nin tanımadığı Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne gidebilirdi, bunda ne vardı?
İngilizlerin bu tür metin yazmış olması değildi beni şok eden, Hamas liderliğinin bu metinde bir problem görmüyor oluşuydu. Ahmed Yousef metni okumama izin verdi ama bir kopyasını almayı başaramadım.
Sonuçta AB’nin çabaları kadük kaldı, Ashton emekli oldu, Ahmed Yousef artık ortalarda yok. Yousef’in ‘Taliban modeli yerine Erdoğan modeli’ dediği şey zaten takla attı. Aynı olan tek şey, 7 Ekim’den sonra yüz binle çarpılan Filistinlilerin trajedisi.
Ancak ben artık ne zaman içinden Hamas geçen bir siyasi nutuk duysam önce Ahmed Yousef’i hatırlıyorum sonra da İsrail’in iç güvenlik istihbaratından sorumlu teşkilatı Shin Bet’in eski direktörlerinden Ami Ayalon’un 7 Ekim sonrasındaki itirafını.
Avustralya’daki ABC kanalının Dış Politika Editörü John Lyons’ın hazırladığı belgeselde konuşan Ayalon şöyle diyor; “Hamas'ın Gazze'yi, Filistin Yönetimi'nin de Batı Şeria'yı kontrol etmesi ve birbirleriyle savaşmaları için her şeyi yaptık. Netanyahu, Katar'ın Hamas'a tahminimce 1,4 milyar dolardan fazla parayı göndermesine izin verdi. Ve biz başbakanımızın talimatıyla bunu yaparak Hamas’ın gücünü arttırdık.” Ayalon’un ifşasını belgeselde Ehud Barak’ın analizi takip ediyor; “Netenyahu Hamas’ı iki devletli bir çözüme engel olmak için güçlendirdi. Bunu bilinçli ve sistematik bir politika olarak uyguladı.”
İktidara geldiğinden beri Türkiye Cumhuriyeti’nin Filistin davasına tarihi desteğini kendi ideolojik gündemi nedeniyle ‘Hamas’a koşulsuz destek’ formuna sokan AKP hükümetinin istihbaratçı elitleri, eminim benim gazeteci gözüyle yakalayabildiklerimden çok daha fazlasını biliyordur.
Sayın Erdoğan’ın geçen sene bir miting meydanında bambaşka bir vesileyle söylediği gibi; “Kadere bak. Kimler kimlerle beraber!”
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |