Çirkin Kral Yılmaz Güney; “arkadaşlar, dağlarımız, ovalarımız, ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz, bütün ömrümüzü gurbette geçirip, gurbet türküsü söylemek istemiyoruz” diyordu; doğduğu topraklara dönebileceğinin inancıyla. Olmadı; kendi kuşağından pek çok isim gibi o da dönemedi. Yoksulluğun, direnişin simgesi gecekonduları sarsacak kadar birlikte gülebilen can arkadaşı Nihat Ziyalan da geri gelmeyenlerden, 80 sonrası.
Sydney’den T24’e konuk olan Ziyalan’ı; Yeşilçam’ın kötü adamını, tevellüdü yetenler hatırlayacaktır. Bugün onun, yeni bir yaş aldığı gün. 76’ya dönerken Ziyalan’la oyuncu, şair, yazar kimliğini şekillendiren tarihini, dönemin Adana’sını, gözleri dolarak bahsettiği Kürt annesini, soyunmayı reddettiği için Yeşilçam’ı bırakıp hamallık bile yaptığı yılları, Yılmaz Güney’in “şeytan tüyünü”, Ayşe Arman’a röportaj veren baba-erkek Güney’i anlatan Elif Pütün’ü konuştuk.
Nihat Ziyalan-Yılmaz Güney dostluğunu anlatan bir detayı da aktarmam şart. Ziyalan’ın annesinin sandığından çıkan bir Yılmaz Güney fotoğrafı var ki, kamuoyu ile ilk kez paylaşılıyor.
Son soruyu en baştan sorsam, pişman mısınız geride bıraktıklarınızı düşündüğünüzde, Avustralya’ya geldiğinize?
Avustralya'ya geldiğime hiç pişman değilim. Çünkü geldiğim yeri içimde yaşatmasını öğrendim. Üstelik aradan 32 yıl geçmesine karşın ayrıldığım günkü tazelikle. Blacktown'daki evimde tam bir Adanalı gibi yaşıyorum. Adana yemekleri, şalgam, Türk televizyonu... Şalvar giydiğim zamanlar olmuştur. Bu yüzden İngilizcem çok kötüdür. Bir de çoğu solcu arkadaşımın iktidar yalakası olmalarına tanık oldum buradan. Güç solcu molcu tanımıyor. Kim bilir, kalsam belki ben de dönerdim. Buraya kapağı atmakla bu yüz kızartıcı durumdan da sıyırdım.
Adana nasıl bir toprak ki, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Nihat Ziyalan gibi isimleri ki başka sol isimler de eklenebilir, yetiştiriyor, ama aynı zamanda 1906’da binlerce Ermeni’nin öldürülmesini de bağrında taşıyor?
Beni efsane yazar Yaşar Kemal ve karizmatik Yılmaz Güney'den hemen sonraya koymanızı kabul etmem mümkün değil. Abidin Dino, Orhan Kemal, Muzaffer İzgü; Demirtaş Ceyhun, Bedri Baykam... Beni bu değerlerden çok çok sonra saymalısınız. Gelelim Ermeni meselesine: Osmanlı zamanındaki olaylar bana göre Türkiye Cumhuriyeti'ni bağlamaz. Çünkü Kurtuluş Savaşı veren atalarıma ölüm fermanı çıkarmıştır Osmanlı. Kurtuluş Savaşı Osmanlı’ya da verilmiştir. Bugünkü iktidar Osmanlı’yı hortlatmak istediği için Ermeni sorunuyla boğuşmaktadır. Gereksiz yere Osmanlı’yı temize çıkarma gayreti var. Osmanlı benim atam olamaz. Benim atalarım Kurtuluşu Savaşı verenler ve padişahlık yerine cumhuriyeti kuranlardır.
