Kürt siyasi hareketinin iç siyasi dinamikleri açısından tempolu bir hafta sonu oldu. Kürt siyasetinin sembol isimlerinden Leyla Zana, uzun süren sessizliğini Gazete Duvar'a yaptığı bir söyleşiyle bozdu ve 2013'teki çözüm sürecinde oynadığı rolün muhasebesini yaptı. "Devlet yeterince tedbir geliştirmedi. Diplomatik, politik ve kitlesel boyutuyla biz de çok dağınıktık. Kimse diğeriyle bir şey paylaşmıyordu" diyerek özeleştiri de verdi. Öte yandan Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ndeki (DEM) Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlığı krizi aşıldı, Ahmet Türk ile Devrim Demir'in birlikte aday gösterileceği açıklandı. Üzerine bir de Selahattin Demirtaş'ın eşi Başak Demirtaş'ın partiden teklif gelirse İstanbul Büyükşehir Belediyesi için adaylığı düşünebileceği açıklaması geldi.
DEM Parti Sözcüsü ve Şırnak Milletvekili Ayşegül Doğan ile randevumuz tüm bu gelişmelerden haftalar önce planlanmış, siyasi gündemdeki yoğunluk nedeniyle birkaç kez de ertelenmişti. Dolayısıyla Başak Demirtaş'ın sürpriz çıkışını kendisine sorma imkânım olmadı. Hissiyatım Başak Demirtaş'ın bu hamlesinin DEM Parti yönetimi için de sürpriz olmuş olabileceği yönünde. Ancak öte yandan CHP ile yapılan temaslara rağmen DEM içinde İstanbul dahil Türkiye'nin çoğu seçim bölgesinde yerel seçimlere kendi adaylarıyla gitme eğiliminin kuvvetli olduğu yönünde kulis bilgileri geliyor.
DEM Sözcüsü Ayşegül Doğan ile partisinin alacağı kritik seçim kararının eşiğinde yaptığımız bu derinlikli ve detaylı konuşmanın günlük siyasi tartışmaların çok ötesinde bir yere oturduğunu düşünüyorum. Özverili bir gazeteci, tutkulu bir meslektaşım olarak tanıdığım Ayşegül Doğan, aktif siyasete sadece altı ay önce adım atmış olsa da Kürt siyasi hareketinin içinde büyümenin hakkını veren sağlam bir tarih perspektifiyle günceli yorumladı. Ayşegül Doğan'ın babası Orhan Doğan, bugün DEM ismiyle yoluna devam eden siyasi hareketin ilk partisi Halkın Emek Partisi'nin (HEP) kurucularındandı. HEP kurulduğunda Ayşegül Doğan daha 13 yaşındaydı, düne kadar hep içinde ama 'dış bir göz' olarak parçası olduğu o siyasetin taze seslerinden biri artık. Bu da sanıyorum, yeni hayatında bu kadar derin sulara açıldığı ilk söyleşi.
DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan
"Siyaset için ilk teklif babamı kaybettikten sonra 2009'da gelmişti"
- Bugüne kadar siyasete girmeye neden 'hayır' demiştin de bugün artık diyemedin?
Birincisi, tüm engellemelere karşı gazetecilik yapmak istiyordum. İkincisi, sadece 'Orhan Doğan'ın kızı' olarak siyasette bulunmak istemedim. Babamı 2007'de kaybettik ve ben ilk siyaset teklifini 2009'da aldım. O vakit bana bu teklifi getirenlere de söylemiştim; "Siyasetin içinde birinin yakını olarak yer almak istemiyorum" diye.
Galiba zor bir dönem olduğu için şimdi. Tabii, Türkiye'de Kürt siyasetçiler açısından bütün dönemler zor ve olağanüstü koşullar barındırdı, onu da söylemem lazım. Ama belki benim bu kararı 2023 yılında almamda gazetecilik alanının çok çok daralmış ve çok sınırlandırılmış olması da bir etken. Ama neden şimdi taşın altına elimi koymak istedim? Aslında hep o taşın altındaydı elim, elimiz. Doğduğumdan beri o el hiçbir zaman o taşın altından çıkmadı diyebilirim. Çünkü siyasetin tam da içine, göbeğine doğdum. Öte yandan tabii artık böyle bir teklife 'hayır' diyemezdim. Babamın hiç bırakmadığı yerden, onlarca yıl sonra yeniden Şırnak'a ve onun barış izleğine dair bir ihtimale 'evet' dedim. Bunun benim için çok özel bir anlamı ve değeri var.
"Bu kez 'evet' dememin sebebi ülkenin ruh hali"
- Daha önceki yıllarda gelen teklif de milletvekilliği miydi ve hangi partidendi?
İlk teklif, Nusaybin ve Cizre belediye başkanlıkları için gelmişti. Bir eğilim yoklaması yapılmış ve ondan sonra gelmişti teklif. Bu vesileyle yıllar sonra o günlerde beni orada görmek isteyenlere çok teşekkür ederim. Açıkçası o zaman benim için çok erkendi. Hayatta yapmak istediğim başka şeyler vardı. Bugünün koşullarında ise siyaset alanına katkım olabileceğini düşünüyorum. Kadınım, Kürdüm, gazeteciyim. Bu üç noktayı siyasette bir motivasyona dönüştürebileceğimi düşündüğüm bir andayım. Bunun da ötesinde ülkenin ruh hali beni çok motive etti. İktidarın değişeceğinin ve hepimizin bir soluk alacağımızın düşünüldüğü bir ortamda katkı sunmak istedim. Fakat ben bunun, yani iktidar değişikliğinin, kolay olmayacağını aksine, bizi çok daha zor bir sürecin bekliyor olabileceğini öngörüyordum. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın iktidarda kalma ihtimalini de görüyordum.
"Seçimden sonra partinin Erdoğan'ın kalma olasılığına dair bir hazırlığı olmadığını gördüm"
- Senin öngördüğünü o zamanki adıyla Yeşil Sol Parti de öngörebiliyor muydu? Ya da parti olarak Erdoğan'ın iktidarda kalma olasılığına, yani B planına siyaseten hazırlıklı mıydınız?
Cumhurbaşkanı adayının kim olacağına dair parti içi değerlendirmelerin yapıldığı süreçte ben yoktum. Bana milletvekili adaylık teklifi son anda geldi. Hazırlıklı mıydım? Açıkçası, hayır hazırlıklı değildim. Ama hazırlanırız, birlikte bu enerjiyi yaratabiliriz diye düşündüm. Ama seçim sonuçlarından sonra partinin ikinci bir planı olmadığını, Erdoğan'ın kalma olasılığı üzerinden bir hazırlığının olmadığını gördüm. Ama bu bizim partimize özgü bir durum da değil. Genel olarak muhalefet bloğunun bir hazırlığı olmadığını gördüm ben seçilip meclise girdikten sonra. Bunun içerisine Yeşil Sol'u da koyarak söylüyorum.
- Muhalefet bloğunun cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi bir yana, muhalefet partilerini en çok sarsan da AKP ittifakının mecliste çoğunluğu sağlaması oldu. Bu resmin içinde bir de YSP'nin yaşadığı oy kaybını hatırlatmam gerekiyor. HDP'nin, 2018 yılında yüzde 11,7 olan oy oranı yüzde 8,8'e düştü. Erdoğan'ın kazanabileceğini öngördüğün gibi bunu da öngörüyor muydun?
Doğrusu yüzde 9'lara düşecek bir oy oranı beklemiyordum. Demin hatırlattım, adaylık teklifi gelene kadar aktif bir biçimde gazetecilik yapıyordum. Bir Youtube kanalına söyleşiler ve dosyalarla seçim için hazırlık yapmıştık. Doğal olarak da pek çok kamuoyu araştırmacısıyla sık sık konuşuyordum o dönemde. HDP oylarında geçmiş yıllara kıyasla çeşitli nedenlerden dolayı bir oy düşüşü bekleniyordu. Öte yandan HDP'nin o dönemki Eş Genel Başkanları Mithat Sancar ve Pervin Buldan depremden kısa bir süre önce "kendi adayımızla seçime gideceğiz" diye açıklama yaptıklarında bazı anketlere göre HDP son zamanların en ciddi ivmesini yakalamıştı. 6 Şubat depremlerinden sonra Türkiye genelinde "Artık bu iktidar tutunamaz" havası oluştu ve o hava içerisinde muhalefet bloğunun adayının desteklenmesi kararı alındı.
"HDP cumhurbaşkanı adayı çıkarsa 'kaybettiren parti' konumuna itilecekti"
- Geriye dönük analiz yaparken "Yeşil Sol kendi adayını gösterse, Millet İttifakı'nı desteklemese hem muhalefet için hem de HDP için daha iyi olacaktı" yorumunu yapan Kürt siyasetçiler oldu. Sen de böyle mi düşünüyorsun?
Bu konunun 'doğru' ve 'yanlış' diye iki seçeneğe indirgenerek tartışılmasını doğru bulmuyorum. Varsayımlar yerine farklı parametrelere bakarak değerlendirme yapmayı daha doğru bulurum. HDP'nin o dönem aday çıkarma şansı yoktu. Çünkü çıkartsaydı bu sefer de 'muhalefete kaybettiren' parti konumuna itilmeye çalışılacaktı. "Muhalif seçmenin oylarını siz böldünüz, o nedenle kazanamadık" denecekti partimize. HDP'nin zaten 2019'dan beri muhalefeti bölmek yerine muhalefeti güçlendirerek Türkiye demokrasisine kazandırmak gibi bir politik pozisyonu var. 2023 seçimlerinde de yine aynı politik tavır üzerinden pozisyon alındı. Bu tavır sadece bize güncel koşulların dayattığı durumla açıklanamaz. HDP fikriyatının temelinde bu vardır zaten. HDP'nin kendi paradigması olarak tarif ettiği şeydir bu.
"Oy torbaları Şırnak'ta İl Seçim Kurulu'na gelmeden AKP zaferini ilan etti"
- Muhalefetin diğer muhalif partilerle dayanışarak güçlendirilmesinin neden HDP'nin kuruluş felsefesinin bir parçası olduğunu bu süreçleri yakından takip etmeyen okurlarımız için hatırlatır mısın?
Çünkü 'Kürt sorununun demokratik çözümü, barışçı çözümü' dediğimiz zaman bunun olmazsa olmaz parçası eş zamanlı olarak Türkiye'nin demokratikleşmesidir. HDP'nin en başından beri aldığı politik pozisyon da budur. Dolayısıyla 2023 seçimlerinde bu politik pozisyonun gereğini yaptık. Bu arada şu oldu; oy torbaları henüz İlçe Seçim Kurulu'na gelmeden önce AKP Şırnak merkezde zaferini ilan etti. Düşünün… Cizre Şırnak'ta en çok seçmenin olduğu ilçe. Daha torbalar İlçe Seçim Kurulu'na gelmeden sandıklardan tutanaklar AKP'ye gidiyor demek ki.
- Bu nasıl olabilir?
Ben aynı soruyu o akşam İlçe Seçim Kurulu'ndaki yetkililere defalarca sordum. "Bazı sandıklar gelemedi, oy torbaları gelemedi, biz burada gazlanıyoruz. Bazı sandık görevlileri mahsur kalmış durumda. Sandık başkanlarından bazıları gaz nedeniyle avluda baygınlık geçirenler var. Bazıları ambülansla alınıp hastaneye götürüldü. Bütün bunlar olurken iktidar partisi kalkıyor Şırnak'ta zaferini ilan ediyor. Bu nasıl oluyor?" diye sordum ve tabii ki bir cevap alamadım.
"Seçim günü askerlerin başka görev yerlerinden topluca nasıl taşındığını gözlerimle gördüm"
- Partiniz bu tür usulsüzlük iddialarını meclisin gündemine de getirdi. Bahsettiğiniz il ve ilçelerin kaderini etkilemesinin ötesinde nasıl bir anlamı var bu iddiaları dile getirmenizin. İktidar partisinin aslında 2023 seçimlerini kazanmadığını mı söylemek istiyorsunuz?
Hayır, bunları AKP'nin seçimi sadece hile ile kazandığı gibi bir yere indirgemiyorum. Zaten bu konuyu bölgede seçimlerin geçmişini anlatmadan konuşmak doğru olmaz. Şırnak'ta 1990'lardan beri sistematik olarak yapılan bir şey var; mükerrer oy kullanımı. Ve bu kolluk güçleri vasıtasıyla yapılan mükerrer oy kullanımı, sadece Şırnak'ta yapılan bir şey de değil, Kürt illerinde yapılan bir şey. Ayrıca bölgeye asker taşınıyor. Ben bunu gözlerimle gördüm, normalde görev bölgesi orası olmayan askerlerin seçim günü nasıl topluca getirildiklerini.
- 14 ve 28 Mayıs 2023 seçimlerinde gördün yani, öyle mi?
Evet son seçimde Şırnak'a taşınarak getirilenleri gördüm.
"'Seçimi hileyle kazanıyorlar' demiyorum ama hile yapılıyor"
- Bu söylediğinden hareketle ben de batı başkentlerinde "off the record" konuşmalarda Türkiye seçimlerinde usulsüzlük konusuna bakışa dair çok duyduğum bir şeyi paylaşmak istiyorum. Hep şu yorum yapılır; "Türkiye'de devleti elinde tutan iktidar partisi ya da partileri zaten Güneydoğu'da uzun yıllardır sandık kontrolü üzerinden birkaç puan iktidar lehine manipüle eder. Bu AKP dönemine özgü bir şey değil." Yani yurtdışındaki izlenim de senin bu anlattığına benzer bir noktada. Ben 2023 yılında bunun nasıl yapıldığını anlamak için bir daha sormak istiyorum. "Kolluk güçleri Cizre gibi noktalara içinde mükerrer oy kullanılmış zarfların olduğu sandıkları oy kullanılan noktalara hazır biçimde getirip bırakıyor." Böyle mi diyorsun, yanlış mı anlıyorum?
Buna benzer seçim hileleri yapıldığına dair iddialar var. Örneğin; oy kullanmak için sınırın öteki yanından Türkiye'ye geçmek isteyen şoförler engellendi. Biliyorsun sınır ticaretinde çalışan çok sayıda insan var Kürt illerinde. 2023 seçimlerinde ise aynı zihniyetin farklı biçimlerde devreye sokulduğuna yine tanık olduk. Ve parti olarak soru önergeleriyle bunu meclis gündemine de taşıdık. Mesela sadece Şırnak'ta sekiz bin küsur seçmen var fazladan Şırnaklı olmayan. Benzer bir durum Iğdır'da, Siirt'te de yaşandı. Tabii bunlar bizim tespit edebildiklerimiz, bir de tespit edemediklerimiz var. Seçimi hile yoluyla kazanıyorlar demiyorum ama hile yapılıyor. Ve tam yerel seçimler öncesinde bugün de seçim sonuçlarını manipüle etmek üzere taşınmış çok sayıda seçmen var. Bunun en tipik örneğini Şırnak'ta görüyoruz ve bunu 90'lardan beri sistematik bir biçimde görüyoruz. Demek ki burada da devletle devamlılık esasmış!
"Cumhurbaşkanı Erdoğan Kürt illerini tamamen kaybetmiş durumda"
- Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Türkiye siyasetine girdiği 2002 yılından sonraki süreçte Türkiye'deki Kürt seçmenlerin tercihlerinin iki ana hat üzerinden konsolide olduğunu izledik. Birincisi bugün DEM Parti'nin taşıyıcısı olduğu siyasi çizgi, diğeri de daha ziyade dindar Kürtlerin ve devlet yanında hizalanma geleneği olan aşiretlerin destek verdiği AKP çizgisi. Kürt Çalışmaları Merkezi'nin son araştırması Kürt Barometresi'ne göre, Türkiye'de 17 yaş üzeri 12 milyon Kürt seçmen var. Ve yine aynı çalışmaya göre Kürtlerin yüzde 54'ü kendisini 'Müslüman', yüzde 28'i 'özgürlükçü', yüzde 25'i ise 'dindar' olarak tanımlıyor. Yani Kürtlerin toplamda üçte ikisinden fazlası için din çok kuvvetli bir kimlik. Buradan bakınca Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kürt nüfus içindeki muhafazakâr damara dokunma potansiyeli hala kuvvetli bir olasılık olarak durmuyor mu bir kenarda?
2023 seçim sonuçları, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın söylemlerinin Kürtler nezdinde başarılı olduğu savını al aşağı etti. AKP bölgede artık yok denecek bir noktaya geldi. Kürt illeri haritasına baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan tamamen kaybetmiş durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın din ve muhafazakarlık üzerinden kurduğu söylemler başarılı olsaydı Kürt illerinde bu sonucu alamazlardı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde oransal olarak İzmir'i geçen bir Diyarbakır vardı. Peki bu, Kılıçdaroğlu siyasetine destek olarak mı okunmalı? Hayır elbette. Bu, Kürt halkının doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan'a mesajıydı. Ve aynı zamanda Kürt halkının tüm Türkiye kamuoyuna mesajıydı. Kürtler 2023 Mayıs'ındaki tercihleriyle hem Erdoğan'a hem de Türkiye kamuoyuna şu mesajı verdiler; "Ben Türkiye demokrasisi için, Türkiye'de eşit, özgür bir yurttaş olarak hepimizin bir arada yaşaması için üzerime düşeni yapıyorum. Ve yapmaya devam edeceğim. Ama sizin de beni inancımla, kültürümle, dilimle, kimliğimle, beni var eden şeylerle birlikte kabul etmeniz gerekir." Kürtler, seçimlerde ne kadar büyük bir oyun kurucu ya da oyun bozucu olduklarını da göstermiş oldular. Nitekim biz şu anda yine neyi konuşuyoruz? Kürtlerin 2024 yerel seçimlerindeki belirleyiciliğini konuşuyoruz.
"Milletvekili sayısında beklediğimiz başarı gelmedi"
- Başarı- başarısızlık hususuna dair bir hatırlatma yapmak isterim. Haklısın, AKP'nin Kürt illerindeki oyları 2023 seçimlerinde belirgin bir düşüş gösterdi. YSP yani DEM Parti bugün Kürt illerinde birinci sırada olabilir. Ancak geçmiş yıllara kıyasladığımızda sizdeki düşüş de rakamsal olarak ortada. Şu an mecliste 59 milletvekili ile temsil ediliyorsunuz. Bu sayı bir önceki yasam döneminde 67 idi, 2015'te milletvekili sayısı 80'e çıkmıştı. Sekiz senelik zaman zarfında temsil oranınızda yüzde 25'lik bir düşüş var. Bunu bir başarı olarak okuyabilir miyiz?
Partinin hedefi 100 milletvekiliydi, bu anlamda beklenen başarı gelmedi. Bunu ben de kabul ediyorum. Ama şu açıdan aldığımız başarılı bir sonuçtur; cumhurbaşkanlığı seçimi açısından Kürt illerinde başarısız bir sonuç ortaya çıkmadı. Bir de tabii sonuçların ne olduğundan da öte algılarımızla oynadı iktidar. 15 Mayıs sabahı muhalefete oy veren herkese bir yenilmişlik duygusu 'armağan' etti ve muhalefetteki herkes de bunu kabul etti.
15 Mayıs sabahı Cizre İl Seçim Kurulu'ndan çıkıp Şırnak merkezde yaptığımız toplantıya katıldım. Yaşanan demoralizasyon ve kandırılmışlık duygusunun sebebi şuydu; iktidar YSP sanki Altılı Masa ile ittifak yapmış gibi yansıttı kamuoyuna. Kürtlerdeki demoralizasyonun asıl sebebi bu oldu; anlaşılmamak. Türkiye demokrasisi için verdikleri desteğin, herhangi bir partiye destek olarak algılanması için kurgulanan iktidar propagandasının toplumun neredeyse yarısı tarafından kabul görmesiydi Kürtlerde o duyguyu yaratan.
Orhan Doğan
"Siyasi hareketimizde Türkiyelilik iddiası HEP'ten beri var"
- Biraz önce referans verdiğim Kürt Barometresi'ne göre Kürtler artık kendi kimliklerini daha kuvvetli biçimde sahipleniyor. Kürtlerin yüzde 71'i Kürt olmaktan gurur duyduklarını söylüyor. Bu veri DEM Parti'nin 2024 stratejisinin neresine oturuyor? Çünkü evet Kürt seçmenin birinci adresi olabilirsiniz ama bir yandan da hala 'Türkiye partisi' olma iddianız devam ediyor. Bu ikisi arasındaki denge neden tutturulamıyor sence?
'Türkiyelileşmek' sanki tırnak içerisinde Türkleşmekmiş gibi algılatılmak istendi. Ve bu bazı kesimler tarafından çok maksatlı yapıldı. Bizim siyasi hareketimizin hikayesini gelin birlikte bir hatırlayalım. 1991 yılında Halkın Emek Parti'sini kuran siyasetçiler Sosyal Demokrat Halkçı Parti listesinden milletvekili seçilerek parlamentoya girdiler. Babamın o seçimdeki kampanya afişlerini hatırlıyorum, o afişlerdeki sloganları hatırlıyorum. "Yarın halkımızla olmak için bugün SHP'deyim" ve "Bu bir seçim ittifakı, yarın biz halkımızla birlikte olacağız" diyen sloganlar kullanılmıştı. Yani seçimden sonra Halkın Emek Partisi'ne geri dönerek Meclis'te grup kuracaklardı. Milletvekili sayısı 20'yi bulamadığı için bunu yapamadılar. Dönüp HEP'in parti programına ve tüzüğüne baktığımızda, o kapatıldıktan sonra kurulan DEP'in keza programına ve tüzüğüne baktığımızda… bunlar hep 'Türkiye partisi' olmak hedefiyle kurulmuştur. Oysa sonradan bu partilerin aleyhine sanki 'Türkiyeli' olma iddiası Kürtlerin haklarından ve taleplerinden vazgeçmekmiş gibi algılatılmaya çalışıldı. Bu bilerek yapıldı ve maalesef bazı Kürtlerde de karşılık buldu. Ama sonra o kafasında kuşku yaratılan kesimler 2015 Haziran'ında tekrar yüzünü HDP'ye döndü. AKP'ye meclis çoğunluğunu kaybettiren onlardır. Bizim siyasi hareketimizde 'Türkiyelilik' iddiası en başından beri var, zaman zaman kendi içinde daralsa da genişleme eğiliminde bir tavırdır bu.
1991'deki tırnak içerisinde söylüyorum siyasi tarihimizde 'meşhur yemin krizi' olarak yer alan Leyla Zana'nın Meclis'te söylediklerini hatırlayalım; "Ben bu yemini Türk ve Kürt kardeşliği için ediyorum" dedi. Bir arada yaşam projesi, bir arada yaşam istekleri olmasa Kürtler neden bu kadar çok fedakarlıkta bulunsunlar?
"Muhalefet partilerinin 'Sözün bittiği yer' dediği yer aslında sözün başlaması gereken yerdir"
- Şimdi tabii bu tüm Türkiye'ye hitap eden bir siyasi parti haline gelme iddianızı PKK ile ilişkinizi konuşmadan konuşmak mümkün değil. Kürt siyasi hareketindeki bu ikili yapı PKK'dan ziyade sivil siyaset alanındaki sizlere zarar vermiyor mu? Ya da şöyle sorayım; PKK'nın şiddet eylemleri sizin siyasi alanınızı giderek daraltmadı mı? Oy oranlarınızda yaşadığınız kayıplarda PKK'nın takındığı tutumun etkisi de yok mu?
Kuruluş aşamasına kadar geri gidiyorum bu partinin; varlık nedenini birlikte hatırlayalım. Bu siyasi gelenek, "Ben bir mücadele ve müzakere partisiyim" diyor. Neyin mücadelesini veriyor? Türkiye'de başta Kürt halkı olmak üzere yok sayılan tüm kesimlerin dillerinin, kimliklerinin, haklarının kabul edilip tanınmasının mücadelesini veriyor. Yani Türkiye'de eşitlik, özgürlük, demokrasi ve barış mücadelesi veriyor. Eş zamanlı olarak da bunlar için müzakereden bahsediyor. Yani bir silahlı çatışma hali olmasaydı Türkiye'de zaten belki böyle bir partiye ihtiyaç olmayacaktı. Bunu bir dezavantaj olarak görmek yerine bunu bir avantaj olarak görmeyi tercih etmek ve yöntemi buradan kurmak gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.
Kırk yıldır bize dayatılan kınama ya da kınamama mesafe koyma ya da koymamak üzerinden kurmazsak denklemi hep beraber kazanabiliriz. Denklem böyle kurulunca son derece indirgemeci bir yaklaşım çıkıyor ortaya ve bu yaklaşım bizi on yıllardır süren bir kısır döngüye hapsediyor.
Temel soru şu; diğer muhalefet partileri de buradan çıkmak istiyor mu, istemiyor mu? İktidar buradan zaten çıkmak istemediğini, güvenlikçi politikalarıyla, anti- demokratik uygulamalarıyla hepimizi soluksuz bırakarak ortaya koyuyor. Peki ya muhalefet buna karşı ne yapıyor? Muhalefet, çatışma haberlerinin geldiği günlerde, ölümün arttığı günlerde, yani sözün daha çok yükselmesi gereken günlerde ne yapıyor? "Sözün bittiği yerdeyiz" diyor. Oysa sözün başlaması gereken yer orası, o gün. O gün sözünü söyleyebilirsen, sesleri çoğaltabilirsen ancak o zaman iktidarı bu güvenlikçi politikalardan vazgeçirebilirsin. Vazgeçmek zorunda bırakabilirsin.
"Türkiye'nin bir Sinn Fein'i yok"
- Aynı soruyu bir de şöyle sormaya çalışayım. Kuzey İrlanda'daki çatışma çözümü sürecini bir şablon alarak ilerleyelim. 2013'teki çözüm süreci sırasında HDP'ye Sinn Fein, PKK'ya IRA benzetmesi yapanlar oldu mesela. Popüler bir analojiydi o zamanlar.
Bence Türkiye'nin bir Sinn Fein'i yok. Çünkü DEM burada silahlı çatışmayı sonlandırabilecek, silahlı çatışmaya doğrudan müdahale edebilecek bir güç değil. DEM Parti bu süreci kolaylaştırabilecek bir güç. Bu zeminin oluşturulmasına katkı sunabilecek bir güç DEM Parti. Çatışmayı doğrudan sonlandırabilecek olan ise PKK'nin lideri Sayın Öcalan. Dolayısıyla biz bir ara formülasyon yaratmak zorundayız. Biraz Güney Afrika'dan esinlenmeliyiz. Biraz İrlanda modelinden esinlenmeliyiz. Bir de 1993'ten bu yana kendi birikimimiz var.
