Candan Yıldız

11 Aralık 2011

12 Eylül’den kaçışın öyküsü

Rakamlara sığdırılmayacak kadar sosyal, siyasal yıkıma yol açan 12 Eylül’ün, tek tek hayatların üzerinden nasıl panzerle geçtiğinin hesaplaşması henüz yapılmadı

650 bin gözaltı,
230 bin yargılama
50  idam
30 bin “sakıncalı” diye işsiz kalış 
14 bin yurttaşlıktan çıkarılış
171 işkenceden ölüm
Çok sayıda faili meçhul
 
Vs
Vs
Vs...

Rakamlara sığdırılmayacak kadar sosyal, siyasal yıkıma yol açan 12 Eylül’ün, tek tek hayatların üzerinden nasıl panzerle geçtiğinin hesaplaşması henüz yapılmadı gerçek manada. İktidarın en üst düzeyde hegemonya kurmasının silahı işkence ile hesaplaşma, İlhan Selçuk’un “ işkencecisini affedebileceğini” söylemesi kadar basit mi? Tıpkı,  bir iz olarak kalmanın çok ötesindeki Dersim Katliamı nedeniyle siyasi erkin tepesindeki ismin kuru özrünün, sağ kalmayı başaran ve sonraki nesilleri onarıp onarmayacağının bilinmemesi gibi. 

Sadece yaşadığı coğrafyadan değil, kendinden, tarihinden gitmeyi göze alacak kadar öfkeli, 12 Eylül nedeniyle kendini sürgün etmiş bir hayatın öznesi Yahya İdiz. Hayatı, yaşadıkları, insan denen varlığın irade savaşının saygınlıklarıyla dolu. 30 yıldır, dönüp arkasına bakmadığı Türkiye’den uzakta. Nedenleri çok anlaşılır. Uzun yıllar Afrika’nın çeşitli ülkeleri derken son durak Avustralya’da yaşıyor şimdi. 12 Eylül’ün bir sistem olarak milyonlarca hayatı tımar edişinin çarpıcı öykülerinden sadece birisi. Buyrun buradan okuyun...


- 30 yıl öncesine dönelim. Zira sürecinizin kilit noktası orası. Neydi hayatınızı değiştiren baskı ya da isyan?

16 yaşında lise öğrencisi iken başlamıştım duvarlara yazı yazmaya, bildiri dağıtmaya, derneklere gidip gelmeye. 17 yaşımda ise karakolun kapı arkasındaki “burada anayasa yok sopayasa var” yazısı ile tanıştım.

Dönem öyle bir dönemdi. Bizim karşımızda olan gruplardan tehdit mektupları alıyordum. Annem karakola gittiğinde “ne yapalım, evinizin kapısına gece gündüz nöbetçi mi dikelim” yanıtını almıştı. 2 hafta sonra evin önündeki kopek kurşunlanarak öldürülmüş, bize ait olan bakkala atılan bomba nedeniyle binanın ön cephesi tamamen hasar görmüştü.

Mart- 1980. Akşam bir kaç arkadaşla beraber, okulun duvarlarına slogan yazdıktan sonra ayrılmıştık. Ben köşeyi döndükten sonra polis devriye ekibi tarafından yakalandım; tabii üstümde silah, kıyafetimde boya lekeleri...

Bir kaç gün süren işkenceden sonra polislerle eve gittik. Evde anam “...bu bizim silahımız değildir, bizim hiç bir zaman silahımız olmadı” deyince polis silahın bir örgüte ait olduğu şüphesiyle soruşturmayı genişletti. Sonrası cezaevi ve doğrudan askere gidiş. 

Eylül 1980.  Üç ay acemilik döneminin ardından Malazgirt’te askeri araçlarla kırsala çıkıp aramalar yapıyorduk. Bir gün bir köye gitmeden önce bir pınardan su içmeye eğildiğimde taşın altında bir kağıt gözüme ilişti. Bir bildiriydi ve elyazısı ile “yoldas, okuduktan sonra mümkünse kopyasını yap diğer yoldaşlara” yazıyordu. Kışlaya varınca tuvalette okurum diyerek hemen cebime koydum. Kışlada üst değişikliği yaparken bildiriyi yatağın altına sakladım. Bu arada beni mutfak görevine çağırdılar. Diğer grup ise koğuşta temizlik yaparken bildiriyi bulmuş. Bildirinin bana ait olduğunu reddettim ilk gün. Sonrasında kabul ettiğimde ise onlar bana inanmadılar. Cunta’nın ilk dönemleri. Herkesten şüphelenildiği zamanlar. Bildirinin askeriye içerisinden kaynaklandığı gerekçesiyle işkence devam etti. Sonrasında da Kıbrıs’a sürgün edildim.
Kıbrıs’ta hiç bir bölüğe mensup değildim. Ne silah ne de kasatura zimmetime verildi. Mutfakta, kıraç tarlalardan gelmiş bol acılı soğan doğruyordum. Soğandan yaşaran gözlerimi gören çavuş geriden bağırıyordu: “Ağlama lan, orospu çocuğu, erkek adam ağlar mı ?”

Yine bir gün, mutfakta arta kalan yemekleri yemem için zorlandım. Haddinden fazlasını yediğim halde tuvalete gönderilmiyordum. Çavuşun yumruğu tepemde bekliyor. O sırada saat 11-1 arası (atış poligonu) eğitim alanında nöbetim olduğu haberi geldi.  Ben, ‘silahım yok, silahsız nöbet olur mu?’ dediğimde yumruğu gözümün üstünde hissettim: “Emre karşı mı geliyorsun lan, s..ke s..ke gideceksin.”dendi.

Saat 11’den önce bir G3’ü bir şarjör mermi ile imza karşılığında verdiler. O kadar sıkışmışım ki, nöbete giderken yürümekte zorluk çekiyordum. Gece eğitim alanında, beni nöbete getiren görevli ayrılır ayrılmaz, karanlıkta silahımı bir kenara bırakarak rahatlamak için pantolunumu aşağıya indirdim. Tam o sırada silahın dipçiğini büyük bir acıyla göğsümün üstünde hissettim. Nefes almakta zorlanıyordum. Büyük bir gölge başucumda  “etrafımız düşman dolu, ne biçim nöbet tutuyorsun lan, sen ve senin gibilerden hiç hayır gelmez bu vatana. Şuna bak oturmuş gerine gerine s..yor.` Bu arada silahın mermisini ağzına verdi, “gebertirim ulan seni, kim vurduya gidersin… O s..çtığını yiyeceksin” dedi.

Aynı gece Kıbrıs’ın dağlık bölgelerinde ilerledim geride her şeyi bırakarak. İki gün sonra mayınlı, tehlikeli bir sınırdan Rum tarafına geçip, polise teslim oldum. Bana inanmadılar, beni de yanlarına alıp sınır bölgesindeki ayak izlerini kontrol ettiler. Zira bu sınırı 1974’den 1981’e kadar ilk kez geçen kişiymişim. 

Bir aylık soruşturmadan sonra Limasol’a götürüp serbest bıraktılar. Dil konusunda yardımcı olması için de Türkçe bilen Suriyeli bir Kürt’le tanıştırdılar. Her yere onunla gidip geliyordum. Bir gün belirli bir grup tarafından ‘Ada’daki Türk askerinin işgaline karşı’ bir yürüyüş düzenlenmişti. Bu arkadaşım “gel biz de katılalım’ dedi. Bir oldubitti ile elime tutuşturulan Türk bayrağı bana uzatıldı, üzerine benzin dökülerek ateşe verildi. Akşam haberlerinde tabii ben hedef gösterildim. Hayatım ondan sonra tamamen değişti. Rum kesiminden kaçak olarak bir çimento gemisine bindim.


- Kaç yaşındaydınız kaçtığınızda?

20 yaşındaydım.