Çerkez bir babanın, Kürt bir annenin çocuğu olarak, Kürt meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Zaman zaman Hınıs'tan dayılarım gelirdi. O sıralar Kürt’le dolardı evimiz. Çok ezik, gölgesinden korkan insanlardı. Zamanla yoksul Kürtlerin kendilerini ikinci sınıf vatandaş gibi görmelerine tanık oldum. İtilip kakılmalarını, hor görülmelerini eşitlikten yana olan yapımdan ötürü bir türlü hazmedemedim. PKK'yı her solcu gibi başlarda devrimci bir hareket olarak destekledim. Zamanla PKK değişti. Şimdi Kürt sorununun çözülmemesi için savaştıklarına inanıyorum. Çünkü büyük paralar dönüyor. Silah satışı, uyuşturucu ticareti... İktidarlar bu sorunu silahla çözmeyi kafalarına koymakla yanlış yaptı. Bir zaman gelecek ki ölen öldüğüyle kalacak. Bir de devlet doğuda mutlaka toprak yasası çıkarmalıdır. Aşiretlerin toprağını satın almalı ve orada yaşayan yoksul halka dağıtmalıdır. Elbette mazlum Kürtlerden yanayım. Ama onların da PKK'yı başlarından atmaları ve siyasi yönden haklarını aramayı öğrenmeleri gerekir. Bu da siyaseti benimsemekle olur.
“Kısa Pantolonlu Sevda” öyküler kitabınızda annenizin nasıl bir karakter olduğunu anlayabiliyoruz. Birçok kadın gibi cevval, ama bir o kadar da kendisini unutan, adayan... Annenizin parçası olduğu tarihi düşündüğünüzde bugün neyi simgeliyor sizin için?
Kurtuluş Savaşı rüzgârının püfür püfür estiği zamana rastlar çocukluğum. İkinci Dünya Savaşı. Seferberlikten ötürü babaların silâhaltında tutulduğu dönemde anneler evin erkeği olmuştur. Salt benim annem değil, annelerin çoğu, yokluğu dayanılır kılmak için savaş vermiştir. Dayanışma yıllarıydı o yıllar. Dingin Avlusu denilen, terk edilmiş bir un fabrikasının işçileri için yaptırdığı odacıklarda barınan aileler, paylaşmacı bir hayat sürdürürdü. Yemek, kömür, ekmek gibi hayati gereksinimler... Komşularımızdan Ermeni, Kürt, çingene kökenli olan vardı. O zor günleri atlatmak için insanların birbirlerine omuz vermesine tanık oldum. Annemin kanatları altında kıtlık günlerinin hasarsız geçmesi için onun verdiği çaba şimdi bile gözümü yaşarttı.
Yılmaz Güney sizden sonra, siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’den çıkacaktır. Yani o cezaevindeyken siz yurtdışına çıktınız. Yılmaz Güney’in içeride olmasının bir etkisi oldu mu bu kararı almanızda? Ya da 80 Askeri Darbesi mi etkili olan?
Hayır, ikisi de değil. 1980 yılında Yeşilçam'da film çekimi bıçak gibi kesildi. Bunu fırsat bilen gözü açık yapımcılar seks filmleri çekmeye başladı. Bir gün evde iş belerken telefonum çaldı. Bir film şirketinde çalışan Fethi Naci'nin karısı Emel'di. O zamanki karımdan ayrılmış, birdenbire kötü duruma düşmüştüm. Durumumu bildiği için beni aramış. Aramızda şöyle bir konuşma geçti: "Soyunur musun Nihat?", "Nasıl yani?", "Bizim şirket seks filmleri çekecek. Hemen aklıma sen geldin. Çok para kazanırsın bütün sıkıntıların biter", "Yapamam Emel." Bu konuşmadan sonra benim için Yeşilçam defterinin kapandığını anladım. Almanya'da Avustralya'da kardeşlerim vardı. Hemen onları aradım. Kısmetime kanguru ülkesi gerçekleşti.
Kan kardeş miydiniz?
Evet. Yılmaz Pütün, Özdemir İnce, üçümüz kan kardeş olmuştuk. Bu kan kardeşlik birbirimizle yarışırcasına kendimizi geliştirmemize olanak sağladı. Okuduğumuz kitaplar üstüne tartışıyor, yazdıklarımızı metne yararlı olmak için kıyasıya eleştiriyorduk.
