Cansu Çamlıbel

03 Mart 2025

Prof. Ali Kemal Özcan: Öcalan bana İmralı'dan çıkmak istemediğini söyledi; tek ulus, tek bayrak, tek devlete karşı değil, ama ulus etnisiteyle tanımlanamaz, Kürt sosyolojisini inanmadığı bir şeye zorlarsan ters teper

“Öcalan’ın Sırrı Süreyya Önder’e okuttuğu not kendisiyle ilgili; ‘demokratik siyasetin önü açılmalı’ derken kendini kastediyor. Öcalan terminolojisinde ‘gruplar’ dağ için kullanılır, devlet de bunu bilir. Mazlum Abdi’ye mektubu özel kargoyla gönderdi de devlet görmedi mi? Öcalan o mektupta ‘siz de silah bırakacaksınız’ demiş olsun, amuda kalkarak özeleştiri veririm”

Malum son dört gündür ülke toplu halde, PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ın kalabalık bir heyetin tam ortasında otururken çekilmiş bir fotoğraf karesi eşliğinde, örgütüne gönderdiği mesajın ne anlama gelip gelmediğini tartışıyor. Aslında Öcalan’ın metnindeki pek çok ifade ‘çok net’ görünüyor, muğlak kalan noktalar ise için ise ‘Öcalan klasiği’ demek mümkün. Örgütü ‘hemen’ anlıyor, bizimse doğru yorumlamak için dekodere ihtiyacımız oluyor. Yoruma muhtaç olan şey kelimelerin kendisi değil esasen, ancak hangi kavramsal çerçevede kullanıldıklarına dair bir literatür ve hafıza çalışması elzem.

İşin taşıyıcısı konumunda olan DEM Parti heyeti ve liderliği şu aşamada yapabilecekleri kadar izahatı kamuoyuyla paylaştı. Daha fazlasını açıklamaları kendi bacaklarına sıkmak olacaktır. Ancak bizim Türkiye toplumu olarak hükümetin yetkili ağızlarından çıkandan da DEM’lilerin söylediklerinden de daha fazlasını bilmeye ihtiyacımız var, sadece bir ihtiyaç da değil, haktır bu.

Tam da bu yüzden, Abdullah Öcalan cezaevine konulduktan sonra, avukatları, ailesi, DEM Parti ve öncüllerinin üyeleri ve devlet görevlileri dışında kendisi ile görüşen tek sivil olan Prof. Dr. Ali Kemal Özcan’ı aradım. Dersim’de yaşayan Özcan ile hızlıca bir araya gelmek mümkün olmayınca görüşmeyi video konferans yoluyla yapmak durumunda kaldık.

Türkiye, Ali Kemal Özcan’ın ismini 2019’da tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimleri öncesinde öğrendi. O güne kadar akademik camia içindeki niş bir alanı çalışanlar dışında kimsenin tanımadığı Özcan, apar topar İmralı’ya Öcalan ile görüşmeye gönderilmiş, sonrasında da kameralar karşısında Öcalan’ın o kritik seçime dair mesajı canlı yayında kendisine okutulmuştu. Öcalan o mektubunda, 23 Haziran 2019 seçimlerinde HDP’nin tarafsız kalmasına yönelik ifadeler kullanmıştı. Ancak seçim, Ekrem İmamoğlu için farkı çok açtığı bir galibiyetle sonuçlanmıştı. Ali Kemal Özcan ise bu işe hevesli olmasının bedelini hakkında açılan soruşturma ve Munzur Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırılmasıyla ödedi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasi bir hedefi için kullanılmış oldu.

Bugün ve yarın yaşanacaklar üzerine kafa yorarken, son Öcalan açılımının tüm taraflarının arada dönüp Ali Kemal Özcan üzerinden denenen şeyi hatırlaması gerektiğini düşünüyorum. O deneyim, kişi olarak Özcan’ın neler yaşadığından ziyade Türkiye’nin bu en derin mevzusunun siyasi hedefler açısından araçsallaştırılması durumunda nelere vesile olabileceğinin anlaşılması açısından mücevher kıymetinde bir örnek.

Ömrünü Öcalan’ın metinlerini ve örgütünü çalışarak geçiren Prof. Dr. Özcan’a göre, Öcalan’ın açıklaması üzerinden ‘Kürt sorununu çözmüş gibi’ davranan devlet aklı krizde. Topluma doğruların söylenmesi gerektiğini savunan Özcan, YPG’nin silah bırakması illaki konuşulacaksa bunu Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın, yani komedinin alanına bırakılması gerektiğini söyleyerek hicvin zirvesine tırmanıyor.

Hem hükümetin pozisyonunu hem de DEM Parti’yi bu kadar ağır eleştiren bir noktaya gelmesinin sebebinin artık İmralı kapısının kendisine kapanmasıyla bir ilgisi olup olmadığı soruma teşekkür etti. Zira aynı soruyu o da kendisine sormuş “Acaba kıskanıyor muyum?” diye!..

(Soldan sağa üst) Öcalan'ın avukatı Faik Özgür Erol, İmralı'daki mahkûmlar Veysi Aktaş, Ömer Hayri Konar ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Cengiz Çiçek
(Soldan sağa alt) İmralı'daki bir başka mahkûm Hamili Yıldırım, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan, PKK lideri Abdullah Öcalan, kayyım atanarak görevden alınan Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk, TBMM Başkanvekili, DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları

“Ateşkes demek silah bırakmak değildir”

-Yakın zamanda televizyonlara çıkıp şunu söylemiştiniz; “Öcalan örgütüne silah bırakma çağrısı yapmaz. Ama o bu çağrıyı yaparsa ben de bugüne kadar söylediklerimle ilgili özeleştiri veririm.” Buradan başlayalım. Öcalan tam da bu çağrıyı yaptı ve örgütü de ateşkes ilan ettiklerini açıkladı. Özeleştiriye hazır mısınız?

Keşke özeleştiri verebilecek noktaya gelerek sevinmiş olabilseydim. Maalesef benim dediğim gibi oldu. “Silah bırakma çağrısı yapmaz ama örgütü fesheder” demiştim. Ateşkes demek silah bırakmak demek değil. Ateşkes demek ‘çatışma olmayacak’ demek. Ama asıl önemli olan boyut, Sırrı Süreyya Önder’in en sonda okuduğu not var ya, orada. İşte orada Öcalan “Fesih ve silah bırakmanın olması için yasal zeminin hazırlanması, yani demokratik siyasetin önünün açılması zaruridir” demiş oldu.

“Öcalan’ın Sırrı Süreyya Önder’e okuttuğu not kendisiyle ilgili; ‘demokratik siyasetin önü açılmalı’ derken kendini kastediyor”

-Silah bırakmaları açısından sürecin o kadar hızlı olmayacağını, hiçbir şey olmasa 2013-2015 deneyiminden kalan külliyattan biliyoruz. Fesih için de PKK kongresini toplayacağını ilan etti. Ama o bile kendi içinde yasal riskler taşıyor heralde şu ortamda. Yani Öcalan sadece kendisi için değil o kongrenin katılımcıları açısından da mı yasal garantiler talep etmiş oluyor, o kısacık not üzerinden?