- Sizi bekleyen kocaman bir belirsizlikti. Buna rağmen neden terk ettiniz. Neydi sizi güçlü kılan?

Sanırım bu sorunun yanıtını yukarıda anlattıklarımla verdim. .

-  Kıbrıs sonrası neden Afrika kıtası. Ne yediniz ne içtiniz.  O günlerden ne kaldı?

-Panama bandralı bir kargo gemisiyle eski Portekiz kolonisi Cab Verde’ne geldim bilmeden. Yolculuk 7 gün sürdü. Bu sürede geceleri gizlice tuvalete gidip su içiyordum. Yemek yeme şansım olmadı. Gemiye bindiğim şekilde, gece vakti, gizlice kaya ve beton yığınları arasında, gemi ayrılana kadar gizlendim. Gizlendiğim yerden çıktıktan sonra bir de ne göreyim her taraf siyah dolu.

- Dil bilmeden nasıl hayatta kaldınız?

Herkes bana aval aval bakıp duruyordu. Zira üstüm başım yosun bağlamıştı. Uluslararası kelime; ‘polis’ diye sorduğumda parmakla yerini gösterdiler. Karakola vardığımda, el işaretiyle, karalamalarla nereden geldiğimi ve 7 gündür aç olduğumu anlatmaya çalıştım. 4. saatin sonunda beni döşümden iterek dışarı ettiler. O gün sokakta beni anlayacak ya da küçük bir iletişim kurabileceğim kimseyi bulamadım. Akşamüzeri şehrin biraz dışında otlayan hayvanları görüp, onların otladığı otlarından ben de yedim.

Ertesi gün limana yaklaşan bir balıkçı teknesini gördüm. Kayıkta 5-6 kasa balık vardı. Balıkçı kasanın birini alıp ilerleyince hemen koşup diğer kasayı yükleniyordum. Bağırıp çağırıyor, ama dilinden anlamıyordum. Herhalde “bırak o kasayı ne yapıyorsun” diyordu. Bir kaç adım ilerliyor, bana dönüp bakıyor, ben de arkasından ilerliyordum. Adam duruyor ben duruyorum, adam ilerliyor ben ilerliyordum. Beni deli zannetti. Daha sonra o balıkçı ile 2 aydan fazla her gün balığa çıktık. Sonra denizin açıklarında karşılaştığımız Senegal’den gelen büyük bir balıkçı gemisine binip Afrika kıtasına geçtim. Afrika maceram böyle başladı.

- Son yıllarda mülteciliği ya da politik sığınmacılığı anlatan çok sayıda film izliyoruz. Zira dünya hala kaynayan bir kazan ve sistem yeni göçmenler oluşturuyor. Ama geldikleri ülkelerde çok zor şartlar bekliyor. Bir insanın kendisiyle mücadelesi aynı zamanda değil mi yaşadıklarınız?

Burada mücadele insanın kendisi ve çevresi, var olmak ile yok olmak, kabullenmek ya da reddetmekle ilgili. Ya teslimiyet ya özgürlük.


- Pes ettiğiniz anlar oldu mu?

Gerilediğim anlar ya da  zor günlerim oldu ama pes etmedim. Bana özgür düşünmek, özgür hareket etmek (burası olmaz ise başka yer ne farkeder fikri), dedikodulardan uzak. bireysel yaşam ve yeni yerler keşfetme macerası güç verdi.

- Afrika da ne kadar kaldınız. Hayatınıza dokunan şeyler nelerdi?

Çok uzun yıllar kaldım. Büyük şehirleri hiç sevmedim; acımasız ve çelişki yığınıdır. Kasaba ve köyler ise dağınıktır güzeldir. Burada insanlar çok ama çok daha cana yakındır. Bir saatlik sohbeti, bin yıl sonra bile hatırlarlar. Halkın cebinde hiçbir şey yok ama gönülleri zengin.

- Bir 'beyaz' olarak neler yaşadınız?