On sekizimde yaşımı büyüterek askere gittim. Dönüşte yeni kurulan Adana Şehir Tiyatrosu'na girdim. Yılmaz Konya'daki sürgünlüğünden sonra Yeşilçam'la boğuşmaya soyundu. Tiyatroda kötü bir aktördüm. İyisini öğrenmeye çalışıyordum. Yılmaz'da şeytan tüyü vardı. Tıpkı seyirci gibi film kamerası da onu sevdi. Şiirimle merhaba diyorum o güzel insana:
YILMAZ GÜNEY
Sarılık olunca
"annem sana iyi bakar" deyip,
evlerine taşıdı beni.
Annem gelip
konuştu annesiyle,
anlamadım Kürtçe sözlerini.
Sarılıp ağlaştılar,
kendimi tutamadım sonunda.
İşten sarhoş döndü Yılmaz;
patronunun kızına,
yine kendisini sevdiğini söyleyememiş.
Gitmiş duvara karşı içmiş meyhanede,
diplediği her bardakta
kızı düşünerek.
Kusarken
gövdesinin seyirmesini hissettim elimde
Üst katta yatıyordu Güllü Teyze,
duymasından çekinerek konuştu:
"sarılığa yakalanmamak için
bütün gün tulumba tatlısı yedim."
Gülmeye başladık;
uyuyana dek,
gülüşümüzden sallanıp durdu gecekondu.
Yurtdışında görüştünüz mü Yılmaz Güney’le? Nasıl değerlendirdiniz göçmenliği ve göç etmek zorunda bırakıldığınız ülkeyi?
Hayır görüşmedik. Göçmenlik gurbetin en yakıcı olanıdır. Fakat Avustralya benim gibi 72 ülkeden gelenlerle bütünleşmiş. Birey olma kavgasını çok öncelerden vermiş ve kazanmış bir ülke. Burada düşünce suçu diye bir kavram yok. Düşünceyi ifade etme özgürlüğü hiçbir yasaya toslamaz. Seksenli yıllarda televizyon seyrederken şöyle bir olaya tanık olmuştum: O zamanın başbakanı (Bob Hawk) seçim kampanyası için sebze halinde dolaşıyordu; televizyoncular, gazeteciler de onu izliyordu. Oradaki dükkân sahiplerinden biri başbakanın önüne dikildi. "Sen yalancının birisin çünkü verdiğin sözü tutmadın" dedi. Başbakan da "Sen bana nasıl yalancı dersin?" diyerek adamın yakasına sarıldı. Adam da onunkine. İş yumruklaşmaya varacakken araya girip ayrıldılar. Başbakan’ın şu sözlerini bugün gibi hatırlıyorum: "Büyütecek bir şey yok! Erkek erkeğe konuştuk biraz." El sıkıştılar sonra.
Seks filmleri furyasında siz “ekmek teknemiz kapandı” diyenlerdensiniz. Neden oyunculukta diretmediniz?
Kişiliğim kaldırmadı seks filmlerinde oynamayı. Biz toplumcu duygularla sanat yapmak için karar almıştık. Böyle bağlanmaları yaratıcı yazın kustuğu için, kendi sesimizle bir şeyler olma çabasına düştük. Fakat ne yazsak mayamız toplumculukla yoğrulmuştur. Topluma bir şeyler vermek ve halkımıza yararlı olmak için yola düşen biri olarak, seks filmlerinde oynamayı kendime yediremedim.
Yüz elli filmde oynadınız, şiir ve öykü kitaplarınız vs. “Hayatın kırışıklıklarını biraz katlanılır kılmak için sanat” anlayışınızdan yola çıkarsak, hangisi daha çok sizsiniz?
