Delegasyon Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, bir grup Türk gazeteciyi Brüksel'e davet etti
Burada okuyacaklarınız, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki 65 senelik resmi münasebette yaklaşmakta olan trajik finalin habercisi niteliğinde bir anekdotlar silsilesinden biraz fazlası. Yirmi seneyi aşkın bir süredir hayli içinden takip ettiğim Avrupa Birliği'ne üyelik sürecimizin artık "üyelik" ile bir alakası kalmadığının teyidini aldığım bir Brüksel ziyaretinden taze çıktım. "Bu da haber mi? Bize sorsan söylerdik" diyecek okura baştan yanıtım; "Evet, etkili-yetkili Avrupalı ve Türk şahıslar kapalı kapılar ardında da olsa artık bunu itiraf ediyorlarsa, haberdir!"
Her şey yaklaşık bir ay önce Avrupa Birliği'nin yürütme organı Avrupa Komisyonu'nun Türkiye Delegasyonu'ndan aldığım davetle başladı. Bu hafta Ankara'ya veda ederek yeni görev yeri olan Lahey'e yola çıkacak olan Delegasyon Başkanı Büyükelçi Nikolaus Meyer-Landrut, bir grup Türk gazeteciyi Avrupa Birliği'nin başkenti Brüksel'e davet ediyordu. Üç günlük yoğun programa göre, AB kurumlarının yetkililerinin yanı sıra Brüksel'deki AB ve NATO misyonlarında görev yapan Türk büyükelçilerle görüşecektik.
Bir ilkten bahsetmiyoruz. Son üç yılda takip edebildiğim kadarıyla Türkiye'den senede en az bir medya turu yapıldı. Her seferinde de ağırlıklı olarak AKP hükümetinin kontrolündeki medya kuruluşlarından gazeteciler katıldı. Zapturapt altındaki medya kuruluşlarının toplamdaki yeri yüzde 90'a yakın olduğu için herhangi bir ziyarette sayısal ağırlık merkezinin o yana basıyor olması doğal. AB Delegasyonu politik duruş gözetmeden Türkiye'deki tüm medya kuruluşlarından muhabir ve yazar davet ediyormuş, artık kim davete icabet ederse…
Nitekim bizim ekipte ben dahil 14 gazeteciydik ve sadece 5'imiz hükümetin müdahale alanı dışından geliyorduk (Banu Güven, Kadri Gürsel, Zeynel Lüle ve Yıldız Yazıcıoğlu). "Fondaş medya" türküsü çığırmak için aportta bekleyenler ateş etmeye başlamadan önce AB Delegasyonu'na tam katılımcı listesi sorabilir. AB Komisyonu'nun aday ülkelerdeki medya kuruluşlarının temsilcilerini düzenli aralıklarla bilgilendirme gibi bir sorumluluğu ve bir bütçesi var. Bu kapsamdaki faaliyetleri de şeffaf biçimde kamuoyuna duyurmakla yükümlü.
Avrupa Birliği'nin davetini teyit eden "antetli, bayraklı ve üst düzey imzalı" resmi belge ve mektupların sunulmasına rağmen Belçika Büyükelçiliği'nden Schengen vizesi alamayarak geziye katılamayan meslektaşım Özgür Ekşi'nin durumunu ibretlik bir vaka olarak kayda geçirmek lazım. Ben bu satırları yazarken bizim ekip Brüksel'den döneli tam 13 gün olmuştu ancak Özgür, 23 Mayıs'ta Ankara'daki VFS Global Vize Servisi'ne teslim ettiği pasaportuna hâlâ kavuşamamıştı. AB Delegasyonu'nun bastırmasına rağmen Belçika Başkonsolosluğu, Özgür'ün vizesini ziyarete yetiştirememişti. Yine de vizeyi "bir noktada" pasaporta basacakları vaadini tutup tutmayacaklarını da henüz bilmiyoruz.
Özgür Ekşi'nin Belçika'dan vize alamamasında, Belçika bürokrasisinin kendisine özgü ataletinin kuvvetli bir faktör olduğuna hiç şüphem yok. Zira Belçika anlatılmaz yaşanır. Bu hareketle aslında Türkiye'deki AB Delegasyonu'nun karizmasına bir çizik atmış olmuyorlar mıydı? Ya da belki de "Kuralları herkese işletiyoruz, AB'nin kendisine dahi iltimas geçmiyoruz" şovu yapmak için müthiş bir fırsattı.
Öte yandan tamamıyla bize özgü bir faktör, Schengen vizesi almayı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları açısından büyük bir stres testine dönüştürmüş durumda. Ülkemizin üst düzey refah ve özgürlük standartları fazla geldiği için milyonlarca Türkiyelinin Avrupa kapılarına dayanmış olmasının neden olduğu korku. Doğudan ve güneyden Türkiye'ye akan kahverengi tenli göçmenleri, 2016'daki Geri Kabul Anlaşması sayesinde büyük ölçüde Türkiye sınırları içinde tutmayı başaran Avrupa Birliği, bu kez Türkiyelileri Türkiye sınırları içinde tutmak için frene asılıyor.