Afrika’nın insanlarını, doğasını çok sevdim. İlk bir kaç yıl hariç, öyle zor bir yaşantım olmadı. Aza kanaat getirmesini öğrendim. Balıkçılık, ormancılık, inşaatçılık, simsarcılık ve de fotoğrafçılık yaptım.

- Son durak olarak neden Avustralya?

Afrika ülkelerinde kaçak kalıyordum. Resmi makamlarca verilmiş bir pasaportum yoktu. Her gittiğim ülkede ya da bölgede hemen polise gidiyordum, turist olduğumu paramın ve pasaportumun çalındığını söyleyip geçici bir belge alıyordum. Bana Türk Konsoloslukları’nın adresini veriyorlardı yeni pasaport çıkartmam icin ve ülkeyi terk et diyorlardı. Verilen belge 3 ay geçerliydi çünkü. 1990’ın sonlarına doğru durum değişti. Afrika’da artık bilgisayar sistemine geçildi ve bu yüzden Afrika’yı terk etmek zorunda kaldım. Bu kez yine kaçak olarak Güney Kore gemisi ile Singapur, oradan da Avustralya’ya geldim.

- Detention Center da (mülteciler için tutukevi) neler yaşadınız ve ne kadar kaldınız. Orayla ilgili neler biriktirdiniz?

Detention Center’da hemen hemen 1 sene kaldım. Günlük notlar alıyordum. Tutukluların kendi özel sorunları, yönetimle aralarındaki çelişkiler vs... Bu notlarımı, çıktıktan sonra anlatı roman olarak kaleme aldım: Bir Kaçışın Öyküsü. Türkiye’de yayımlandı.

- Cezaevi deneyimi sahibi olarak, hapishanelerden farkı yok değil mi?

Avustralya ‘da iki ayrı Detention Center’da kaldım. Birincisi Sydney Villawood, orası yerleşim bölgesi içerisinde olduğu için kısmen daha serbestti. Kendiliğinden gelişen açlık grevine katıldım. 7 gün sürdü. Grev güvenlik güçleri tarafından kırıldı, eyleme katılanlar bölünerek çeşitli yerlerdeki tutukevlerine gönderildi. Ben ve 19 tutuklu da çöl ortasında bulunan Womera’ya sürüldük. Womera gerçekten de tek anlamıyla 80 dönemindeki Kayseri kapalı cezaevinden daha ağır bir tutukeviydi.

- Yaşadıklarınızı paylaşmak neden önemli?

Ders çıkarırsak önemli; olumlu ya da olumsuz şeylerden. Aksi ise yapmacık macera filmi gibi. 

- Aileniz yakınlarınız sizden haber alabildi mi kaçtığınız dönem boyunca?

Haberleşme olanağım oldukça sınırlıydı. Yılda bir kaç defa telefon ediyordum.

- Şimdi vatandaşlık aldınız o kadar gezginlikten sonra yerleşik olmak sıkıcı gelmeyecek mi size?

Evet. Avustralya sıkıcı bir ülke. Ama şimdi yılda bir iki sefer yurtdışına gidip geliyorum. İki sefer Türkiye’ye gittim. 26 sene sonra anamı tekrar gördüm.


- Şimdi neler yapıyorsunuz ve projeleriniz

Şu an oldukça yoğun ve hoşuma giden bir uğraş içerisindeyim. 5 senede Kanada’da bir üniversiteyi online eğitim sistemi ile bitirdim. Fotoğraf, animasyon ve video editing üzerine. Şimdilik bunlarla uğraşmak hedefim. Yaşım ilerlediğinde tekrar yazmaya geri dönebilirim.

- 12 Eylül cuntasının silindir gibi geçtiği hayatlardan sadece birisiniz. Sizde geriye kalan temel duygu ne?

Bir sürü olumsuzluklar oldu. Onları geride bırakalım. Geçmişten ders çıkararak,  ileriye dönük, halkların özgürce yaşayabileceği bir düzen olmasını diliyorum.