Hiç kuşkusuz yazdıklarımla. Sinemada gibi'yi oynamaya çalışıyordum. Yazdıklarım hayatımın içinden geçen kurmacalardır. Şiirlerimi şöyle bir tararsanız orada hayatımı görürsünüz. İlk yıllardaki duygu ürpermemi yansıtan şiirim:
SYDNEY'DE BİR ŞAİR
saksıda bir yaşam olduğumu unutmuş
kök salmaya
toprağı arıyorum
gübre bol
su eksiksiz
şaşırtıyor insanı havalar
olmadık yerde çiçek açıyorum
Yılmaz Güney’le çok filmde oynadınız. Neydi ikinizdeki tutku farkı? Kötü adam şablonu çok sıkıntı verdi mi gerçek size?
Yılmaz Güney oyunculuğu diye bir şey var. Yürüyüşü, bakışı, gülüşü... Şeytan tüyü var demiştim. En önemlisi de Yılmaz sinemayla düşünmesini öğrenmişti. Bana göre Yeşilçam Yılmaz Güney'den önce Yılmaz Güney'den sonradır. Büyük şirketler Yılmaz'ı kullanamadı. O zaman Anadolu işletmecilerinden gelen bonolarla yapılırdı filmler. Yılmaz çok küçük şirketlere film yaptı. Onun oynayacağı filme işletmeci pat diye bastırırdı bonoları. Çünkü seyirci Yılmaz'ı sevmişti bir defa. Kadın seyirciyi de hayranları arasına katmak için “Umutsuzlar” filmini İrfan filme çekerken şöyle bir olaya tanık oldum: İrfan Ünal'ın adamı geldi "patron bugün altmış metre çekmeni istedi abi." Yılmaz buna çok sinirlendi. Eline bir taş aldı, suya fırlatırken kameraman Gani Turanlı'ya "motor" dedi. Altmış metre o taşın suda bıraktığı titreşimle bitti. Kasete koyup gönderdi patrona. Bir daha da patron işine karışmadı. Şimdiki aklım olsa milyon verseler kötü adam oynamazdım. Açlık, ekmek parasının gözü kör olsun. Yılmaz'dan habersiz kabul etmiştim kötü adam rolünü. Çok bozulmuştu. Tomurcuk Sevda adlı kitabımdan şiir:
KÖTÜ ADAM
Hüseyin Alemdar'a
At üstünde elbisem zifiri
olsun ister yönetmen,
sözcüklerim yövmiyemde kilit
diyemem at binmesini bilmem.
Saçlarım öff,
briyantin yana.
Rolümün hakkını vererek
kahvaltı yapmamış bir bakışla,
uzatırım yüzümü
esas oğlan sallarken yumruğunu.
Bağırmakta süflor,
sağdan uçarak çıkacaksın!
Senaryoya göre
ortada kalmış kız;
şaşkınım müthiş,
hadi gir dese yönetmenim
hangi taraftanım?
Yumruk almanın acemisiyim
zaten babası kaçmış bir oğlum var,
utanırım
hep dayak yiyen bir baba olmaktan.
Esas oğlan dığıdık dığıdık
kızı kurtaracak elimden,
tekrarlarla çekilen bir sahne
işte böyle film harcatır.
Unutur muyum yönetmenim?
Yakın plan küskün bakacağım öpüşmelerine,
ölüm sahnem çekilirken
Ve
Nihat Ziyalan
1980 yılında Sydney Havaalanı'na indiğimde, değişik ülkelerden gelen, bir o kadar da değişik dil konuşan insanları görünce ürktüm, geri dönüş olsaydı dönerdim hemen. Şimdi ne yapacağım diye düşünüp durduğum sırada, içimden bir ses "yazacaksın ve anadiline yapışacaksın" dedi. Yazdıklarım Türkiye dergilerinde çıktıkça daha çok sarıldım yazmaya. Beş şiir, üç öykü kitabı, üç roman ve bir oyun yazdım. Kitaplarım Can, Adam, Günışığı Kitaplığı'nda çıktı. Burada imza günleri yaptım. Haftalık Turkish Weekly adlı Türk gazetesinin sanat sayfası için şiirler seçerek, okuyucuya sevdirmeye çalışıyorum. Dilime, yaşam tarzıma karışmayan, üstelik şairliğimi sürdürmem için Tren Yolları'nda hamallık yaparken bana üç bin dolar veren bu ülkeye minnettarım. Belki Türkiye’de olsam bu kitaplarımı yazamazdım. Beni çok sevindiren bir olay da; 2009 yılında, Çukurova Ödülü'ne değer görülmemdir.
Yılmaz Güney’in yıllar sonra kamuoyuna çıkan kızı Elif röportaj verdi Ayşe Arman’a. Elif’i tanıyor musunuz? Elif, baba ve erkek Yılmaz Güney’i anlatmış, Doğan Kitap'tan çıkan “Odadan Odaya” adlı kitabında. Yer yer siyasi kimliğine ve temsil ettiklerine göndermede bulunuyor. Kitabı okuduysanız ne düşünüyorsunuz? Yılmaz Güney’in kızı, arkadaşı ya da başka bir kimlik, ağır mı gerçekten Elif’in tarif ettiği gibi?
Konya'daki sürgünlüğü bitince evime geldi Yılmaz. O zaman Adana Belediye Tiyatrosu'nda aktör olarak çalışıyordum. Yanında üfürsen uçacak bir hanım vardı. Yerinde duramayan Yılmaz kanatlarına rüzgâr dolduruyordu. Uçup Yeşilçam'a konacak, hapiste, sürgünde kaybettiği yılların acısını çıkaracak gibiydi. İki buçuk yıl! İşte o zaman gebeliği uç vermiş hanım için içim cız etti. Çünkü Yılmaz'ın geleceğinde ona yer olmadığı çok belliydi. O çocuğu düşürmüş, sonraki gebeliğinden Elif doğmuş. Yılmaz'ın gidişatı fark edilmeyecek gibi değildi. Belki de doğuracağı çocukla Yılmaz'ı elimde tutarım düşüncesi vardı Elif'in annesinde. İkisinin de yanlış yaptığına inanıyorum. Hastaneye giderek yeni doğum yapmış annenin yüzüne, kendisiyle olamayacağını söylemiştir Yılmaz. Devrimci bir yapısı olan Yılmaz'ın içinde için için fokurdayan bir yanardağ vardı. Lav tırmanacak, tırmanacak, ortaya koyduğu sanat yapıtlarıyla püskürecekti. Yılmaz'ın ilk İstanbul'a gitmesi, yazın başkentinde adını duyurmak içindi. Sevgili Atıf Yılmaz sayesinde sinemaya bulaşmıştır. Yeşilçam o karizmatik kişilik sayesinde değişmiştir. Film yapma sancısı, yeniden hapislik, sonra ülkeden kaçma... Yılmaz kendi sorunlarıyla boğuşurken Elif'e gereken ilgiyi gösterememiştir. Arada ezilen Elif olmuştur. 2009 yılında Elif'le İstanbul-Ortaköy pazarında karşılaştım. Konuşmasından, davranışlarından, incinik bir ruh yapısı olduğu fark edilmeyecek gibi değildi. Kitap çıkar çıkmaz Sydney'e getirterek okuduğumda Elif'e acıdım. Baba sevgisinden yoksun bir kızın ayaklarının üstünde durmak için verdiği çabaya hayran kalarak acıdım. Anıdan çok, babasının, üvey annesinin engin yanlarını açığa çıkarma gayretinde bir kitap olarak gördüm. Niçin bir intikam kitabı? İnsan sevdiklerine kıyabilir mi? Ama Yılmaz'la, üvey annesinin ona kıydığı bölümler de var. Her şeye karşın hayat devam ediyor. Bundan sonraki kitabıyla kurmaca yazında sesini duyurabilir Elif. Çünkü onu ezen duygulardan sıyrıldığı bölümlerde keyifli bir edebiyat tadı vardı.