Artık emin olabiliriz, Ankara’nın adına ‘çözüm’ ya da ‘barış’ dememek için direnip işi sadece terörden kurtulmaya endeksleyen ‘insiyatif’i başından beri içerden çok dışarıyı, yani Suriye dosyasını ‘halletmeyi’ hedefleyen bir siyasi hamle. İsrail’in fanatik, şuursuz ve gerçeklikten kopuk yaşayan siyasetçilerinin hezeyanları AKP hükümetinin bu projesini, Türkiye kamuoyuna satma çabasının kaldıracı olarak kullanılmaya çalışılıyor. İşin sahibi de ilk günden beri aslında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan.
Elbette projenin kalbinde MHP’nin sahaya sürülerek toplumun, ‘radikal’ diye algılanacak olası adımlara hazırlanması var. MHP lideri Devlet Bahçeli, kendisine biçilen rolü oynamaya hevesli olmasaydı buralara kadar zor gelinirdi. Zira buradan skorla çıkma ihtimali gözlerini kamaştırdığı için projenin yürürlüğe konulmasına karşı çıkmayan Erdoğan’ın süreci ne kadar uzaktan ve neredeyse gönülsüz yürüttüğünü görmemek imkânsız. Hakiki manada bir toplumsal heyecan, bırakın heyecanı hakiki bir merak dahi yaratılamamış olmasının arkasında da tam bu var; Erdoğan’ın ikircikli ve mesafeli duruşu.
Erdoğan, Diyarbakır'da
Hükümet medyasının bir süredir sanki Erdoğan bugüne kadar söylediklerinden farklı bir şey söyleyecekmiş gibi köpürtmeye çalıştığı, hafta sonunda yapılan AKP'nin Diyarbakır 8. Olağan İl Kongresi’ne de ‘dağ fare doğurdu’ diye bakabiliriz. Zira bu insiyatiften PKK’nın kendini lağvetmesi dışında bir beklentimiz olmaması gerektiğini söyleyen, ‘barış’tan falan asla bahsetmeyen Erdoğan’ın kendisi oldu.
“Altını çizerek ifade etmek istiyorum ki; bu, sadece ve sadece büyük ve güçlü Türkiye hedefinin önündeki en son engellerden birinin devreden çıkarılmasıdır. Bu, Kürt kardeşlerimizle ilgili bir konu da değildir. Sadece terör örgütünün tasfiye edilmesiyle sınırlı bir husustur. Çünkü, son 22 yılında gerçekleşen pek çok reformla, sessiz devrimlerle, ülkemizin asırlık sorunları birer birer ortadan kaldırılmıştır.”
Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasından alıntıladığım yukardaki üç cümlenin her biri hem devletin pozisyonu açısından hem de Abdullah Öcalan ve hareketinin tüm unsurları açısından bir kaç soru sormamızı zorunlu kılıyor.
-Eğer konu ‘Kürt kardeşlerimizle’ ilgili değilse neden muhatap Abdullah Öcalan?
-Eğer ortada müzakere yoksa, DEM heyeti Öcalan biraz sosyalleşebilsin diye mi İmralı’ya gönderiliyor?
-Eğer Türkiye’de yaşayan Kürtlerin sorunları son 22 senede Erdoğan’ın söylediği gibi tamamen ortadan kalktıysa, bunun böyle olmadığını savunan bir siyasi hareketin temsilcilerini ‘insiyatif’in taşıyıcısı haline getirme ihtiyacı neden duyuluyor?
-DEM Parti heyetini İmralı’ya gönderen hükümet, Öcalan’ın Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerilerini dikkate alarak Kürtlerin hak ve özgürlüklerine dair adım atmayacaksa, tam olarak ne yapacak? Öcalan’dan beklenen Ukrayna’daki ateşkese katkı mı?!
-Öcalan’ın kendi hareketi açısından hiçbir ‘siyasi’ kazanım görmeden, sadece kendisinin serbest kalması karşılığında, önce Haseke ve Kamışlı’yu sonra da Kandil’i dağıtabileceğine Erdoğan ve Bahçeli gerçekten inanıyor mu?
Erdoğan’ın Hukuk Başdanışmanı Mehmet Uçum dün, “Yeni anayasa olursa ilk dört maddeye dokunulmayacağı, Türk Milleti ve Türk Vatandaşlığı isimlerinden vazgeçilmeyeceği defalarca ifade edildi” diye hatırlatma gereği duydu. Ancak hükümetin ‘pazarlığa ilk 4 maddeyi dahil etmeyiz’ pozisyonu, bu insiyatifin anayasaya hiç dokunmadan sonuca ulaşmasının imkansız olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zaten Uçum aslında neredeyse her pazar X üzerinden yayımladığı yazılarla, üzerinde çalıştıklarını anladığımız anayasal düzenlemelerin hangileri olduğuna ilişkin ziyadesiyle ipucu veriyor.