2023 sonu itibarıyla Türkiye'den Schengen bölgesine turist vizesiyle gidip sığınma başvurusunda bulunanların sayısı 100 bini bulmuş. Turist vizesiyle gidip resmen sığınma başvurusu yapmayan ancak Türkiye'ye dönmeyenlerin sayısının ise 300 bine yakın olduğu belirtiliyor.
AB dahil tüm Batı coğrafyası (ABD, Britanya, Kanada, Avustralya vs.) için Türkiye'den sadece geçen yıl yapılan vize başvurusu sayısının 3,5 milyonu aştığı bilgisini de araya sıkıştırmış olayım.
Pandemi sonrasında başlayan Türkiye'den bu büyük göç dalgasına karşı AB üyesi ülkeler, vizeye başvuru aşmasından itibaren ileri düzeyde bir yavaşlatma stratejisi izlemeye başlamış. Elbette AB cephesinde kimse bu gerçeği bu şekilde ifade etmiyor. Türkiye vatandaşlarının ülkeden politik ve ekonomik sebeplerle hicret etmesine karşı bürokratik engel mekanizmalarını devreye soktuklarını itiraf etmenin kendilerini daha zor durumda bırakacağını biliyorlar çünkü. Israrlı sorularımıza karşı, "Tek bir üye ülkenin bir yıl içinde bir başka ülkenin vatandaşlarına verebileceği vize sayısı 90 bin" şeklinde bir açıklamayla yasak savıyorlar.
Dört gün boyunca görüştüğümüz altı AB yetkilisinden sadece biri, tüm söylediklerinin kendisine atfedilerek yazılmasına onay verdi. AB Komisyonu Sözcüsü Peter Stano'nun işi bu zaten; dünyadaki tüm gazetecilerin sorularına verilebilecek standart cümleleri kendisininmiş gibi benimseyerek olabildiğince mülayim biçimde dile getirmek. Türk gazetecilerine verebileceği mülayim bir haber olmadığından sanırım, bizi gömleğinin üzerine geçirdiği Türk bayrağı formundaki tişörtle karşıladı. Tişörtle sempatik bir habere konu olmayı garantiledikten sonra ise malumun ilamına geçti; "Biz AB Komisyonu olarak Türkiye ile iş birliğine hazırız ama üye ülkelerin oybirliği olmadan müzakerelere geri dönmek mümkün değil. Oyunu değiştirecek tek şey Türkiye'nin adım atmaya karar vermesi olur."
Stano'nun detayına girmediği adımların başında 31 müzakere faslından en kritik olan iki tanesi geliyor; Yargı ve Temel Haklar (23'üncü Fasıl), Adalet Özgürlük ve Güvenlik (24'üncü Fasıl). Tayyip Erdoğan hükümetlerinin bu iki alanda ilerlemeyi umursamaktan vazgeçmelerinin elbette son dönemdeki otoriterleşme tercihiyle kuvvetli bir ilişkisi var. Ancak Erdoğan yarın demokrasi timsali ya da barış güvercini gibi takılmaya başlasa da zaten o iki fasıl açılamayacak. Zira bu iki fasılla birlikte toplam 6 fasıl daha 2009 yılında Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından tek taraflı olarak bloke edilmişti. O dönem hem Brüksel'de hem de Ankara'da "Türkiye ev ödevlerini hızla yaparsa, küresel ve bölgesel gelişmeler kullanılarak Rum vetosu kırılır" gibi ihtiyatlı iyimser bürokratik kadrolar görevdeydi. Çok kısa bir süre içinde Avrupa'nın ana akım siyasa ve düşün dünyası dünyanın geri kalanında olduğu gibi tepetaklak oldu.
Paralel hatta, Türkiye'deki liderlik zaten başka bölgesel hevesler koşmaya başlamıştı bile.
2006'da resmen başlayan AB müzakere süreci 2019'a kadar yarım adım ileri beş adım geri devam etti. Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki sondaj faaliyetleri ve Yunanistan'la gerginliği nedeniyle 2019'da AB Dış İlişkiler Konseyi'nin aldığı yaptırım kararları aslında ilişkilerde yeni bir dip noktasıydı. AB üyesi ülkeler o kararla, "müzakereleri donduruk" demeden müzakereleri dondurdular.
Dolayısıyla bugün Ankara'da birileri "Bizim AB yolundaki kararlılığımız…" diye başlayan cümleler kuruyorsa bilin ki bahsedilen sadece eksiden sıfır noktasına, yani müzakere etmeye geri dönebilmektir. Üyelik mevzusunun ihtimalini dahi konuşabilmek için ise bir yetkilinin ifadesiyle "Türkiye'de radikal bir dönüşüm olması gerekiyor." Türkçesi şu: Erdoğan iktidarı boyunca Brüksel Türkiye tartışmasını maliyetsiz biçimde rafa kaldırmış olmanın keyfini sürmeye devam edecek. O arada bakalım AB müesses nizamı, neo-faşist siyasetle muharebeden sağ çıkabilecek mi?
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |