Çin ile Hindistan arasında kalan küçük ülke Bhutan’ı, “ne ararsan var” bilgi kaynağı internette ararken karşıma çıktı Ulaş Başar Gezgin.
Herkesin, daha doğrusu bu sayfaları okuyan herkesin “haberdar” olmasını istediğim, “ne hayatlar var” dedirten bir yaşam öyküsü.
Uzun olmayan sıfat ve tamlamalarla tanıtacağım onu, zira röportajda kendisi anlatacak kendisini.
Daha 32 yaşında… Bir Avustralya üniversitesinin Vietnam yerleşkesinde iktisat dersleri veriyor. “Çoklu” bir şahsiyet. İmrendirecek kadar çok şey sıkıştırmış buraya kadar olan hayatına. Kitap yazıyor. Makaleleri, denemeleri, film eleştileri var. Bitmedi; şiirle de ilgileniyor. Hatta ilginin ötesinde. “Bu kalp seni unutur mu” diyen Fikret Kızılok’un ardından yazdığını tahmin ettiğim şiirini çok sevdim. Merak edenler youtube’da kendi sesinden dinleyebilir. 'İdeolojileri yeniden kuran dil’i çok önemsiyor. Öyle ki kendi türettiği sözcükler bile var. Frene basıyorum ve mikrofonu “Vietnam’da ne işin var” diye merak ettiğim Ulaş Başar Gezgin’e uzatıyorum.
- CY: Türkiye Hollanda Tayland Yeni Zellanda ve Vietnam.... Gezgin'sin galiba. Bu nasıl bir yolculuk, bir iç yolculuk mu aynı zamanda?
Gezgin: Bitmemiş bir yolculuk olduğu için, bunu kestirmesi zor. Geldiğim yer, belli; gittiğim yer, belli değil. Tam da bu nedenle, yollar, hep gizem dolu.
- Neden Vietnam, solun nostaljik aşkıdır Ho Çi Min'in memleketi?
Vietnam, biraz rastlantıyla; biraz da bilinçli olarak yaptığım bir seçim oldu. Tayland'da birlikte çalıştığım üniversite yıllarından arkadaşım, Tayland’dan Vietnam’a geçti; beni de çağırdı. Ben o sırada Türkiye’deydim. Türkiye’de yapmam gereken işleri bitirip onun peşinden gittim. Bu, olayın günlük boyutu. Arkadaşımın Vietnam’a geçişi, güzel bir rastlantı oldu. O, Vietnam’a geçmeden önce de, Vietnam’ı çok merak ediyordum. Amerika’yı dize getirmiş iki ülkeden biri olması dolayısıyla, toplumsal yapıyı incelemek; bugün ne durumda olduğunu öğrenmek gibi düşüncelerim vardı. Hatta Vietnam’a gitmeden, Vietnam’la ilgili bir şiir yazmıştım. Çin’in sermaye düzenine teslim olduğunu biliyoruz; ama Vietnam, kapalı bir kutuydu.
- Avustralya ile nasıl ilişkilendin, ne değişti ya da hala değişen ne hayatında?
Avustralya’ya ilgim, Yeni Zelanda’da insanbilim doktorası yaparken, tez danışmanımın Avustralyalı olması dolayısıyla başladı. Daha sonra, bir Avustralya üniversitesinin Vietnam yerleşkesinde çalışmaya başladım. Üniversitede onlarca Avustralyalı’yla tanışma olanağı buldum. Avustralya’yla ilgili birçok etkinliğe katıldım. Bir kere, bir Amerikan üniversitesi yerine Avustralya üniversitesinde çalışmaktan hoşnutum. Amerikan sömürgecilerine destek vermediğimi bilmek güzel bir duygu. Türkiyeli birçok araştırmacı, ya ABD’de okuyarak ya da okulu bitirdikten sonra ABD’de çalışarak, Amerikan sömürgeciliğine insan kaynağı sağlamış oluyor. Akademik solcular bile, gidip Amerika’da okumazdan önce, akademik de sayılmıyorlar solcu da. (Bu yorumun birçoklarını kızdıracağını biliyorum, ama acı bir gerçek bu). Dolayısıyla, Avustralya’ya ilgim, Amerikancılığa tepkinin de bir ürünüdür. Avustralya’nın Irak ve Afganistan’da askeri olmasına karşın, şimdiye dek tanıştığım Avustralyalıların barış yanlısı ve Amerikan sömürgeciliği karşıtı olduklarını gördüm. Avustralya yerlilerinden dilenen özür, önemli bir gelişme. Bu, Avustralya’ya daha olumlu bakmama yol açtı. Umarım, devamı gelir. Avustralyalıların doğa dostu olma özelliklerini beğeniyorum. Son yıllarda, Hintli öğrencilere saldırılar sözkonusu; ırkçılık, başka alanlarda da güçleniyor. Yine de, Avustralya’nın geleceğiyle ilgili olarak iyimserim. Avustralya’nın üç temel sorunu, yaşam pahalılığı, su kıtlığı ve nüfus artışı. Avustralya’da yaşam, pahalı; ama Japonya ve Singapur’la karşılaştırıldığında o kadar değil. Su kıtlığı, büyük sorun. Okyanus suyundan su üretme çalışmalarının artması gerekiyor. Nüfus artışı, ciddi bir sorun; çünkü koca anakarada, yaşanabilir alanlar dar. Avustralya, gelen göçmenlere iş sağlayacak denli büyük bir ekonomi değil. Öte yandan, Asya ülkelerinin tersine, Avustralya’da göçmenlerle benim ‘önceden gelmişler’ olarak adlandırdığım insanların içiçe geçme ve biraraya gelme olasılıkları daha yüksek. Avustralya’da sokakta yürürken, kimin turist kimin Avustralya yurttaşı olduğunu anlaması zor. Bu, çok iyi bir durum. Bunun tam tersine, birçok Asya ülkesinde, yabancılar ve Asyalılar, apayrı dünyalarda yaşıyorlar.
- Asya merakın nereden kaynaklanıyor. Dünyayı Batı'nın gözüyle anlamak ve yorumlamak istemediğin için mi?
Benimki, Asya merakı değil; genel olarak, dünya merakı. Alalım ‘Ortadoğu’ sözünü. Orası, nereden bakınca ortada ve Doğu’dadır? Kuzey Atlantik’ten bakınca. Ben o bölgeye ‘Güneybatı Asya’ diyorum. Bu, yansız bir niteleme. ‘Batılılaşma’yı eleştirenler bile, onu, Batı’nın ürettiği kavramlarla eleştiriyor. Bence, muhalif olmak için, ‘Batı’nın kavramsal araçlarını yapısökümüne uğratmak bir önkoşul olmalı.
- Yeni sözcükler yaratıyorsun örneğin filme "izit" diyorsun, sivil itaatsizliği "uygar uymazlık" diyorsun.. Bu aynı zamanda inanılmaz bir özgüven değil mi? Yazılarında da kendi yarattığın sözcükleri kullanıyorsun?
Özgüven değil, gelecek kuşaklara duyduğum güvendir bu. Kimi sözcükleri kendim yaratmıyorum; Türkçe’nin kendi sözcüklerini üretme geçmişi var. Birçok sözcüğü, 1930’lardan bu yana tarihlenen metinlerden derliyorum; bunun yetmediği durumda kendim üretiyorum. Kendi ürettiğim sözcüklerle yazmamın, okur kitlesini –iki anlamda da- daralttığının farkındayım. Ancak, birilerinin bu yolda çaba göstermesi gerekir. Bence devrim, dil devrimi olmadan olanaksız. Dil, dünyayı nasıl yorumladığımızı belirleyen en önemli kavramsal araç.
- Türkiye'yi yakından takip ediyorsun anladığm kadarıyla. Zira Tekel direnişçisi bir işçi için şiir yazmışsın., Kürt sorunu konusunda da (direkt böyle dillendirmemişsin / özellikle mi böyle bilmiyorum tabii) şiir yazmışsın. Ne düzeyde Türkiye ile ilişkin ve son dönemi nasıl görüyorsun?
Türkiye’den uzakta yaşamama karşın, bedenim, burada; kafam, Türkiye’de. Türkiye’de doğdum, büyüdüm; okuma-yazmayı Türkiye’de söktüm. Gittiğim her kentin güzelliğini İstanbul’la ölçtüm ve ölçüyorum. Hergün Türkiye’deki gazetelere bakıyorum. Evrensel Gazetesi’nde yazıyorum; Evrensel, Bianet, Sol, Sendika.org ve İstanbul Indymedia’yı günlük olarak izlemeye çalışıyorum. Bunlar dışında, Ekşi Sözlük’e bakıyorum. Ekşi Sözlük’te çok niteliksiz yorumlar var; ancak, Türkiye’nin nabzını tutan bir sayfa varsa, o da Ekşi Sözlük bana göre. Oraya gündemdeki haberler, anında giriliyor ve bir sürü tartışma oluyor; destekleyenleriyle, karşı çıkanlarıyla. Ekşi Sözlük’ün Türkiye’deki tartışma kültürüne önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
Asya’yla karşılaştırıldığında, Türkiye’yi çok hareketli ve ilginç bir ülke olarak değerlendiriyorum. İnsan, Türkiye’de yaşarken bunun farkında olmuyor; bu, çok doğal gibi geliyor. Ancak, Asya ülkeleriyle karşılaştırdığımda, Türkiye, gerçekten (geriye doğru olsun ileriye doğru olsun) sürekli bir hareketin olduğu; gazetecilik açısından, ‘haber değeri’ olan bir ülke.
Gündem, benim için, önemli bir şiir kaynağı. Tekel işçisinin şiirini yazdım, evet; daha da yazmalıydım. Bir şiirle kapatılamayacak denli büyük bir olaydır gerçekte. Kürt/Türk sorunu da aynı biçimde. Fakat bu gündem şiirlerinde, olabildiğince, ayrıntılardan sıyrılıp Türkçe konuşmayan bir okura da seslenebileceğim bir düzeyde yazmaya çalışıyorum. Örneğin, Kürt sorunu üstüne yazdığımı düşündüğün şiirde ‘Kürt sorunu’ açık olarak geçmiyor; çünkü bir Irak Arabı okuduğunda da, aynı tadı alsın isterim. Sonuçta, konu, iki oğlunu, birbirine düşman iki tarafta yitirmiş bir ana. Ayrıca, daha evrensel düzeyde yazınca, bu konularda ana-akım görüşlere sahip olanlarda, bir soru imi uyandırma olanağı da doğuyor.
Türkiye, son dönemde, Amerikancılaşmayı bırakmayıp –oy kaygısı nedeniyle- İsrailciliği bırakmışmış gibi görünen bir yönetime sahip. Ancak, ikisi, kopmaz bağlarla bağlı. Özelleştirmeler, alıp başını yürümüş; işsizlik, uçmuş durumda. Öte yandan, solun yeniden umut olabileceği koşullar ortaya çıkıyor. Grup Yorum’un İnönü Stadyumu’ndaki 25. yıl etkinliğine 55 bin kişi katılıyor; 1 Mayıs’a katılım, 12 Eylül sonrasındaki en yüksek sayıya ulaşıyor. Bu sayılar, büyük değişimler için yeterli değil elbette. Ama dünyada, Güney Amerika dışında, solun gerileme koşullarında, Türkiye solu, dünyaya bir umut oluyor. ÖDP’nin ve EMEP’in aldığı belediyeler var. Avrupa’da kemer sıkma siyasaları dolayısıyla sokaklara dökülen emekçilerle Türkiye solunun kaynaşması, anmaya değer. BDP’li milletvekillerinin, ülkede siyasal çözüm kanallarının açılması yolunda çalışmaları var. Kimi yaklaşımlarını onaylamasam da (örneğin Şeyh Sait Anması yapmaları), BDP’lilerin Meclis’te olması çok önemli bir gelişmedir. Onların orada olması, Meclis’in meşruluğuna ve savaş dışı çözümlerin olabilirliğine destek vermiş oluyor. Onların ve çeşitli görüşlerden insan hakları eylemcilerinin tüm çabalarına karşın, Türkiye’nin insan hakları sicilinin temiz olduğunu söylemek zor. Elbette, hepsinin ötesinde, ‘Müslüman demokrat’ ya da ‘Avrupa Müslümanı’ kisvesi altında, Türkiye’nin tutuculaştırılması, çarşafa kapatılması ve egemen sınıfların kendi aralarında el değişimi ve yer değişimi sözkonusu. Daha önce bu konuda yazmıştım; görünüşte, devletin iki tarafı, birbirleriyle çatışıyor; oysa, bu, bir Amerikan güreşi. Birbirlerine vuruyorlar gibi yapıyorlar; izleyiciler de, gerçekten vuruyorlarmış gibi coşku içindeler. Birbirlerine şakadan, ezilenlere gerçekten vuruyorlar. Sol ise, ülkeye giydirilen çarşafa ya da deli gömleğine ve ülkenin başına geçirilen çuvala karşı, evrensel çağrısını yinelemeyi sürdürüyor.
- Çoklu bir kişi izlenimi veriyorsun. Kitap, şiir yazıyorsun, youtube’da bile varsın, sinema eleştirisi, sözcük çalışmaları, makaleler, dersler, çeviriler, gündem takibi.. Sahi kimsin sen?
Ben de soruyorum kendime. Her gün, yarın ölecekmişim gibi yazıyorum. “Ölmeden, şunu da bırakayım geriye” duygusu var hep. Yıllardır böyle sürüyor. Bir de, bir yazıyı bitirmenin hazzını, ömrümde başka hiçbirşeyden almış değilim. Özellikle, uzun yazılar, son noktayı koyana dek, çok yorucu olabiliyor; o noktayı koyarken, kendime soruyorum içimden: “İçine sindi mi?” Sindiyse ne güzel. İşte bu yazma hazzı, yenilerini yazmayı pekiştiriyor.
- Ve gelecek planın?
Yazılacaklar ve yapılacaklar diye bir dökümüm var. Kısa erimde onlarla uğraşıyorum. Bilgisayarımda şu başlıklar var: Yazılacak şiirler, yazılacak öyküler, yazılacak düzyazılar, yazılacak Asya-Pasifik köşe yazıları, yapılacak araştırmalar, kentleşme araştırmaları, yapılacak yaratıcı yazarlık çalışmaları, çevrilecek şiirler ve şarkı sözleri vd. Bunların altında bini aşkın yazı düşüncesi ve yarım bırakılmış yazılar var. Kısa erimde, bunlar üstündeki çalışmalarımı sürdüreceğim.
Uzun erimde, üniversitede çalışmayı sürdürmek; Asya-Pasifik ve dünya ülkelerini gezmeyi sürdürmek ve böylece, daha çok ülke ve daha çok insan tanımak; gazetelerde yazmayı sürdürerek Türkiyeli okurlarla bağımı korumak; yeni kitaplar yayınlamak; kentleşme araştırmalarına yoğunluk kazandırmak; yaratıcı yazarlık çalışmalarımı derinleştirmek; siyasal güldürü öyküleri ve şiir yazmaya ağırlık vermek gibi hedeflerim var.
Kısacası, yola devam; yazmaya devam…
Not: Ulaş Başar Gezgin’i daha çok merak edenler www.ulas.teori.org adresini ziyaret edebilir.