Öcalan’ın 2013-2105 arasındaki çözüm sürecinin daha ilk toplantılarından birinde DEM’in öncüllerinden BDP’nin heyetine “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” diyen Anayasa’nın 66. Maddesi konusunda kendi değişiklik önerisini not aldırdığını kamuoyuna sızan görüşme zabıtlarından biliyoruz. Öcalan’ın 66. Madde ya da Kürtlerin ana dilde eğitim garantisi için düzenlenmesi istediği 42. Madde konusunda bugün artık hiçbir talebinin olmayacağına inanacak kadar saf mı görünüyor Türkiye toplumu?
2013-2015 denemesinin içinde yer almış bir isimle yaptığım özel sohbette, “Geçen hafta yapılan açıklamalara baktım, 2015’te bıraktığımız yerdeler” demesi boşuna değil.
Sadece en bariz olanlarını yukarda sıraladığım soruların, halk arasında hak ettiği biçimde tartşılmasının önüne geçmek için psikolojik ve yasal sınırlamalarla medyanın hizaya çekilmesi, çelişkilerden bahsetmeye teşebbüs edeceklere karşı linç mangalarının hazır tutuluyor olması bu insiyiatifi hayata geçirenlerin, memleketin demokratikleşmesi gibi bir derdinin olmayacağını net biçimde gösteriyor.
Normal şartlarda barış ihtimalinin sadece konuşulmasına dahi heyecanlanacak bizlerin heyecanlanacak yerlerimiz yaralı, yaralar açık. Normal şartlarda otoriterleşmenin panzehiri olabilecek bu süreç de iyi tanıdığımız bir nobranlıkla, otoriter bir tonda dayatılıyor, o kadar. Toplumsal bir dönüşümün dinamosu olma potansiyeli taşıyan kesimlerin katkısı hükümetin umrunda bile değil.
Değil, çünkü şu an için hükümetin sanki asıl derdi ‘biz içerde çözdük görüntüsünü’ Trump’a yetiştirmek.
Erdoğan-Trump
Malumunuz Donald J. Trump tam bir hafta sonra bugün 20 Ocak’ta Beyaz Saray’a yeniden giriş yapacak. Trump’ın direksiyon başına oturması öncesinde herkes kendince hazırlığını yaptı, Ankara da ABD’nin güvenlik bürokrasisi de. Bu arada son haftalarını yaşayan Biden yönetimi, Suriye’deki gidişat konusunda Trump’ın ‘geçiş ekibini’ neredeyse günlük bazda bilgilendirmeye devam etti. Basite indirgersek, gidenler Trump’ın Suriye’den paldır küldür çıkmasının önüne geçecek bir çerçeve hazırlamaya çalıştı. Zaten aslında Trump ile beraber gelecek kadronun büyük çoğunluğu Suriye konusunda gidenlerden farklı düşünmüyor. Nitekim Trump’ın kulağına fısıldananların ne olduğunu 7 Ocak’taki basın toplantısında kendi ağzından duyduk; “Erdoğan kendi adamlarını Suriye’ye çeşitli şekilerde ve çeşitli isimler altında soktu ve şimdi yönetimi ele geçirdiler.”
Trump bunları söylerken her ne kadar bir kaç kez Erdoğan’ın güçlü bir lider olmasından ve onunla iyi geçindiğinden dem vursa da aslında Suriye’deki mevcut durumu tam olarak onayladığı anlamına gelebilecek bir şey söylemedi. Dahası yıllardır diline pelesenk ettiği “Suriye’deki askerlerimizi çekeceğim” cümlesini bu sefer kurmadı. Onun yerine “Çekip çekmeyeceğimi size söylemeyeceğim çünkü bu askeri stratejinin bir parçası” demeyi tercih etti.
Trump’taki bu ton değişikliğinin ilk sebebi, Şam’da idareyi ele geçiren HTŞ’nin cihatçı geçmişinden kaynaklanan güvensizlik ve İsrail’in Suriye’yi de içine alan güvenlik tasarrufları. İkincisi ise Ankara’nın YPG’nin omurgası üzerine oturan Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı topyekün bir operasyon başlatma tehdidi. Trump’ın son sözlerinin satır aralarında bu ihtimalin yeniden gündeme gelmesinden duyduğu hoşnutsuzluğun izleri var.