- Öcalan'ın konuştuğu zamanlarda dahi PKK yöneticilerinin hem eylemleri hem de açıklamalarıyla size had bildiriyor ya da sizin sivil siyasetteki çabalarınızı sıfırlamaya çalışıyor gibi bir tutum izlediği çok oldu. Bir de şimdi tabii Öcalan'ın sözünü duymadığımız bir dönemden geçiyoruz. Öcalan'ın 2023 seçimlerine dönük değerlendirmesi nedir mesela bilmiyoruz. Ya da iki ay sonraki yerel seçim için Kürtlere nasıl bir çağrı yapardı?
Şimdi Sayın Öcalan konuşursa ne olur? 2019 ya 2023'te biz kendisiyle konuşabilsek ne derdi? Belki sen de o süreçte gazeteci olarak gitmek istemişsindir. Ben o dönem gazeteci olarak İmralı'ya gitmeyi çok istemiştim, başvurular göndermiştim. Bir ara hatırlarsan çözüm sürecinde bir grup gazetecinin İmralı Ada Hapishanesi'ne götürülme olasılığı konuşulmuştu. Biz de İMC TV olarak başvurmuştuk. Ben açıkçası bugün yalnızca bir siyasetçi olduğum için değil, bir yurttaş olarak da merak ediyorum 25 yıldır tecritte tutulan biri olarak tüm bu olanlar hakkında Sayın Öcalan ne düşünüyor acaba? Doğrudan Türkiye kamuoyuna hitaben konuşabilse neler söylemek isterdi acaba? Sen merak etmiyor musun gazeteci olarak?
"Ne yazık ki Özgür Özel de devletin yaptığı şeyi yaptı; iyi Kürt- kötü Kürt ayrımını"
- Siyaseti takip eden, analiz etmekle mükellef iş yapanlar olarak elbette merak ediyoruz. Merak etmeme lüksümüz yok. Ama bence zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da ve devletin önemli makamlarındaki kişiler de hep merak etti Öcalan'ın ne düşündüğünü. Hatta Erdoğan'ın hatırladığım bir açıklaması var; Demirtaş'a kızdığı açıklamalardan birinde "Edirne'deki en büyük hesabı İmralı'dakine verecek" demişti. Bu da bir merakın, bir ilginin tezahürüdür nihayetinde.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın o açıklamayla yapmaya çalıştığı onlarca yıldır devletin yaptığı şeydi; "İyi Kürt – kötü Kürt" ayrımı yaratma çabası. 1990'lardan beri Kürtlere bu yapılıyor. Bir tür güvercinler, şahinler ya da konuşulabillir ve konuşulamaz Kürtler. Bunu yapan sadece iktidar da değil. Mesela ne acıdır ki Özgür Özel de yaptı bunu en son olarak. Ne acıdır dememin sebebi, değişim iddiasıyla gelip aynı yerde takılması. "Ben 40 bin insanın katiliyle mektuplaşacağıma Demirtaş ile selamlaşmayı tercih ederim" dedi. Bu tür lafların Kürt tabanında olumlu bir karşılığı var sanıyorlarsa, iki taraf da yanılıyor. Biz Kürtlerin baktığı yerden mesele net; mevzu Kürt olunca iktidar da muhalefet de aynı bakış açısıyla yaklaşıyor. O yüzden sonuçta Kürtler hep buradan vuruldukları için bugün daha da çok gurur duyuyorlar Kürt kimlikleriyle. İnsanların kimliğinin neresine saldırırsanız, sesleri oradan daha güçlü çıkar.
"Biz mücadele ve müzakere partisiyiz"
- Biraz önce kurduğun bir cümleye geri dönmek istiyorum. "HDP, Sinn Fein değil. Silahları bıraktıracak güç biz değiliz, Öcalan" dedin. Bu cümleyi tersten okuyunca bir yandan da "Siyasi kaderimiz Öcalan'ın elinde" demiş olmuyor musun?
Biz silahların susturulması, çatışmanın bitmesi ve barış siyasetinin ortaya çıkması için bir mücadele ve müzakere partisiyiz. Ben bunu diyorum.
- Tek başınıza silahları susturamayacağınıza göre, PKK ile partiniz arasındaki paralel hat bu kadar belirgin olduğuna göre, iki taraf arasındaki politik akrabalığı reddedemeyeceğinize göre…Bu arada politik akrabalığın ötesinde akrabalıkların olduğu haller de malum. Mesela Selahattin Demirtaş'ın ağabeyi Nurettin Demirtaş Kandil'de. Yıllarca Türk sineması bile aynı ailenin iki çocuğundan birinin askere gittiği, diğerinin dağa çıktığı hikayeleri film yaptı. Hala bu tür geçişkenlikler yaşanıyor mu bilmiyorum ama asıl olarak DEM Parti ve öncülleriyle PKK arasındaki politik akrabalığı sormak istiyorum özetle.
Selahattin Demirtaş örneğinde gördüğümüz şey binlerce insanın yaşadığı bir şey. Nurettin Demirtaş bu ülkede Demokratik Toplum Partisi'nin eş başkanlığını yaptı. Bu örnekleri çoğaltabiliriz; keza Remzi Kartal, Zübeyir Aydar bu ülkenin milletvekilleriydi.
"Sadece bizim kaderimiz değil, Türkiye'nin kaderi Öcalan'ın konuşmasına bağlı"
- PKK ile politik akrabalık bu kadar belirginken ve tek başına silahları bıraktırma gücünüz yokken ve iktidar partisi seçimlere sizi terörle eşitleyen baskın bir propaganda diliyle giderken Türkiye kamuoyuna arzu ettiğiniz mesajı verebilme ihtimaliniz çok zor değil mi?
Evet zor, ama yalnızca bizim kaderimiz Öcalan'a bağlı değil. Sadece bizim değil, Türkiye'nin kaderi Öcalan'ın konuşmasına, diyalog kanallarının açılmasına, çatışmanın bitmesine, silahların susmasına bağlı.
"Öcalan'dan 35 aydır haber alınamıyor, durumuyla ilgili özel bir bilgi bizde de yok"
- Abdullah Öcalan'dan tam ne kadar süredir haber alamıyorsunuz?
35 aydır hiç haber alınıyor.
- Sağlık durumuyla ilgili ya da hayatta olup olmadığıyla ilgili bir soru işaretiniz var mı?
Zaman zaman bu konuya ilişkin sosyal medyada bir takım spekülatif haberler dolaşıyor. Adalet Bakanlığı'nın yaptığı açıklamalar, onlar dışında bizim özel bir bilgimiz yok. Onlar da zaten tecride dair epeydir hiçbir açıklama yapmıyor. Çünkü avukatları da ailesi de kendisiyle 35 aydır görüşemiyor. DEM Parti olarak biz en son grup başkan vekillerimiz üzerinden Adalet Bakanlığı'na görüşme için başvuru yaptık. Meclis İnsan Hakları Komisyonu'na başvuru yaptık. Bunu da ilk kez yapmıyoruz. HDP geçen dönem de benzer başvurular yapmıştı. Ama işte Sayın Öcalan'ın durumu sır gibi saklanıyor ve bununla söylediğin algılar da yaratılmak isteniyor bir yandan.
