"Değerli Arkadaşlar, daha önümüzde beş ay varken sizleri 1 Mayıs kutlamalarını konu alan bir gündemle toplamamın sebebi bu meseleye yeni bir vizyonla yaklaşmak istememdir. Yeni dedim ama işin doğrusu bu vizyon 1 Mayıs'ların tarihi kadar eskidir. Bilindiği gibi Türkiye 1 Mayıs'larının kalbinin attığı meydanda, Taksim'de birlik-dayanışma-mücadele günümüzü kutlamamıza 2013'ten beri izin verilmiyor. Ülkemizin demokrasi doğrultusundan bir kez daha sapıp hızla otoriter bir rejime evrilmeye başladığı tarihi 2013 olarak saptamak sanırım pek de yanlış olmayacaktır. O tarihten bu yana tanık olduğumuz ve acısını çektiğimiz gelişmeleri hepiniz biliyorsunuz. Hapishaneleri dolduran basın mensupları, barış aktivistleri, siyasi önderler, fikir ve düşün insanları bu gelişmelerin canlı tanıkları oldular. Biz de her 1 Mayıs'ta politikamızı Taksim yasağını aşmaya yoğunlaştırdık. Taksim yasağının despotik bir yönetim anlayışının önemli bir göstergesi olduğunu aklımızdan çıkarmıyoruz ama, burada değinemeyeceğim uzun ve adil olmayan bir tarihsel mirasın neticesi olarak ortaya çıkan bu olumsuz tablo bir anda aşılacak ve yükü sadece işçi sınıfımıza ve onun birlik-dayanışma-mücadele gününe taşıtılacak bir mesele değildir. Despot yönetim anlayışıyla mücadeleyi 1 Mayıs'a yüklemek, bu kutlamayı çarpıtmakta, aşındırmakta ve işçisizleştirmektedir. Eğer büyük işçi yığınları bu rejim altında yaşayamayacak kadar bunalmış ve onu aşmak için her şeyi göze alacak durumdaysa ve bu durumun politik bilinciyle donanmışsa Taksim Meydanı'nı büyük yığınlarla zorlamak, yasak duvarlarını aşmak şüphesiz mümkündür. Ama durumun böyle olmadığını, birbirimize itiraf edemesek de hepimiz biliyoruz. Bugün 1 Mayıs kutlamasına katılmak isteyebilecek her işçi farkındadır ki polisle çatışmak zorunda kalabilir, biber gazı yiyebilir, yaralanabilir, tutuklanabilir, hatta belki yaşamını yitirebilir. Her gün işe gitmezse evine ekmek götüremeyecek olan işçi, eğer yukarıda belirttiğim gibi bu rejim altında yaşayamayacak kadar bunalmış ve onu aşmak için her şeyi göze alacak durumda değilse bu riskler karşısında 1 Mayıs gösterilerine katılmamayı tercih edecektir. Sonunda da tarihsel olarak yığınların eseri olan 1 Mayıs, birkaç bin kişinin katıldığı bir gösteriye dönüşmüş olacaktır.
1 Mayıs'ın birkaç bin göstericiyle değil, sadece DİSK'e bağlı sendikalarla değil, Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonlarına bağlı işçilerle el ele ve yürek yüreğe kutlanması 1 Mayıs'ların tarihsel vizyonuna yakışır bir tablo oluşturur. Bu nedenle sendikasızlaşmanın gün geçtikçe arttığı, buna paralel olarak da yoksullaşmanın, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü bir ülkede 1 Mayıs'ların 'eski' vizyonuna yani siyasi, dini, etnik farklılıklarına bakılmaksızın bütün işçilerin bir araya gelerek ortak hedeflerini haykırdığı bir yaklaşıma sarılmak zorunludur. DİSK'e de bu sürece öncülük etmek yakışır. Konfederasyonumuzun yarınki ilk işi bu amaçla kardeş konfederasyonlardan randevu istemek ve 2025'in 1 Mayıs kutlamalarını kitlesel ve barışçı bir biçimde İstanbul'un en büyük miting meydanlarından birinde kutlamak için kolları sıvamaktır. Eğer bunu 1 Mayıs'ların anlamına yakışır şekilde başarırsak, eminiz ki Taksim'e giden yolu da açmış olacağız.
Değerli arkadaşlar bu konuda söylemek isteğim son şey de şudur: Şüphesiz sol siyasi partilerin 1 Mayıs'lara kendi bayrakları altında katılmalarını engelleyemeyiz, ama bunu yapmamalarını onlardan talep etmeliyiz. 1886'nın 1 Mayıs'ında, ırkçılığın çok güçlü olduğu bir çağda siyah ve beyaz tenli Amerikan işçileri Chicago'da bir araya gelebildiyse, bizim 1 Mayıs'ımızda da bu tarihsel mirasa uygun olarak, sözgelimi Saadet Partili bir işçiyle Türkiye İşçi Partili bir işçi siyasi bağlanma farklılıklarını hiç olmazsa bir günlüğüne geri plana atıp birlikte kol kola yürüyebilmelidir. Eski tecrübelerimiz bize sol siyasi partilerin 1 Mayıs'ta 'kimin yürüyüş kolu daha uzun' yarışmasına, işçi sınıfının mücadele birliğinden daha büyük bir önem verdiklerini göstermektedir. Ama kim bilir, belki yeni nesil sol siyasetçiler için de artık değişmenin zamanıdır. Hayatta bir gün olsun parti çıkarlarını değil, sınıfın genel çıkarlarını gözetmek eminim onlara da iyi gelecektir."
* * *
DİSK Genel Başkanı cümlesini tamamladığında birden derin uykumdan uyanıverdim. Gördüğüm bu rüyadan mıdır bilmem, sabahın bu erken saatinde kendimi çok zinde ve genç hissediyordum.
Çağatay Anadol kimdir?Çağatay Anadol, 1945'te İstanbul'da doğdu. Gelenbevi Ortaokulu, Vefa Lisesi ve ODTÜ İdari İlimler Fakültesi Ekonomi-İstatistik Bölümünden mezun oldu. 1966'da öğrenciliği sırasında Türkiye İşçi Partisi'ne üye oldu. 1972'de Dev-Genç davasının sanığı olarak kısa bir süre Mamak Cezaevi'nde kaldı. 1973-1980 arasında ortaklarıyla birlikte REYO Matbaası'nı işletti. 1974'te kurulan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin merkez yürütme kurulu üyeliğine getirildi. Partinin genel saymanlık ve eğitimpropaganda sekreterliği görevlerinde bulundu. 12 Eylül darbesi öncesinde partinin kapalı dönem çalışmalarını yürütmekle görevli icra komitesinin sekreterliğine getirilerek 1985'te tutuklanıncaya kadar bu görevi sürdürdü. Dokuz ay süren hapisliğinden sonra TSİP'in gayriresmî yayın organı Görüş dergisini çıkardı. Sosyalist Birlik Partisi, Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma partilerinin kurucuları arasındaydı. 1991'de Tarih Vakfı yayın bölümünün başına getirilerek 2001'e kadar Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi ve Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi'nin, ayrıca vakfın kitap ve dergilerinin yayınından sorumlu oldu. 2002'de emekli olunca sosyal bilimler ve tarih alanında kitaplar yayımlamak üzere Kitap Yayınevi'ni kurdu. Çevirmen ve editör Ayşen Anadol ile elli küsur yıldır evli. |