Ankara-Washington hattındaki pazarlıkta son durum
AKP hükümeti ise bir yandan operasyon tehdidini canlı tutarken bir yandan da Türk ve Amerikan Dışişleri arasındaki pazarlıklarda SDG’nin operasyonsuz dağıtılmasını sağlamaya çalışıyor. Edindiğim bilgilere göre ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müsteşar Vekili John Bass’in Ankara temasları sırasında Türk tarafı, Amerikalıların ‘çok tuhaf’ bulduğu bir teklifi masaya getirmiş. Türk tarafı önce, “SDG’yi dağıtın, Suriyeli olmayan YPG unsurları Suriye’yi terk etsin, siz de gidin, IŞİD’li mahkumların ve ailelerinin tutulduğu kampların kontrolünü bize verin” demiş. Bunlar zaten Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçen hafta çıktığı CNN Türk yayınında söylediği şeyler. Ancak Amerikan tarafı “Siz gidin, yerinize biz gelelim” teklifine “Bir dış gücü bir diğeriyle değiştirince Suriye kendi başına ayakta duran egemen bir ülkeye mi dönüşecek?” diye tepki göstermiş. Bu tür bir durumun Suudi Arabistan başta olmak üzere Suriye’ye büyük yatırım yapan Arap ülkelerini ayağa kaldırabileceğini de hatırlatmışlar. Bunun üzerine Türk tarafı, “O zaman bizimle birlikte Arap ülkerinin katkı vereceği bir Arap lejyonun da SDG’nin boşaltıcağı bölgenin kontrolüne ortak olmasını teklif edebiliriz” minvalinde bir formülden bahsetmiş.
Amerikan tarafının izlenimi, Ankara’nın bu formülü HTŞ lideri El Şara ile ya da Riyad ve Doha ile gerçek manada istişare etmeden kendilerine söylemiş olduğu yönünde. Hatta Şara ile görüşen bazı Amerikalı yetkililere göre, HTŞ lideri Ankara’nın gölgesinde rüştünü ispatlamasının zor olacağının farkına varmış durumda.
Trump, Erdoğan, El Şara
Öte yandan ABD tarafı da, Ankara’nın besleyip büyüttüğü eski Özgür Suriye Ordusu’nun, yani şimdiki Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) da lağvedilip Şam’daki orduya entegre edilmesini bekliyor. “Suriye’nin meşru ve merkezi tek bir silahlı gücü olacak ve SDG ona entegre olacaksa, SMO neden aynı prosedürden azade tutulsun?” diye soruyorlar. Henüz bu soruya Ankara’dan yanıt alamışlar.
Devam eden pazarlıklarda ortaya koyduğu tavırdan anladığım, Ankara baskın bir tavırla Trump’ı koltuğa oturur oturmaz Suriye’nin kuzeyinde kontrolü tamamen kendilerine terk etmesi noktasına getirmeye çalışacak. Tam da bu yüzden, içeride Öcalan insiyatifinde zamanla yarışıyor. Öcalan’ın en geç mart başında bir ‘silahları gömme’ çağrısı yapmasının Trump nezdinde ellerini güçlendireceğine inanıyorlar. İçerdeki ve dışardaki müzakerelerin zamana yayılmasının sonuç almayı güçleştireceğinden kaygılanıyorlar sanki.
Trump evreninde ne kadar etkili olduğunu bildiğimiz İsrail lobisinin ABD Başkanının kulağına üfleyecekleriyle, Erdoğan hükümetinin ültimatomlarının kafa kafaya yarışacağı bir döneme giriyoruz.
Suriye’den çıkması istenilen YPG’liler İran’a geçerse?
Bu arada biz yine 2013’teki İmralı görüşmelerinin kamuoyuna yansıyan tutanaklarından bir bölümü hatırlayalım. Öcalan diyor ki: “Komisyonlar kurulacak. Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil Adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak…Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var.”
12 sene sonra bugün…akiller heyeti yok, herhangi bir komisyon kurulacak mı onu da henüz bilmiyoruz. Ama sayıları biraz farklılaşmış olsa da üç ülkedeki PKK’lı varlığı devam ediyor. Bu şartlar altında Öcalan, Ankara’nın istediğine yakın bir çağrı mı yapar yoksa kendine manevra alanı bırakacak şekilde zamana mı oynar?
ABD’nin çekildiğini, SDG’nin büyük bölümünün Şam’da kurulacak orduya entegre edildiğini düşünelim, kuzeydoğuda sınırları epey daralmış da olsa bir bölgenin Kürtlerin idaresine bırakılması pazarlığını ilerki yıllara bırakalım. Ve buradan devam edelim…Suriye’den çıkacak YPG’lilerin mesela İran’a geçmesi durumunda, sorun buharlaşıp tarihin sayfalarına mı gömülür, yoksa Türkiye açısından başka bir cephede mi derinleşir?
Soruların yanıtları bizde yok, Ankara’nın hepsine yanıtı olduğu konusunda ise şüpheliyim.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |