Çağnur Öztürk

26 Aralık 2017

Dizilerimiz, sinemamıza zarar mı veriyor?

Şuraya da biraz Kıvanç Tatlıtuğ estetiği…

Dizilerimiz de yurt dışında çok başarılı, ödüller de alıyoruz, çok başarılıyız da… acaba biz ne kadar biziz, ne kadar özgünüz, ne denli Güney Kore’deyiz, ne kadar kendi hikayelerimizi üretip çekebiliyoruz?!. Cevaplar yeterince açık aslında… Yıllardır sektörde dizi çeken AY Yapım, TMC, Limon Film (iflas eden Endemol Türkiye) gibi sektörü domine eden şirketler, artık sinema filmleriyle de bir süredir baskın olarak yer alıyor… Peki bu durum, sektörde nasıl bir etki yaratıyor?

***

Geçen gün TMC imzalı Martıların Efendisi filminden çıktıktan sonra, filmdeki senaryo hataları ve oyunculuk zaaflarını bile bir kenara koyup, bir tane bile güzel kadraj bulamayışıma üzüldüm.

Yönetmen Mehmet Ada Öztekin, Martıların Efendisi'nde çok fazla dizi çekmiş olmanın dezavantajını yaşamış... Bütün fikirleri sinemaya uyarlamak zorunda değilsiniz. Bütün yük, Mehmet Günsür'ün omuzlarına bırakılmış, martılar gibi çırpınmış... Ama sadece onunla olmuyor. Tek başına başrolün iyi oyunculuğu, bir filmi asla iyi bir film yapmaya yetmiyor. Film daha çok, özellikle de görsel açıdan kesinlikle bir televizyon filmi kalitesindeydi. Hiçbir karakterin derinliğine inilmemesi, başrolün bile çok merak ettiğimiz travmalarının filmin bütününe yayılmak yerine apar topar filmin sonunda tek bir kişi tarafından anlatılıp paket yapılması. Bol plan, patlak ışıklar… Gerçekten de bunlar artık bir film izlerken tahammül edemediğim şeyler.

Komedi filmlerimiz zevzek başrol karakterlerin içine düştüğü bin bir zevzek durumla başlayıp, bu zevzekliği bin bir şebeklikle aşmasıyla bitiyor. Al oradan bilmem ne fenomenini oooo buna hemen bir film yapalım, halkımız bunu da… Daha ne kadar denemeniz gerekiyor, x, y, z… fenomenlerinin gişede hüsran olduklarını, karşılıklarının olmadığını anlamanız için.

Şöyle oturalım, durumdan pırıltılı repliklerden beslenen bir mizah üretelim, karakterler yaratalım demek yok… Chaplin’in slapstickliğinin altında sağlam metaforlar, politik tarizler bulunuyordu.

İşteee bu bizim dizi estetiğimiz

Romantik komedilerimiz ise kült yabancı romantik komedi uyarlamalarından oluşuyor ağırlıklı olarak. Güney Kore dizilerinden önce Güney Kore romantik komedilerimiz vardı ah. Yani burada da hiçbir özgünlük halimiz yok. Kendimize ait bir hikâye yaratalım telaşımız yok. Al oradan dizilerde tutmuş yakışıklı kadın ile erkeği, oradan da al zamanında tutmuş bir romantik komediyi, hem senariste de az para verin sadece uyarladığı için. Eee çeken de yerli dizi yersiz uzun sistemine alışkın bir sahneyi kanırtarak çeken bir yönetmen. Hiçbir estetik kaygı, sinemasal anlam yaratma telaşı taşımıyor. Festival filmi de çekersiniz, romantik komedi de çekersiniz, yeter ki isteyin oluyor.

Dizi müziği yapan belli 2-3 kişi var zaten, onlar da müziğinizi yaparlar, bütün bir film boyunca döşersiniz müziği yüksek sesle, replikleri anlayalım diye kasan izleyiciye bir dakika nefes aldırmazsınız. Alkışlar. Ve artık bir filminiz oldu.