Şimdi… Fesihle ilgili bir kere pek sorun yok. Okunan bir sayfalık metin, Öcalan’ın 20 yıldır zaten teorizasyonunu yapmakta olduğu feshin özetidir. Aslında örgütünü 23 yıl önce 2002’de feshetti. “Benim kurduğum örgüt isyan örgütüdür, çözüm örgütü değildir. Ayrıca reel sosyalizmden mikrobunu kapan bir isyan hareketiyiz. Dolayısıyla fesih şarttır. Açmayan aşılır” dedi Öcalan. Yani teorik olarak fesih yapabilirler ama böyle giderse fesih de yapmazlar. O notta Öcalan ‘demokratik siyasetin yolu açılmazsa…’ göndermesi yaparken aslında kendisini kastediyor. Yanına giden 7 kişilik heyet, güya demokratik siyasetten kişilerdi. Yani onlar zaten siyasetin içinde.  Zaten olan şeyi Öcalan bir daha niye istesin?

Ben Öcalan’ın düşüncelerini analiz ettiğimde görüyorum ki, o yapıların bir askeri örgütlenme olduğunu analiz ediyor. DEM Parti bugün emir talimat sistemiyle çalışan bir örgütlenmedir, öyle demokratik işleyişi olan bir örgütlenme değildir. Talimat, kendi içlerinden de geliyor, kendine ‘dağ’ diyen çevrelerden de geliyor. Ama asıl olarak talimatları kendi içinde şekillendiriyorlar bunlar. Ben size bir örnek vereyim: Geçenlerde dağdan gelen (‘komiser’ dedikleri) biri anlattı. Bu şahıs senelerce dağda kalmış, 7 yıl hapis yatmış… Oturduk, üç saat boyunca bana Ahmet Türk ekibi tarafından nasıl ovada tasfiye edildiğini anlattı.

“Örgütün önemli ismi Ali Haydar Kaytan durumu şöyle özetlemişti: ‘Biz önderliğe ‘evet’ deriz ama yapmayız’; bu gelenek 25 yıldır böyle çalışıyor”

-E tamam bu normal ve aslında tercih edilebilir bir şey değil mi? Yıllardır bunu konuşmuyor muyuz? Erdoğan’dan başlayarak tüm devlet yetkilileri DEM ve öncüllerine “PKK ile aranıza mesafe koyun” çağrısı yapagelmedi mi? O açıdan ‘ova’nın sözünün, ‘dağ’ın sözünün üzerine çıkması devlet tarafından arzulanan bir şey değil olmaz mı?

Yeni bir iktidar eliti oluşuyor. Ben ısrarla hep söyledim, bu insanları tanımam, yüz yüze görüşmelerim hiç yok. Ama işte bakın, Öcalan 23 sene önce fes etmiş örgütü ve bunlardan bir tanesi çıkıp “Örgüt zaten fes edilmiştir” dedi mi bunca senedir? Bu durumu en iyi örgütün kurucu kadroları arasında yer alan Ali Haydar Kaytan söylemiştir. Kendisi önemlidir çünkü, örgüt içinde Öcalan’dan sonra en eksilerdendir. “Biz önderliğe ‘evet’ deriz ama yapmayız” der. Bu gelenek 25 yıldır böyle çalışıyor. O yüzden ben bunlara ‘kripto yapı’ diyorum yıllardır. Bu demokratik siyaset yaptıklarını söyleyenlerin bir tanesinden, Kürt meselesinin ne olduğuna dair arka arkaya kurulmuş iki cümle duydunuz mu siz?

“Kürt sorunu Kürt kimliğinin inkârıdır, kök hücresi de Anayasa’nın 66. maddesidir”

-Duydum da şimdi hepsini sıralamayalım. Siz binlerce sayfa yazdınız buna dair. Siz ilk önce kendi zaviyenizden Kürt sorununun ne olduğunu iki cümlede özetler misiniz?

‘Kürt sorunu’ denen mesele inkâr meselesidir. Tıpta ‘kök hücre’ diye bir kavram var biliyorsunuz. Sorunun kök hücresi Kürt inkârıdır. İnkârın kök hücresinin kök hücresi ise anayasanın 66. maddesidir. İnkâr, 66. madde ile 1924'ten bu yana 101 yıldır çakılı olarak duruyor. Bakın, Türk diye bir kavim var. Orta Asya ve Kafkaslarla birlikte toplayın, dünyada herhalde 250 milyona yakın Türk var. 250 milyonluk bir kavmin adını ‘ulus’ için kullanmak aslında felsefi manada Türklüğe haksızlık yapmak, Türklüğe hakaret etmektir. Dünyadaki örneklere bakalım. İsviçre mesela, dünyanın en güvenli ülkesidir, kantonları vardır, dört resmi dili vardır ama tek millettir. Almanya’ya bakalım, orada bile -ki özgün bir örnektir- anayasada “Vatandaşlık bağıyla bağlı olan kişi Almandır” demiyor. Bir birey, etnisitenin vatandaşı olmaz. Neyin vatandaşı olur? Devletin vatandaşı olur, kültürel bir kavramdır etnisite/kavim. Yani Türklüğün vatandaşı olmaz. Günlük dilde ben “Türk vatandaşıyım” diyenleri entelektüel –ve hukukî manada– değerlendiremeyiz. Orada denilmek istenen ‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı’ oluyor. ‘Türk vatandaşlığı’ kavramı önce Türklüğe daha sonra da Kürtlüğe saplanmış 101 yıllık bir hançerdir.

“Öcalan tek ulus, tek bayrak, tek devlete karşı değil ama ulus etnisiteyle ya da bir kavimle tanımlanmaz”

-Siz bir yandan da ‘tek bir ulus’ olabileceğini savunan bir akademik argümana sahipsiniz. Ama bütün etnisiteleri kapsayan bir ‘Türk vatandaşlığı’ yorumuna itiraz ediyorsunuz. Aradaki ama farkı anlatır mısınız?

Evet ben ‘tek ulus’ diyenlerdenim. Mesela, Amerika Birleşik Devletleri'nde 72 kavim var ama tek bir ulus var. İsviçre'de dört tane resmi dil var ama tek ulus var. Britanya'da dört tane meclis, dört tane milli takım, beş tane de bayrak var, ama tek ulus var. Britanya’da bunların hepsine ‘British Nation’ denir, yani bir kavmin ismi ulusun ismi olarak kabul edilmiyor. Öcalan aslında ‘Tek ulus, tek devlet, tek bayrak’a karşı değildir. Ve bu argümanını tartıştığım makale 2008’de, 2012'de de ilk Türkçe kitabımda (Öcalan’a Mektup) yayınlandı. Ben de bunu detaylarıyla çok yazdım. Şimdi uç bir örnek vereyim, ben bunu derslerimde de anlatıyorum. Eğer bir şempanze, iyi bir eğitimden geçirilir, kendisine pasaport verilir ve mesela bir otobüs şoförlüğü yapmaya başlarsa, o şempanzede Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusundan biri olur, yani o devletin vatandaşı olur. Çünkü ulus vatandaşlar topluluğudur. Bir devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan vatandaşlar topluluğuna ‘ulus’ denir. Ulus etnisiteyle, kavimle, kültürle tanımlanmaz.

“Suriye’de Esad rejimi altında bile Kürtler Kürt kalabiliyordu”

- “Öcalan’ın da zaten mevcut ulus tanımıyla sorunu yoktur”, bunu diyorsunuz.