- Öcalan'ın durumunu saklayarak yaratılmak istenilen algı nedir sizce?
Yaratılmak istenen algılardan önce, bir kere kişiye özel hukuk uygulanamaz, bu yapılamaz, suç işleniyor. Bu hem iç hukuk mekanizmalarına hem de uluslararası sözleşmelere aykırı. Sayın Öcalan konuştuğunda neler olduğunu yalnızca 2013'teki çözüm sürecini anımsayarak görebiliriz. Peki çatışma ortamında ne oluyor, nasıl bir dil kuruluyor? İşte "Bunlar silahların güdümünde, bir şeylerin uzantısı olarak parlamentoya gelmiş insanlar, hiç de bir işe yaramıyorlar çünkü zaten silahları bıraktıramıyorlar" gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Bunu Erdoğan da yapıyor, Devlet Bahçeli de yapıyor. Aynı yöntem daha önce de kullanıldı. Bu tür kampanyalarla seçilmiş siyasetçiler parlamento dışına itildi, hapsedildi, sürgüne mahkûm edildi. Bu söylemler yeni değil. AKP iktidara 1990'lardaki o söylemleri ve o mirası sahiplenmediğini söyleyerek gelmişti oysa…
"Biz yarın kınasak, Kürt meselesi bitecek mi?"
- AKP kendisini iktidara getiren söylemleri çok uzun zaman önce unuttu. Ama benim sorduğum konuya dönersek… Size yönelik kullanılan dili uzun uzun tartışabiliriz ama sonuçta diğer partilerin genel bir "terörle aranıza mesafe koyduğunuzu gösterin" talebi var size yönelik olarak. DEM Parti'nin şehitler konusunda yaptığı açıklamalar da çok tartışıldı. İçinde 'kınama' ifadesi olmadığı için yetersiz bulundu.
Eş Genel Başkanlarımız bu konuda ayrı ayrı açıklama yaptı. Ben de acılı ailelere bir kez daha baş sağlığı ve sabır diliyorum. Askerlerin maalesef ölüm haberinin geldiği sabah Meclis'te bütçe görüşmeleri devam ediyordu. Ben o gün Meclis kürsüsünde konuştum. O gün de söyledim, bugün bir daha söylüyorum; yürek yangınını en iyi biz biliriz. Biz böylesi acıları yaşayan bir gelenekten geliyoruz. Bu çatışmalı durum dolayısıyla bedel ödememiş insan kalmamış vaziyette, canı yanmamış insan yok. Mesela 27 Kasım'dan bu yana süren açlık grevleri var. Yüzü aşkın cezaevinde yüzlerce siyasi tutsak, Kürt sorununa demokratik çözüm ve Öcalan'la görüşmelerin yolunun açılması için açlık grevinde. Bütün bunlar varken, hepimiz "konuşalım, bu sorunu diyalogla çözelim" derken olayı "kınadınız, kınamadınız" noktasına sıkıştırınca bir yere varılmıyor. Bunları daha önce de tecrübe ettik. Kınayarak bu sorun çözülmüyor. Mesele kınamak, kınamamak, mesafe koymak ya da koymamak değil. Biz yarın kınasak Kürt meselesi bitecek mi? Sorunu hapsedildiği bu kısır döngüden çıkarmak gerekiyor.
- Peki siz kınasanız ne olur? PKK'yle dengeler açısından neyi riske atmış olursunuz?
Tekrar ediyorum, mesele PKK ile dengelerin riske atılması değil, konunun bu bağlamda tartışılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü o zaman esasa girilemiyor, yol alınamıyor. Bu tartışma bu bağlama sokulduğunda aklıma her defasında sevgili Tahir Elçi'nin nasıl linç edilerek hedef gösterildiği, ardından da katledildiği geliyor.
Ben bunu, 7 Haziran 2015 seçiminde bir gazeteci olarak söyleşiye gittiğimde kendim sordum PKK'lilere. Murat Karayılan ile bir söyleşi yaptım. Türkiye kamuoyundaki tartışmaları hatırlatarak "Siz HDP'nin önüne mi geçmek istiyorsunuz?" diye sordum.
"Murat Karayılan o tartışmayı hayretle karşılamıştı"
- İMC arşivine artık internette ulaşamadığımız için senin hatırlatmanı rica ediyorum. Ne demişti?
Hayretle karşıladı.
- Ben de onun hayretle karşılamasını hayretle karşılıyorum. Duran Kalkan'ın 7 Haziran 2015 seçimlerinden hemen sonra yaptığı açıklamayı hatırlatayım. HDP'nin koalisyona katılması halinde "bir düzen partisi" haline geleceğini söylemişti. Yüzde 13 alan bir partinin iktidar ortağı olmak için müzakere etme şansı elde etmiş olmasını çekememek değil midir bu?
Şimdi ben PKK adına konuşamam, onu onlara sormanız lazım. Ben o zaman benzer bir soruyu Murat Karayılan'a sorduğumda şöyle yanıtlamıştı; "Bizim HDP'ye ya da başka bir siyasal yapıya ayar verme gibi bir durumumuz yoktur. Yalnız biz, Kürt sorununun demokratik çözümü ve Türkiye'nin demokratikleşme mücadelesini veren birleşenlerden birisiyiz, değil mi? Yani bu davada bulunan tüm birleşenler birbirini eleştirebilmeli, görüş sunabilmeli. Görüş sunma kadar demokratik bir şey var mı?"
Bir de şu var; PKK'li yöneticiler AKP ya da CHP ile ilgili de açıklama yapıyor. Kimse o tür açıklamalar üzerine onlara ayar verildiği gibi yorumlar yapmıyor. Ama nedense bize yönelik açıklama olunca hemen oradan talimat alıyormuşuz gibi değerlendiriliyor. Doğru olmayan ve hakkaniyetli olmayan şey bu.
"Öcalan'ın konuşmasından korkuyorlar, o yüzden bu yol kapatılıyor"
- Peki şuraya dönelim… 2019'da İstanbul'da yenilenen belediye başkanlığı seçimleri öncesinde Öcalan'a alelacele bir akademisyen gönderip mektup alan AKP hükümeti bugün neden Öcalan'ın denkleme girmesini istemiyor? Dört senede ne değişti?
Sayın Öcalan'ın konuşmasından korktuklarını düşünüyorum. Öcalan'ın konuşmasının ne anlama geldiğini 1993 ateşkesinde gördük, 2009'da Oslo sürecinde gördük. Barış süreci akamete uğradığında Öcalan'ın konuşmasının ne anlama geldiğini gördük. 2013 demişken şunu da söyleyeyim; 2013 hala Türkiye'deki çatışma çözümü deneyimlerimiz içindeki en kıymetli tecrübedir. 2013'ü diğerlerinden farklı kılan doğrudan Sayın Öcalan muhatap alınarak bu sürecin başlatılmasıdır. Bugün 'barış siyaseti' kavramının içi boşaltılmaya çalışılsa da bu hala çok kıymetli bir kavram. Barışın gerçekleştirilebilmesi için Sayın Öcalan'ın muhataplığının hayati önemi var. Ve bence tam da bundan korkulduğu için bu yol kapatılıyor.