Sektöre bir darbe daha…

***

Godard’ın meşhur sözü vardır: “It’s not where you take things from, it’s where you take them to."

“Bir şeyi nereden aldığınız değil nereye götürdüğünüz önemlidir” Jim Jarmusch da ondan hareketle her yerden esinlenin der, özgürsünüz ama hiçbir yere varamıyorsanız bu beyhude bir çabadan ibaret.

Bu denli bir özensizlikle gişeye yürüme çabanız büyük bir risk.

Şu an iyi gişe yapan Aile Arasında filminde, daha önce görmediğimiz daha önce yapılmamış bir şeyler var mı? Bence hayır yok, evet Birdcage temelli bir hikâyesi var ama en azından bunu ilerletmeyi başarıyor. Ortada ben bir senaryo başarısı göremiyorum. Vasat bir senaryonun, iyi bir reji ve de çok çok iyi oyunculuk performanslarına sırtını yasladığı ve bu çok iyi performanslardan beslenerek izleyiciyi güldürdüğü bir film. Yanlış bir cast ile direkt çökecek demeyeyim ama aynı etkiyi yaratma ihtimali düşük bir senaryosu var.

Üretilen bu kadar gürültünün içinde Aile Arasında’ya hasret kalmış hissetmemiz doğal sonuç oluyor.

Ne kadar Arzu Film, filmlerine benzediği de tartışılır.

Son olarak ise; bitmiş ve zaten kemik bir kitle tarafından anlaşılıp sevilen Lİmon Film dizisi Poyraz Karayel’in, başrol oyuncularını kadro dışı tutulmasıyla yaratılan filmi de gişede hüsran oldu. Bu ise çok öngörülebilir bir sonuç.

Ay Yapım’ın ise hem dizilerinde (Fİ,Çİ… , Çukur, Ufak Tefek Cinayetler) hem filmlerinde (Daha, Kırık Kalpler Bankası…) -özgünlüğü tartışılır halde olsa da- prodüksiyon kalitesini inkâr edemem. O nedenle Ay Yapım’ın özenini takdir etmeliyim.

Yine TMC imzalı Yol Ayrımı, bir iyi hisset filmi olarak ise dizilerdeki gibi bütün mesajlarını izleyicinin gözüne sokarak, her şeyi uzun uzun açıklayarak giden, izleyicisine yorum şansı bırakmayan bir hata zincirindeydi.

Sinema, izleyicisinin algısına yorumuna açtır. Her yerde metafor kullanmak gerekmez ama göze de sokmak gerekmez. Tıpkı duygu yaratmanın aracı olarak her sahnede müzik olması gerekmediği gibi.

Şuraya da biraz Kıvanç Tatlıtuğ estetiği…

Arap ülkelerinden gelen dizi fanlarının Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün’e benzemek için yaptırdıkları “dizi estetiği” değil konumuz…

Bizim filmlerimizde, eleştirip  görmeyi istemediğimiz o estetik yine bizim yarattığımız “dizi estetiğimiz”. Güney Kore ve Brezilya dizilerinden besleyip bütün sektöre sirayet ettirdiğimiz.

Game of Thrones, Prison Break, Black Mirror, The Handmaids Tale, Dark vb.’de olan enfes yabancı “dizi estetiği” değil.

Misal internet platformu  Netflix ne filmler ve diziler üretiyor alanında ve son dönem en kötü bulunan projesi Bright için bile nasıl özen gösterip milyon dolarlar harcamaktan çekinmiyor, senaryosuna para döküyor.

Artık, “Set çok keyifli geçti, hepimiz çok eğlendik” herkes arkadaşım, ay canım aynı sektördeyiz şimdi kalp kırmayalım, yarın öbür gün işimiz düşer’ın ötesine geçmeliyiz.

Yoksa hep karanlık sulardayız…