Literatür tanımı ile sorunu yoktur. Ama sorun zaten ulusun tanımında değil, vatandaşlık ile etnisitenin bu kadar iç içe geçmiş olmasında, yani 66. maddede. Etnisite kültürel bir kavramdır, ulus idari/siyasi bir kavramdır. Dolayısıyla ‘tek ulus’ ile problem yok. Ama vatandaşlığın etnisite ile tanınmasında çok büyük problem var. Vatandaşlık ile etnisitenin bu kadar vahşi ve tehlikeli bir şekilde karıştırıldığı başka modern ülke yok. Türkiye bunun bedelini çok ağır ödüyor. Ben bunu daha önce de söyledim; Suriye’de Kürtler Esad rejiminde vatandaş yapılmıyordu, dolayısıyla Kürt de kalabiliyorlardı. İsmail Beşikçi’nin lafıdır yanılmıyorsam; Türkiye'de Kürtler her şeye oluyor ama Kürt olamıyor.

-27 Şubat açıklamasına geri dönersek… Öcalan’ın sanırım bugüne kadar bu kadar net söylemediği şey şuydu; “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadı.” Bu cümleyle birlikte Öcalan kendi açısından mevcut ulus devlet yapısıyla bir sorunu kalmadığını teyit etmiş görünüyor. O açıdan bakıldığında bu hareket içindeki üniter devlet tartışması kesin ve net olarak bittiğini söylemek mümkün mü?

20 küsur yıl önce bitti, bugün tekrar bitti. Öcalan 20 yılı aşkın süre önce söyledi bunu, üniter devlete karşı olmadığını. Çünkü Öcalan bu konuyu çok iyi çalışmış. Zaten 20 yıl önce söylemiş olduğu bu şeyi, 27 Şubat 2025’te tekrar etti. Üniter devlet sorunu yok, Kürt kimliğinin inkârı sorunu var. Onu çözmenin formülü de bellidir, yıllardır yazıyorum.

“‘Biz Türk derken herkesi kastediyoruz’ demek boğazlaşmaya ve bölünmeye kadar götürür bizi”

-Eski Başbakan Binali Yıldırım’ın geçen söyledikleri çok gürültü kopardı. Binali Bey tam olarak şöyle demişti; “Devletimizin adı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Anayasa'daki vatandaşlık tanımında 'Bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı herkes Türk'tür' diyor. Bununla ilgili 'Türklerden başkasına yaşama hakkı yok.' diyorlar. Öyle bir şey yok, bu bir millet tanımıdır ve bu milletin unsurları var. Vatandaşlık tanımı yeni anayasada elbette ki gözden geçirilebilir. Bir etnik kimliği tanımlamak, öne çıkarmak değil de vatandaşlığı, etnik kimliğinin kim olduğuna bakmaksızın vatandaşlığı önceleyen bir güncelleme yapılabilir. Bu bazı etnik grupların kendilerini ihmal edilmiş düşüncesinden kurtarabilir.” Bu sözler hükümetin kamuoyunu Öcalan’ın taleplerine hazırlaması olarak algılandı. Sizce öyle mi?

Nasıl algılandığını bilmiyorum. Fakat tekrar edeyim; Türk-Kürt ilişkileri sorununun 101 yıllık kök hücre sorunu, Kürtlerin cumhuriyette, vatandaş olduktan sonra da Kürt kalabilmeleridir. Gerisi teferruattır! Bunu önce anlamaya yanaşmayan sonra da çözümünden korkan/korkutulan, hele bunu bir etnik kompleks edip adeta bir paranoya eden her tür girişim, baştan ölü doğar. Zira, ne kadar kompleks kişilik katili ise en az o kadar da sosyalite katilidir. Ve bu, aslında hiç sosyolojik zemini olmayan Türk-Kürt ayrışmasına, bölünmesine, boğazlaşmasına kadar götürür bizi. Hele bir de hemen arkasına, “Ya biz Türk derken aslında herkesi kastediyoruz” gibi, insanların hem aklıyla hem haysiyetiyle oynayan, tabiri caizse bu ‘çifte hançer’, bin yıllık birliğin/ittifakın temelini dinamitler. Sonucunun da nereye varacağını şimdiden kestirmenin imkânı yok maalesef.

“Öcalan Mazlum Abdi’ye mektubu özel kargoyla gönderdi de devlet görmedi mi?”

“Öcalan o mektupta ‘siz de silah bırakacaksınız’ demiş olsun, amuda kalkarak özeleştiri veririm”

-Öcalan’ın açıklamasındaki muğlak konulardan biri de hareketin Suriye koluna yani YPG/PYD’ye bir çağrı yapıp yapmadığı konusu. Öcalan’ın tam ifadesi şu; “Tüm gruplar silah bıraksın, PKK kendini feshetsin.” YPG lideri Mazlum Kobani de bunun üzerine çıktı dedi ki, “Çağrı doğrudan bizim bölgemiz için değil”. Oysa Hükümet Sözcüsü Ömer Çelik tam tersini savundu. Açıklaması şöyleydi; “Bu feshetme çağrısı PKK, PYD, YPG, SDG hangi adla olursa olsun Irak ve Suriye'deki bütün uzantılarıyla terör örgütü silah bırakmalıdır ve kendi kendisini feshetmelidir demek anlamındadır.” Yani Ankara çağrının YPG’yi kapsadığını iddia ediyor, YPG ise kapsamadığını. Mazlum Abdi’ye de mektup göndermedi mi Öcalan? Sizce ne oldu orada tam olarak?

Herkes biliyor ki bu açıklama öncesinde Öcalan dört ayrı mektup gönderdi; biri Kandil’e, biri örgütün Avrupa kanadına, biri Barzani’ye, biri de Mazlum Abdi’ye. Öcalan bu mektupları devletin onayı olmadan özel kargoyla mı gönderdi? Yani devlet Öcalan’ın Mazlum Abdi’ye ne söylediğini biliyor mu? Bakın Öcalan o mektupta Mazlum’a “Siz de silah bırakacaksınız” gibi bir cümle kurmuş olsun, ben sadece ayaklarımın üzerinde durarak değil, amuda kalkarak özeleştiri veririm.

“Öcalan terminolojisinde ‘gruplar’ dağ için kullanılır, devlet de bunu bilir”

“Öcalan günlerdir hazırlandığı metinde YPG diye bir cümle kurmayı bilmez miydi?"

-O zaman size göre “Tüm gruplar silah bıraksın, PKK kendini feshetsin” derken o gruplar arasında YPG’yi kastetmedi, öyle mi?

Öcalan’ın terminolojisinde ‘gruplar’ ifadesi dağdaki gruplar için kullanılır. Bunu devlet de bilir. YPG grup mudur yahu?  Yani neredeyse ilan edilmemiş devlet noktasına gelmiş bir yapıdan bahsediyoruz. Bunu böyle yorumlayarak kimse kendisiyle alay ettirmemeli bence. Komik duruma düşüyorlar. PYD ayrı bir siyasi partidir, ayrı bir başkanı vardır, YPG ise onun ABD’nin sofistike silahlarıyla donatılmış askeri koludur. O yüzden de Mazlum Abdi, o çağrıdaki perspektifin kendileriyle ilgili olmadığını söylüyor. Şimdi Erdoğan’a ezberlettiler o YPG olayını (İngilizce olarak telaffuz ediyor, Vay Pi Ci” diye). Ama anlatırken, ne anlama geldiğini anlatmadılar adama. Üzülüyorum açıkçası ama anlatmak istiyorum, anlattırmıyorlar da. Beni engelliyorlar. Neyse… Sonuçta olay şu; günlerdir bu metne hazırlanan ve metinde alenen ‘PKK kendini feshetsin’ diyen Öcalan gibi bir adam, bir cümle de YPG için kurmayı bilmez miydi? Yani insanlar kendini aldatmak için neden bu kadar zorluyor aklını-izanını? Yani çıkacak PKK'ye PKK diyecek, ama YPG demeyecek, ‘gruplar’ diyecek, öyle mi? Bu ziyadesiyle bir kendini-kandırmadır.

“Bu şüphesiz ki halkı kandırmadır, toplumun içine pimi çekilmiş dinamit bırakmaktır; YPG silah bırakmaz”

“YPG’nin silah bırakması işini Cem Yılmaz’a havale edelim, esprisini yapsınlar”

-Şimdi burada bir aldatma hali varsa, bu hükümetin kendi kendini aldatmasından ziyade halkı aldatılmasıyla ilgili bir durum olmaz mı?

Şüphesiz ki öyledir. Ümit Dikbayır çıktı “Siz Türk milletini aptal mı sanıyorsunuz?” diye bir açıklama yaptı, 1 milyona yakın tıklama aldı. İYİ Parti'de 1 milyon seçmen bile yok. İşte benim toplumun içine pimi çekilmiş dinamit bırakma olarak yorumladığım şey bu, gerçeklerin tam olarak anlatılmıyor oluşu. Ben Öcalan’ın Bahçeli üzerinden gündemimizin başına taşıması üzerine 20 maddelik bir paylaşım yaptım X’te, bazı televizyonlarda yorumcular, haberciler okudu, İsmail Saymaz’dan Fatih Portakal’a… PKK’da silah kalmadı, Kandil’de kendilerini koruyacak kadar silahları var. YPG de zaten silah bırakmaz. İşin özeti bu. Ama durum böyleyken “Öcalan YPG’yi de kastetmiş canım” diyerek kendimizi aldatacağız. Yazık değil mi ya bu millete? Bu kadar olmaz yani. Millet cahil olabilir, eğitimsiz olabilir ama aptal olmak başka bir şey.

Bu söylemlerin acilen düzeltilmesi gerekir. Fark ettiniz mi hükümetten iki ayrı yorum geldi. Cumhurbaşkanının Hukuk İşleri Başdanışmanın ‘iş bitti’ anlamına gelecek şeyler dedi. “Türkiye'de inkâr ve redde dayalı ifade edilen iç-Kürt sorunu çözülmüştür.” Parti sözcüsü Ömer Çelik ise YPG işine dikkat çekerek hepsinin silah bırakması gerektiğini söylüyor. Şimdi hangisine inanalım? Madem işler Mehmet Uçum’un söylediği kadar iyi gidiyor, Ömer Çelik’in söylediklerini nereye koyacağız? YPG’nin silah bırakması konusunda daha önce söylediğim bir şeyi tekrar edeceğim; bu konuyu ülkemizin iyi komedyenlerine havale edelim, Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz’a… Adamlar hiciv yapsın, şakasını-esprisini yapsınlar üzerine.

“Demek ki devletle uzlaşma bulunamadı, Öcalan diretmek yerine Sırrı’ya yazdırıp okuttu “

-Bir de tabii işlerin anlatıldığı kadar büyük bir ahenk içinde gidip gitmediğini sorgulatacak o not var ortada. Sırrı Süreyya Önder’in sonradan okuduğu o notu metne ekletmek Öcalan’ın aklına gelmemiş olabilir mi? O ifadelerin metne girmesine devlet itiraz etmiş gibi algılıyorum ben, ya siz?

Öcalan’ın günlerce üzerinde çalışıp hazırlandığı o metne o cümleleri –ki gerçekten de tarihi bir özetlemedir teorik, felsefi ve entelektüel manada– koymayı düşünmüş olmama ihtimali olabilir mi? Sıfır ihtimaldir. Dediğiniz doğrudur, demek ki devletle bir uzlaşma noktası bulunamadı o ifadeler üzerinde. Demek ki heyet ayağa kalktığında Sırrı’ya yazdırdı, “Bunu okuyacaksın” diye. Öcalan’ın bu konularda bir tarzı vardır. Sırrı bu manada ‘seçilmiş’ bir kişiliktir. Bu açıdan bir benzetme yapmak isterim. Öcalan 1970’lerde kuruluş aşamasında devletin örgütün içine Pilot Necati diye birini gönderdiğini anlatır. Ben bunu doktora tezimde ayrı bir başlık altında incelemişim. Öcalan biliyor Pilot Necati’nin devletten geldiğini. Ama diyor ki; “En kritik toplantılarımı onun evinde yaptım. Eğer ilk tarihî başarım kayda alınacaksa, örgütün kuruluş aşamasını devletin kontrol için gönderdiği bu ‘harika’ eleman üzerinden başarmış olmamdır.” Sırrı Süreyya Önder’e o notu okutmak da böyle bir şeydir Öcalan açısından. Ben bu durumu görünce kendi kendime: “Öcalan, tamam yaşlanmış ama o liderlik özelliğini hâlâ koruyor” diye seslendim kendime. Yani o cümleleri metne yazdırmak için diretmiyor, fakat Sırrı’ya okutuyor.

-Siz neden Sırrı Süreyya Önder’e bu kadar takıksınız? Sırf elini taşın altına koydu diye sonrasında cezaevinde yatmış bir insandan bahsediyoruz. Şu anda ağır bir hastalıkla mücadele ederken yine her türlü riski alarak üzerine düşeni yapmaya çalışan bir siyasetçiden bahsediyoruz. Dolayısıyla da bu ithamlarınıza katılmadığımı kayda geçirmek isterim.

‘Takık’ değilim, onun baş tetikçi menajerliği işini üzerine alıp 2008-2015 sürecini hendek-tünel faciasına götüren unsur olmasının peşini bırakamam. Cizre-Sur-Nusaybin’in temel altlarındaki kemikler adına, buzluğa konan bebek cesedinden, köpeklerce bedeni parçalanmasın diye başında bir hafta nöbet tutulan ninenin adına konuşuyorum. Ölüler konuşamaz. Peşini bırakamam! Leyla Zana 8 yıllık suskunluktan sonra, “’Bu işi Öcalan-sız ve Erdoğan-sız kendi aramızda çözeriz’ diyenler oldu” dedi. Kimdir bu ‘kendi aramızda’ tarafları? Devlet tarafında 15 Temmuz’da kim olduğu ortaya çıktı, peki örgüt tarafında? 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe’deki metni okuyan kim? Sırrı Süreyya. O metinde 27 Şubat metnine çok benzer ifadeler vardı. 14 Mart’ta Sırrı Süreyya tekrar İmralı’ya gidiyor. Orada Sırrı kendisi için ‘Ben Apocuyum’ falan deyince Öcalan “Türkiye'de siyaseti fahişeleştiren bir sistem var. Bu sisteme karşı dikkatli olacaksın” diyor. Bakın henüz o zaman “Seni başkan yaptırmayacağız” işi yok ortada! İki buçuk gün sonra (17 Mart) Kavala ve Selahattin ile operasyonu organize işler eden bu şahıstır. 

“17 Mart 2015’te Öcalan’a örgütünden henüz yanıt gelmemişti”

-Siz Öcalan ile Haziran 2019’da yaptığınız görüşmeye referansla çok anlattınız bu hikâyeyi. Tabii biraz açmak lazım. “Türkiye'de siyaseti fahişeleştiren bir sistem var. Bu sisteme karşı dikkatli olacaksın” sözleriyle Öcalan’ın ne kastettiğini düşünüyorsunuz?

17 Mart 2015’te Meclis kürsüsünden tekrarlanan o ucube cümle... Hâlâ YouTube’da duruyor biliyorsunuz. Ben Öcalan’a 2019’da “Bu iş nasıl oldu?” diye sordum. Dedi ki, “Kavala Sırrı’nın kulağına, Sırrı da Selahattin’in kulağına fısıldadı.” Ben biraz daha sorunca, Öcalan “Beni çok zorluyorsun” deyince anladım durumu. Şimdi tabii bu tarihi bir ihanettir. Çünkü Öcalan’a örgütünden kongre toplama konusunda bir cevap gelmemişti henüz. Ve siz hem örgütten hem Öcalan’dan bağımsız gidiyorsunuz ve Meclis’te böyle bir şey organize ediyorsunuz. Erdoğan bir hafta susuyor ve 3 Nisan’da çıkıyor “Ben Dolmabahçe’yi tanımıyorum” diyor. Bakınız yıllar sonra Selahattin, mahkeme tutanaklarına geçen bir de tescilli yalan söyledi, çünkü ihtiyacı var. Ne dediğini biliyor musunuz?  3 Nisan’da Erdoğan o açıklamayı yaptığında kendisinin henüz “Seni başkan yaptırmayacağız” demediğini söyledi. Mahkeme tutanaklarına geçmiş olarak bu tescillenmiş yalan hâlâ duruyor ve HDP’nin resmi sayfasında da hâlâ yayındadır. Oysa meclis kürsüsünden onu üç-kez bağırdığı tarih, 17 Mart’tır.

“Devlet beni seçmedi, ben aradım onları, eski rektörümüz Bülent Arınç’la o da Erdoğan’la konuştu, öyle gittim İmralı’ya”

-Biraz önce Öcalan ile sohbetinizi onun geçmişe referansla söyledikleri üzerinden Sırrı Süreyya’nın “Apocuyum” dediğini anlattınız. Apoculuk diye bir şey hâlâ hakikaten kaldı mı? Siz mesela Apocu musunuz? Yani devlet Öcalan’ın iyi anlaşacağını düşündüğü isimleri mi seçiyor yanına göndermek için?

Ben hakikat alanında çalışan bir akademik personelim. Bir felsefe çalışanıyım, yani bir doğru bilgi çalışanıyım. Bir doğru bilgi aşığıyım, sevdalısıyım.

-2019’da İstanbul seçimlerinin tekrarı için karar aldırtan AKP hükümeti Öcalan’dan mesaj getirtmek için neden sizi seçti peki?  Kimse beni seçmedi, ben seçtim devleti. Ben eski rektörümüzü aradım. HTS kayıtlarında vardır hepsi. Rektörümüz de Bülent Arınç’la konuştu. Bülent Arınç beni Erdoğan ile görüştürdü. Ondan birkaç gün sonra İmralı’ya gittim. Yani ben aradım devleti. Hâlâ da ısrarla arıyorum ama dönmüyorlar. Şimdi bakın, Mehmet Uçum bundan birkaç ay önce sizinle yaptığı söyleşide diyor ki, “Devlet 2015’te ihanete uğradı”. Tamam, peki ama baş ihanetçiyi yine bugün işin başına koyuyorsun, sonra da çıkıp “Her şey çok iyi gidiyor” diyorsun. Mektup Mazlum Abdi’ye sizin onayınızla gitti. Açıp bakmadınız mı “silah bırakın” dedi mi, demedi mi onlara? Ona mektubunda bunu demiş olsa Öcalan bunu zaten 27 Şubat’taki açıklamasına da koyardı.

“‘Kıskançlık mı duyuyorum?’ diye ben de kendime sordum”

-Şimdi DEM heyetini bu kadar acımasızca eleştiriyor olmanız üzerinden soracağım. Acaba hükümet sizi artık İmralı’ya göndermiyor diye bir kıskançlık duyuyor ve aslında duygusal bir tepki veriyor olabilir misiniz? Yani aslında sizi kemiren duygu, o tarihi açıklama yapılırken Öcalan’ın yanında oturmuyor olmak olabilir mi?

Bu soruyu sorduğunuzu için teşekkür ederim. Ben de bunu kendime aynen böyle çok sordum. Şimdi benim asıl alanım felsefe. University of Kent’te aslında felsefe bölümüne başvurdum, ama bir doktora danışmanı bulamadığım için sosyolojiye geçtim. Felsefeden bilirim ki anlamanın aslı, insanın kendisini anlamasıdır. Ben nasıl kendimi anlamaya çalışıyorsam, bu devleti yönetenlerin de bir kendilerine bakması lazım. Bir bölgemiz halkına atfedilen bir fıkrayı hatırlatacağım burada. Birine idam cezası vermişler, idamdan önce son sözünü soruyorlar: “Bu da bana ders olsun” diyor. Bu ortak vatanımız bugün bir iç kaosa giderse, kimsenin “Bu da bize ders olsun” deme şansı olmayacak.

“İç çatışma, kaos, boğazlaşma riski görüyorum, devlet aklı krizi var”

“Millete doğruları söylemenin yolunu bulup söylemek lazım, PYD’nin silah gömmesi diye bir şey söz konusu değil”

-Siz devletin içinde birileri ‘tarihi çağrı’ deyip iyimserlik pompalarken Türkiye’nin iç savaşın kıyısında olduğunu nasıl düşünüyorsunuz? PKK kendini fesheder ama yine de iç savaş çıkabilir, öyle mi? Tabii ki iç çatışma (kaos, boğazlaşma diyorum buna) riski görüyorum. Dünya âlem benim için ne derse desin ben gördüğümü söylerim. İsterlerse ‘hasta’ desinler bana, isterlerse ‘narsisist’ desinler, isterlerse ‘çekememezlikten söylüyor’ desinler. Ben bunu söylemeye devam edeceğim; iş tehlikeli bir yere doğru gidiyor. İş devletin kendini aldatması noktasına doğru gidiyor. ‘Devlet aklı’ krizi var diyorum… Olmayacak duaya âmin deniyor. Arkadaşlar, PYD'nin silah bırakması, silah gömmesi diye bir şey söz konusu değil bu hâliyle. Millete doğruları söylemenin ‘nasılını bulup söylememiz lazım.

-Siz bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? ABD Başkanı Donald Trump, YPG’nin ülkesi tarafından aynen bu şekilde desteklenmeye devam edilmesini kabul edecek mi? ABD bürokrasisi içinde bile Trump’ın Suriye’den tam çekilme talep etmesi durumunda ne yapılacağı tartışılırken siz YPG’nin silah bırakmadan yola devam edebileceği konusunda nasıl bu kadar eminsiniz? Ankara kara operasyonu tehdidini uzundur savurmuyor mu?

Şimdi, Trump elbette bizim kaşımız gözümüz için bir risk almaz, kendilerinin Orta Doğu'daki global menfaatlerini de riske atmaz. YPG’yi bırakıp gitme kararı alsın, beni arayın. Dedim ya “Amuda kalkıp özeleştiri veririm”. Gitmez, kendisi için gitmez. Yani orada içindekilerin yüzde 70’inin IŞİD’den geldiği 10-15 bin kişilik bir silahlı güç Suriye’yi yönetecek, ABD de onlara güvenip bırakıp gidecek. Donald Trump’ın bir önceki o “Don’t be a fool” mektubunda ne yazıyordu, hatırlayalım. “Ahmak olma, General Mazlum ile görüş. Demin siz sorununuzda hatırlattınız, Mazlum, Öcalan’ın açıklamasına ilişkin değerlendirmesini geçen gün Washington’daki bir konferansa uydu üzerinden görüntülü katılarak yaptı, soruları cevapladı.

“ABD YPG’den vazgeçmez, asıl projesi de zaten Kürdistan bölgesi değil”

“PYD çizgisiyle bütün Suriye’yi modern dünya değerlerine açma projesi”

-Sizin hatırlattığınız mektupta Trump, kendisinin ABD Başkanı olarak YPG lideri Mazlum Kobani ile görüştüğünü de ekleyerek ‘sen de görüş’ telkininde bulunmuştu Erdoğan’a. Yani Mazlum Kobani, bir ABD başkanının bizzat görüştüğü birisi oldu o dönemde.

Evet. Amerika buradan vazgeçmez. Kendisi için vazgeçmez. Gazze'yi alıp bilmem ne yapmayı planlayan bir adam, Suriye'nin bütününü El Kaide’den gelen bir örgüte bırakır mı? Mesele ayrı bir Kürdistan bölgesi kurması değil, mesele aslında PYD çizgisinin bütün Suriye’yi modern dünyanın değerlerine açma meselesidir. ABD’nin asıl projesi budur. Çünkü kendisine yakın, rasyonel ve seküler bir güç olarak görüyor.

-Bu çok ileri bir iddia. Yani siz aslında ABD’nin sadece Suriye’nin kuzeyi için değil tüm Suriye için önerdiği yönetim modeli olarak ileri sürüyorsunuz Rojava deneyini. Eğer durum buysa sizce yıllarca Türk istihbaratını yönetmiş Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da görüyor mu sizce böyle bir riski? Öcalan’ın çağrısı öncesi süreçte Amerikan tarafıyla da yoğun temas olduğunu biliyoruz. Böyle bir ortamda YPG’ye özel bir mesaj yok çağrının içinde. O zaman gidişat şu yönde mi; Ankara ve uzun vadede PYD’nin kontrol ettiği bölgelerde bir siyasi statü sahibi olmasını kabullenecek mi?

Bilmiyorum. Onu onlara sorun. Ben başkasını değil kendimi, ruhumu konuşurum. Ayrıca ‘siyasi statü’ söylemini ulus-devletçi milliyetçiliğin “utangaç” bir milli-pazar söylemi olarak değerlendiriyorum, oldukça kuşkuyla yaklaşırım.

“Bütün bölgede bir Kürdistan devletleşmesinin sosyolojik dinamiği birikiyor”

-Ben sizin okumanızı soruyorum. Siz gidişatı böyle mi görüyorsunuz?

Kuantum fiziğinden de beslenen birisi olarak ihtimaller üzerine konuşuyorum. İş buraya gitmezse, olay Kürt-Türk bölüşmesine, Allah muhafaza boğazlaşmaya gider. Bütün dünya işin içine girer. Allah beterinden saklasın ama bugün bölgede ciddi bir Kürdistan devletleşmesinin sosyolojik dinamiği birikiyor. Bakın Avrupa’dan birisi çıkıyor “Sayın Öcalan'ın bu çağrısı dinlenmez ise, büyük bir iç-savaş başlar ve bağımsız Kürdistan'ın oluşturulması için harekete geçirilir” yazıyor ve bu adam 1 milyon görüntülenme alıyor. İflah olmaz bir Öcalan-karşıtı olduğunu bildiğim, gazeteci kılığındaki biri bunları adeta “Örgüt” adına böyle konuşabiliyor! Örgüt adına konuşma havasından öte, 5-10 bin görüntülemeden yarım milyona fırlayabilmesidir önemli —ve tehlikeli— olan, sosyolojik dinamikler açısından.

Bakınız, bir yasadışı örgütün arkasında olduğu bilinen bir yasal parti bu ülkede 35 senedir Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde birinci partidir ülkemizde. Bugün artık bu parti İstanbul seçimlerinde üçüncü parti olmaya başladı. Bütün dünya PKK’ye ‘terör örgütü’ diyor ama, işte bu sosyoloji orta yerde duruyor. AK Parti 23 senedir Türkiye’de birinci parti, bu gelenek 35 senedir Cumhuriyet’in Kürt nüfusunda birinci partidir. Bu Cumhuriyet, Kürtlerle uzlaşmayı beceremezse…İşte isyan örgütü ortada duruyor. Ovada (seçmen kütlesi olarak) üçüncü partidir Türkiye’de. Evet, dağda kadroları çok az ama artık o isyan örgütü, kültürel ve sosyolojik dinamiği ile sadece Türkiye’de değil, İran’da, Irak’ta ve Suriye’dedir. Suriye’de de neredeyse devletleşme noktasına doğru ilerleyen, Suriye’nin üçte birini kontrol eden bir güçten bahsediyoruz. Şu ortamda Öcalan PKK’yi fesheder, yüz kere daha fesheder, ne olacak!

“Öcalan ‘Avukatsız okuma ters teper seni de komplocu ilan ederler’ dedi, avukatlar telefonuma dönmedi, Öcalan’ın gördüğünü devlet görmedi”

-Hazır lafı İstanbul’daki Kürt nüfusa ya da DEM’in İstanbul’da üçüncü parti konumunda olmasına getirdiniz… 2019 seçimlerine dönelim. Kürtler Ekrem İmamoğlu’na oy vermesin diye AKP, Öcalan kartını kullanmak istedi. Ve burada da zaten Öcalan ile görüşmek isteyen siz çok elverişli bulundunuz bu tür bir görüşme için hükümet tarafından. Hükümet Öcalan’dan Kürtlere “Tarafsız kalın” çağrısı yapmasını istedi, o da yaptı ama Kürt seçmen kendisini dinlemedi. Bugüne ışık tutması açısından da çarpıcı bir örnek olabilir belki de.

Şimdi, o iş öyle değil. Yüz kere anlattım, yüz birinci kez yine anlatayım. Ben iki gün gittim İmralı’ya ve toplamda 7 saatlik görüşme yaptım. İki gün boyunca çözüme dair pek çok şey konuştuk, fakat bu konu son beş-on dakikada önüme geldi. Görüşmemiz sırasında orada üç devlet yetkilisi vardı, o metnin kopyasını önümde buldum. Ayağa kalktık vedalaşmak üzere. Devlet yetkilileri Öcalan ile tokalaştı, ben tokalaşmadan Öcalan’a sordum: “Avukatlar eğer benimle gelmezlerse ne yapayım?” Öcalan sesini yükselterek, “Nasıl gelmezler? Onlar benim avukatlarım, HDP’nin değil, gelecekler. Birini bir yanına, öbürünü öbür yanına oturtup konuşacaksın!” dedi. O öyle deyince, devlet yetkilileri rahatladı ama benim kaygım geçmedi. Tekrar sordum: “Avukatlar gelmezse ben yine açıklamayı yapayım mı?” Öcalan sakin bir sesle ve işaret parmağını önce yetkililere, sonra bana doğru göstererek; “Sakın ha sakın. Avukatsız okursan ters teper, seni de komplocu ilan ederler” dedi ve çıktık içerden. Yetkililerin yanında avukatlara mesaj attım. Mavi tık oldu ama yanıt gelmedi. Yani ben bunun olabileceğini görüyorum ama devlet bunu öngöremiyor düşünsenize. Biraz önce siz Hakan Fidan için “yıllarca istihbaratı yönetti” hatırlatması yaptınız. Evet ama avukatsız bildiriyi okumamın ters tepip 13 binden 800 bine farkı çıkaracağını hesap edemediler! Benim de ısrarla ve tekrarla ters tepeceğini söylememe rağmen…

“Oğlumu aradım, ‘baba sakın okuma’ dedi, İmralı kapısı bana kapanmasın diye yine de okudum, kaş yapayım derken göz çıkardım”

-E siz sorun olacağını düşündüyseniz neden direnmediniz de yine de okudunuz?

Aracın içinde giderken basın toplantısı yerine, Amerika'daki oğlumu aradım. “Baba sakın yapma” dedi. Onlar da duydu. Ben de dedim, “Oğlum beni götüren iradedir bunlar, 20 yıl peşinde olduğum İmralı kapısının kapanmaması için yapacağım” dedim. Fakat sadece seçim değil İmralı kapısı da tersi oldu ve o günden bu yana hâlâ kapalı bana. Bunu, sarih özeleştirimi ‘İmralı’ya Ne’ye Gittim?’ adlı kitabımda sarih sarih yazdım: “Kaş yapayım derken göz çıkardım” ekseninde.

-Neden mecbur olasınız, başınıza silah mı dayadılar ki?

Mecbur olmadım, İmralı kapısının bana kapanmaması için kendimi mecbur hissettim. Bir baskı veya zorlamayı kimse bana yapmadı. Bu sorunun yanıtı kitabımda da net cümlelerle var. “Bunu yapmazsam benim İmralı yolum kapanır” diye düşündüm. Yani ben 20 senedir Öcalan’ın peşindeyim. Öcalan ile görüşememek bana her şeyden korkunç geldi. Onun için de “Dediklerini yapacağım” dedim oğluma. O yine “Yapma baba” dedi, konuşmayı öyle bitirdik.

“Kürt sosyolojisine inanmadıkları bir şey, yaptırmaya çalışırsan ters teper ; 31 Mart’ta da öyle oldu, devlet aklı bunu görmemekte direndi”

-AKP hükümetinin sizden Ekrem İmamoğlu seçimi kazanamasın diye istediği şeyi yaptınız ama sonuç tam tersi oldu ve istenilen şeyi yapmanıza rağmen İmralı yolu size yine de kapandı. Pişman mısınız?

Tabi ki İmralı yolum kapanmasın diye yaptım. Ama yapmamı isteyenler açısından sonuç ne oldu? İmamoğlu seçimi kazanmakla kalmadı farkı 13 binden 800 bine çıkardı. Şimdi burada soru şudur: Yapılan şey kime yaradı? “Bir iş kimin işine yarıyorsa bir operasyonun arkasındaki güç odur” der Mahir Kaynak. Bir de sosyoloji meselesi var tabii. Geçen sene de 31 Mart seçimlerinde hem Selahattin hem eşi “Meral Hanım’ın arkasındayız” dedi ama İstanbul’daki 12,5 puanlık Kürt oyunun 10’u CHP’ye gitti. Öcalan da biliyordu ve dediği oldu. O sosyolojiye, inanmadıkları bir şey yaptırmaya çalışırsan ters teper. Öcalan bunu bildi ve devlet yetkililerinin yanında söyledi. Ama ‘devlet aklı’ bunu görmemekte direndi. Ben bildim, Amerika’daki oğlum bildi ama istihbaratçılar bunu göremedi. Geçen sene neden 31 Mart’ta Kürtler Meral Hanım’a oy vermedi? Çünkü örgüt öyle karar aldı. Abdullah Öcalan bu örgütün kurucusu ve örgütün nasıl davranacağını bilir.

“Şüphesiz pişmanım”

-Soruma yanıt vermediniz. AKP hükümetinin sizden istediği şekilde o mektubu okumuş olmaktan pişman mısınız? Hata olarak görüyor musunuz kendi açınızdan?

Özeleştirimi verdim; “Kaş yapayım derken göz çıkardım” dedim ya. Aynen böyle oldu. ‘Pişman’ kelimesini kullanmadığım için mi size cevap vermedim? Pişmanım demem ‘asıl cevap’ olacaksa söyleyeyim, evet pişmanım şüphesiz.

“Dünyanın en büyük gücü bugün Türk-Kürt barışını isterken bu fırsatı heba etme lüksümüz yok”

-Şimdi sizin bu Öcalan’a referansla anlattığınız ‘komploculuk’ mevzusunu bugün açısından yorumlamaya çalışalım. Çağrı okunurken olması gereken herkes yanında. PKK dahil örgütün tüm bileşenleri ‘çağrıya uyacağız’ diyor. Yine de örgütün içinden bazı gruplar çıkar da silah bırakmaya direnir mi ya da başka bir isyan başlatmaya çalışanlar olabilir mi? Başka örgütler doğar mı bu sürecin devamında?

PYD nedir sizce?

-PYD başka bir örgüt mü ki? Öcalan’ın ‘önderliğini’ kabul eden bir yapı değil mi?

Abdullah Öcalan’ın aklî ve ruhî melekeleri üzerindeyken bu örgütten bir tek taş düşmez. Benim korktuğum başka bir isyan örgütünün ortaya çıkması değil. Ama biraz önce konuştuğumuz inkâr politikasından vazgeçmezse devlet, başka süreçler gelişir. Bakın, şu anda Irak diye bir devlet yok, Suriye diye bir devlet kalmadı. Diyorlar ki “İran’dan sonra sıra Türkiye'ye gelir.”  Yine iddialı konuşacağım, böyle giderse sıra önce Türkiye’ye gelir. O yüzden hazır Amerika Birleşik Devletleri de kendi menfaatleri gereği destek veriyorken, işin demokratikleşme boyutu bir an önce ele alınsın. “İsrail, ayağımı Orta Doğu'ya sağlam yerleştirmeme şans tam vermiyor, yetmiyor buna” diyor ABD devlet aklı. Bu işin asıl dinamiği Öcalan’ın ‘Dördüncü Kürt-Türk İttifakı’ dediği şeydir. Bu fırsatı kaçırmamız gerekiyor. Eğer bu fırsat kaçırılırsa Türk-Kürt çatışması kaçınılmaz hale gelir. Allah beterinden saklasın hem Türklük hem de Kürtlük ciddi bir beka sorunuyla burun burunadır. Emperyalist savaşlar çıkarabilen dünyanın bun en büyük gücü de bugün Türk-Kürt barışını isterken, bu fırsatı heba etme lüksümüz yoktur.

“İşin özü Sırrı Süreyya’nı okuduğu o notta, Öcalan’a demokratik siyaset yolu açılmadan silah bırakma işi havada kalır”

-Yani devlet artık bu aşamada ne yapmalı ki bu fırsat heba edilmesin?

Sırrı Süreyya’nın okuduğu o notta yazılanlar var ya: “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” İşte işin özü burada. Öcalan'a bir demokratik siyaset yapma alanı açılmadan olmaz, o olmadan silah bırakma işi havada kalır. O yüzden diyorum: “Bu hâliyle silah bırakma konusunu komedi alanına havale ederiz.” Ama bu gülünecek değil, algılamaya bile fırsat bulamayacağımız bir ‘komedi’ olur!

“Öcalan’ın Meclis’e gelmesine gerek yok, o da zaten ‘benim için en güvenli yer burası’ diyor”

-O zaman Öcalan hakikaten de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin en başta dediği gibi meclise gidip konuşabilmek mi istiyor? Parlamento zemininde siyaset mi hayal ediyor?

Yok, meclise gelmesine gerek yok. Ben meclise gelmesini çok tehlikeli buluyorum.  Zaten o da bana “Ben buradan şu an çıkmak istemiyorum. Benim için en güvenli yer burası” dedi. Şu dedikoduların da farkında ve diyor ki; “Benim için ‘Öcalan devlete teslim oldu. AKP ne isterse yapar, oradan çıkmak için’ diyorlar. Hayır kardeşim, ben bu işi buradan çözmek istiyorum. En güvenli yer burası.”  Şimdi ben buna ek olarak kendi mizansenimi ekleyebilirim. “Meseleyi geri-dönülmez şekilde çözdükten sonra meclise gelir, konuşur…O konuşurken ülkücüler ile Apocular halaylarını-horonlarını-zeybeklerini meclis semalarına nakşederler” dedim.

“Herkes hâlâ HTŞ’ye ‘terörist’ diyor, kimse PYD’ye ‘terörist’ demiyor”

-Kabaca özetlersem, sizin çözüm için olması gerektiğini söylediğiniz paket içinde Suriye’deki YPG/PYD varlığının Ankara tarafından normalize edilmesi de var. Bu olmadığı takdirde bu yeni başlayan sürecin başarılı olmayacağını düşünüyorsunuz. Doğru mu anladım?

Başarılı olmaz! Yani iş boğazlaşmaya, çatışmaya gider ve kimse sonunu tahmin edemez. Ben o yüzden altı aydır ısrarla “Bir devlet aklı krizi var” diyorum. Yani bizim hükümet HTŞ lideriyle görüşmek için sıraya girdi, koşarak kucaklaşmaya gittiler. Dünyada herkes hala HTŞ’ye ‘terörist’ diyor ama kimse PYD’ye ‘terörist’ demiyor. Siz bu ortamda dünyanın önde gelen ülkelerinin teröriste karşı panzehir gördüğü bir yapıya savaş açmaya kalkarsanız…

“Böyle giderse AK Parti ile MHP’nin toplamı yüzde 30’un altına düşer, çözmüş gibi yaparak Kürtlerden oy mu alacaklar?”

-Tabii Öcalan’ın 27 Şubat 2015 açıklamasının toplumsallaşmasının önündeki engellerden en büyüğü de ülkede Erdoğan’a oy vermeyen kalabalıkların bu yeni süreci Erdoğan’ın dördüncü kez cumhurbaşkanlığının önünün açılması için bir taktik olarak görüyor olması. Bu hamleyle hem Öcalan’ın kendisi hem de daha önce Erdoğan’a muhalif cephede yer alan Kürt siyasi hareketinin kendisi “Erdoğan’a 360 için can simidi oldular” diye etiketlenme riskini almış olmuyorlar mı? Yani iş bir kez daha “Kürtler Erdoğan’ı başkan tutacak mı tutmayacak mı?” gibi bir soruya da kilitlenmiş olmuyor mu bir yandan?

Ben ona katılmıyorum. Öcalan'ın öyle bir gündemi de yok, öyle bir riski de yok. Olsaydı zaten 2019’da bana “Avukatsız okuma” demezdi. O zaman da almadı aslında o riski. Eğer risk alıyorsa da manipüle edildiği için alıyordur. Hepimiz insanız. Yaşamak için yeriz, içeriz. Öyle değil mi? Peki biz ‘yemiş gibi’ yaparak varlığımızı, yaşamımızı sürdürebilir miyiz? Şimdi bugün devlet ‘çözüm olmuş’ gibi yaparak yoluna devam edebilir mi? ‘Devlet aklı krizi’ dediğim tam da budur. Çözmeden çözmüş gibi yapmak... Araba atın önüne koyulur mu? “Sen silahları teslim et, gel bana teslim ol. Göm, yoksa seni gömerim. Ondan sonra ben böyle cumhurbaşkanı olurum” de. Şimdi bunu düşünmek insan ve sosyolojisinden sosyal-psikolojisinden hiçbir şey anlamamak demektir. Böyle giderse AK Parti ile MHP'nin toplamı yüzde 30’un altına düşer. Uçum’un aklıyla giderlerse, Allah bile kurtaramaz onları. Mehmet Bey ‘çözdük, iş bitti’ havasında. “Çözmüş gibi” yaparak Kürtlerden oy mu alacaklar? Bir toplumu bu kadar aptal sanma nerden geliyor, bilmiyorum. Bunu anlamış değilim. Şunu tekrar etmekten yorulmam: Ülkemizde, bir Türk-Solu geleneği olarak bir “kültür” oluşmuş. Halkı “Karnını kaşıyan aptal” olarak görme travması… Aziz Nesin’in “yüzde 60’ı aptal” oranını 80’e çıkaranlar da az değil, bilirsiniz.  Hayır, böyle değil!  Nietzsche de “sürü” der çok hoşlarına gider.   Hayır halk, yani yönetilenler eğitimsizdir, cahildir, yoksuldur, yoksundur, ama aptal değildir.

-PKK Yürütme Konseyi açıklamasındaki “Kongreyi toplamaya hazırız. Hazırlıkları bizzat Önder Apo’nun yürütmesi gerekir” ifadesi ne anlama geliyor? Bu süreçte Öcalan’a ne konuda izin verilmesini bekliyorlar? Siz dediniz ki “Öcalan İmralı’dan çıkmak istemiyor”. Mesele Öcalan’ın tecridine son verilmesi değilse nedir?

Burada söylenenin birincisi, Öcalan’ın sivil alan siyasetine doğrudan müdahil olmasıdır. Kongre için de günün teknolojik araçlarının yardımıyla kongreyi fiilen yönetmesidir. Kandil'den gelen kongre açıklaması bunu diyor. Karayılan bunu bir ay önce de söylemişti.

“‘Demir yumruk’ taktiği kaş yapayım derken göz çıkartır, İstanbul seçimlerindeki durum gibi olur”

-Eğer Öcalan zaten oradan çıkmak istemiyorsa Bahçeli tartışmayı neden ‘umut hakkı’ndan bahsetmeye başlayarak açtı? Öcalan’ın tutukluluk halinin bitmesini hakikaten istemiyorsa bu neden devlet katında değerlendiriliyor?

Bahçeli'nin ilk çağrısında baki “meclis grubu konuşsun” ifadesinin daha çok sembolik olduğunu düşünüyorum. Umut hakkından yararlanarak İmralı’dan çıkması ise “terörsüz-şiddetsiz Türkiye” yani ‘Ölüp öldüren değil, yaşayıp yaşatan bir toplumsal kıvam’ işini, geri-dönülmez bir zemine getirip çözdükten sonradır.

-Cumhurbaşkanı Erdoğan cumartesi akşamı şehit ve gazilerin yakınlarına verilen iftarda “Uzattığımız elin bırakılması veya ısırılması halinde demir yumruğumuzu daima hazır tutmaya devam ediyoruz” da dediği bir konuşma yaptı. Bu taktik işe yarar mı sizce?

Hayır. Kaş yapayım derken göz çıkarır, aynen İstanbul seçimlerinde bana Kamuya Bildiri’nin avukatsız okutulması gibi.