- 2019 Haziran'ında Selahattin Demirtaş'ın Ekrem İmamoğlu'nu işaret ettiği ortamda, Öcalan Kürt seçmene "tarafsız kalın" demişti. Bugün mesaj gönderebiliyor olsa Öcalan da DEM'in aday göstermeyeceği yerlerde muhalefete desteği mi işaret ederdi sizce? Yani Hükümetin korkusu bu mudur?
Ne derdi bilemiyorum. O bahsettiğin mektubun hikayesini keşke çıkıp kendisi anlatabilseydi. Sonrasında avukatların yaptığı açıklamalar oldu tabii. Ben de o dönem bir gazeteci olarak çok merak etmiştim, peşine düşmüştüm. Maalesef kamuoyuna yansıyan dışında bir bilgi alamamıştık.
Tabii Sayın Öcalan'ın o gün yaptığı tarafsızlık çağrısını ben şöyle okuyorum; "İki blok arasına sıkışmayan bir siyaset üretin." Malum Türkiye'de siyaset bu şekilde kutuplaştırıldı. Toplum bir bıçakla ortadan ikiye bölünmüş hale getirildi. Toplum bu kadar homojen iki gruptan mı oluşuyor? İktidarın yanında olanlar ve karşısında olanlar. Bu iki grubun kendi içlerinde yekpare ve homojen yapılar olduğu iddia edilemez. Biz de zaten DEM Parti olarak bunu söylüyoruz. Türkiye'yi buna mecbur etmeyen, üstelik emek ve demokrasi güçleriyle de yan yana gelmiş bir potansiyel ve birikimle başka bir seçenek sunuyoruz.
"'Üçüncü yol' siyasetinden sapmanın özeleştirisini verdik"
- Burası tam da Yeşil Sol Parti'nin, DEM'in kendi seçmenleri tarafından Mayıs seçimlerinden sonra eleştirildiği yer oldu. O üçüncü yoldan saptığınız eleştirilerini bir biçimde kabul ettiniz. Zaten kongre, kurultay süreçleri, yönetimin ve parti kurullarının değişmesi de ondan sonra geldi.
Evet, "üçüncü yol siyasetinden sapma" eleştirileri geldi. Biz de bunun öz eleştirisini verdik.
- Ama yine de CHP ile temastasınız ve bir seçim ittifakından olmasa da çeşitli yerlerde bir "güç birliği" üzerine müzakere içindesiniz. İstanbul ve İzmir'de mesela aday göstermemeniz durumunda o iki kutup paradigmasının yine bir parçası olmayacak mı DEM Parti?
Yeni dönem motto'muz "kazandırmak kaybettirmek değil, kazanmak." Bizim bu seçimlerdeki alamet- i farikamız kent uzlaşısı. Bunu ön seçimde de bir yöntem olarak uyguladık. Ön seçimi yaptığımız yerler neresiydi? Ağırlıklı olarak Kürt illerinde, yani birinci parti olarak çıktığımız yerlerde yaptık ön seçimi. O illerin en geniş çeperine kadar ulaşabilecek bir delegasyon listesi oluşturmayı hedefleyerek, kent uzlaşısını hayata geçirdik. Yalnızca kendi partimizin üyelerine, yalnızca bileşenlerimizin üyelerine oy kullandırtmadık. Kent uzlaşısının bir diğer ayağı da parti olarak birinci çıkmadığımız ama kent uzlaşısı için diğer partilerle güç birliği yapabileceğimiz iller. Biz güç birliği için bir parti adreslemedik yola çıkarken.
"Şu an itibarıyla herhangi bir partiyle güç birliği kararı yok"
- Yola çıkarken bir parti adresi göstermemiş olsanız da Eş Genel Başkanlarınız ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in yaptığı görüşmenin gündeminde bu güç birliği vardı. CHP ile DEM arasındaki görüşmeler hangi aşamada?
İki siyasi partinin de komisyonları çalışacak. Çok açık söyleyebilirim; herhangi bir partiyle yapılacak ve netlik kazanmış bir güç birliği şu an itibariyle yok.
- İstanbul kararını ne zaman alacaksınız?
Şu ana kadar açıklamadığımız il ve ilçelerdeki tutumumuza dair netlik kazanan bir durum yok. Netlik kazanmadığı için açıklamıyoruz. Bu konudaki tartışmalar ve görüşmeler sürüyor.
"Bence Demirtaş aktif siyaseti bırakmadı"
- Son yaptığın basın toplantılarından birinde sana şöyle soruldu; "Selahattin Demirtaş 14 Mayıs seçimlerinin ardından aktif siyaseti bıraktığını söylemişti. Fakat geçtiğimiz günlerde Eş Genel Başkanlarla görüşen Demirtaş, partiye önerilerde bulundu mu? Demirtaş DEM Parti ile siyasete geri mi döndü?" Sen de bu soruyu "Demirtaş zaten siyasette" diye yanıtladın. "Savunmalarında nasıl siyasetin içerisinde olduğunu görmüşsünüzdür" diye de ekledin.
Ben şunu söylemek istedim orada ve şimdi yine söylüyorum - ki bunu sadece Selahattin Demirtaş için değil tüm bedel ödeyen siyasetçiler için söylüyorum. Bu insanların hiçbiri aktif siyaseti bu sistemin izin verdiği ölçüler içinde tanımlamadı. Hapis tutulan siyasetçiler de oldukları yerlerden mücadele etmeye, direnmeye, siyaset yapmaya devam ettiler. Nitekim bunu Kobani kumpas davasında yargılanan siyasetçilerin savunmalarında da görüyoruz. Vaktiyle DEP milletvekillerinin Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ndeki savunmalarında da gördük. Ara dönemde KCK yargılamalarıyla tutuklanıp hapsedilip yargılananların savunmalarında gördük.
Demirtaş'ın, Gültan Kışanak'ın, Sebahat Tuncel'in, Ayla Akat'ın, Figen Yüksekdağ'ın ve daha onlarca siyasetçinin siyaset yapma hakkı hapsedildiler diye ellerinden alınamadı. Bu gelenek, siyaseti bu tanımlara sığdırmayan, sıkıştırmayan bir gelenektir. Söylemek istediğim şey tam olarak buydu. Bugün yine aynı şeyi söylüyorum.
- O zaman sana göre Selahattin Demirtaş aktif siyaseti bırakmadı.
Bence bırakmadı. Tabii ki keşke özgürlüğüne kavuşarak siyaset yapabilse.
"Partimiz içinde makasların olması doğaldır, farklı düşünenler bizi biz yapan şey"
- Siyaset sorusunu diğer tutuklu yöneticileriniz üzerinden değil de Selahattin Demirtaş üzerinden sormamın sebebi kendisinin Kürt seçmenler arasındaki popülaritesi. Bu söyleşide birkaç kez referans verdiğim Kürt Barometresi'ne göre Demirtaş Kürtler arasında. Kürt olan olmayan bütün siyasi liderlerden açık ara önde. Bu verinin üzerine Mayıs seçimleri sonrasında Demirtaş'ın partinize getirdiği eleştirileri de ekleyelim. DEM Parti ile Demirtaş arasındaki siyasi makas giderek büyüyor gibi gözüküyor. Demirtaş'ın partiniz yönetimine alternatif bir liderlik sergiliyor gibi bir görüntü verdiği gibi bir rahatsızlık var mı parti içinde?
Zaman zaman bir parti içinde makasların olması olağandır. Demokratik güç birliklerinden oluşan bir partiden bahsediyoruz. Başka siyasi partilerin üyeleri de var bizde. Dolayısıyla böyle herkes birbirinin aynı düşünecek, kimse birbirini eleştirmeyecek diye bir şey yok. Zaten Türkiye'deki düzenin eleştirisi üzerine kurulmuş bir partinin kendi içinde farklı düşünenlerin olması bizi biz yapan şeydir.
Selahattin Demirtaş bu geleneğin bağrından çıktı. Selahattin Demirtaş'ı da ilk seçildiğinde kimse tanımıyordu. Selahattin Demirtaş'ı da bu mücadeleye kazandıran bu harekettir sonuç itibariyle. Dolayısıyla bizim parti olarak böyle bir kaygımız yok. Aksine, güçlenen ve bu mücadelede sembole dönüşen, bu mücadelenin sözünü taşıyan herkese çok da büyük bir değer ve kıymet veriliyor. Böyle bir kaygı yok ama böyle bir kaygı yaratılmak isteniyor. Sanki Kürtler arasında bir ayrılık, bir kavga varmış gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Bunu yapan iktidarın kendisi ve iktidar medyası. Yeri geliyor bizimle Demirtaş arasında bir kavga var gibi, ya da işte demin konuştuk Öcalan ile Demirtaş arasında bir kavga var gibi manşetler atıyorlar.
Bir kere aynı pozisyonda olan insanlardan bahsetmiyoruz. Herkesin yeri ayrı. Demirtaş'ın yeri ayrı, Sayın Öcalan'ın yeri ayrı. Ben bunu sadece Selahattin Demirtaş özelinde söylemiyorum. Kimse kimsenin rakibi değil. Aksine, herkes sözünü nihayetinde aynı kaygı ve hedefler için söylüyor. Bu çok net. Bunu tartışmayı açmak, bunu tartıştırmak kasıtlı bir yaklaşım. Bunun kökeni var. Bu, on yıllardır aynı yerlerden beslenen bir şey. Kürtleri ayrıştırmak maalesef bir devlet politikası. Belki bu yeni kuşaklar için bir şey ifade etmiyordur ama bizim çok iyi bildiğimiz bir yöntem. Ben seçildikten sonra cezaevindeki siyasetçilerimize ziyaretlerde bulundum. Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı'ya iki kez gittim. Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak'ı, Sebahat Tuncel'i, Ayla Akat'ı ziyaret ettim. Tabii ki eleştirileri var, tabii ki önerileri var, tabii ki "Şöyle yapmasaydık, böyle yapsaydık" dedikleri yerler var. Farklı düşüncelerin olmasından daha doğal ne olabilir? Ama sonuçta hepimizin daima birleştiği ortak bir mücadele var.
Eski DGM Savcısı Nusret Demiral
"Nusret Demiral'ın 'ölen köpeğim DEP'lilerden daha değerliydi' açıklamasını, o manşetleri hiç unutmuyorum ben"
- Orhan Doğan'ın siyasi kariyeriyle şekillenen bir çocukluk ve gençliğe geçiş senin hayatını nasıl şekillendirdi?
Babamın milletvekili seçilmesi sonucu Ankara'ya geldik. Ankara'da, ben de her Kürt çocuk gibi çok ciddi uyum ve entegrasyon sorunu yaşadım. Çeşitli ayrımcılıklara maruz kaldım ama bunları geçelim. Çünkü bunlar bir mağduriyet hikayesine dönüşmedi. Beni aksine daha çok güçlendirdi, güç kazandırdı ve karşı bir direnişe dönüştü. Ben babamların dokunulmazlıklarının kaldırıldığı oylama sırasında Meclis'teydim. Gözaltına alınma anına tanıklık etmemem için babam önceden tedbir almamış olsaydı o ana tanıklık edecektim. Öyle bir şeyi bence bekliyordu. Zor kullanılarak zorla arabaya bindirildi. Sonra verdiği söyleşilerden öğrendik ki arabada kendisine fiziksel olarak da işkence uygulanmaya çalışılmış. Bütün bunları öngördüğü ve tanık olmamı istemediği için tedbir almış. Çıkarken aracında Leyla Zana ve Ahmet Türk vardı o gün. "Seni de Sedat Yurttaş eve bıraksın" dedi.
E tabii idamları istenen milletvekilleriydi babamlar. İdam vardı o zaman Türkiye'de. Bu kampanya epeyce sürdü. Öyle ki dönemin DGM Başsavcısı Nusret Demiral köpeğini kaybetmişti. Hiç unutmuyorum ben o manşetleri. "Benim köpeğim DEP'lilerden daha değerliydi" diye bir açıklama yaptı. Şimdi yargı eliyle siyasal iktidarlar lehine sonuçlar yaratmaktan bahsediyoruz ya, Kobani kumpas davası diyoruz ya… boşuna söylenmiyor bunlar. Bir geçmişi var, beslendiği bir yer var. Biz bu davalarla ilk kez karşılaşmıyoruz. Daha önce aynı kumpas kuruldu ve aynı kumpasla insanlar aynı şekilde hedef gösterilerek, ülkeyi bölmek istiyorlarmış gibi gösterilerek on yıllarca hapis yaptılar. Şimdi de içeride hapis, dışarıda sürgün Kürt siyasetçiler yine bedel ödüyor.
Ve ben 1995'te Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldım. Sürgün veya mülteci statüsünde gitmedim ama gönlümde bunu hep öyle yaşadım. Aslında gitmek istemiyordum. Ama burada kalabileceğim koşullar da ortadan kalkmıştı. Hep bir gün geri dönüp devam etmek üzere gittim Fransa'ya. Fakat dönmeye karar verdiğim zaman da Türkiye'de gazetecilik yapamayacağımı gördüm, buna karşı mücadele ederek hep serbest gazetecilik yaptım. Yıllar sonra İMC TV'de gazetecilik yapma imkânı buldum, o da 2016'da kapatıldı.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Ortadoğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |