İlk koleksiyonunu gördüğümde çok etkilendiğim ve ilk kez Türk modası içinde “giyilebilir sanat” tanımı ile karşıma çıkan Bashaques markasının kurucusu Başak Cankeş, uzun zamandır moda sahnemizin en özgün ve yaratıcı isimlerinden biri. Zamansız ve sezonsuz koleksiyonlarında moda ve sanatı kesiştiren, tasarımlarına mutlaka Türk el sanatlarını ve zanaatkarlarını da yerleştiren Cankeş, koleksiyon sunumlarını da geleneksel defileler yerine bir hikâye anlatan multi-disipliner sanatsal pratiklere dönüştürerek yapıyor. The Truth/Gerçek ismini verdiği son koleksiyonunu da “Bu bir defile değildir” diyerek podyumda değil, biletli bir etkinlik olarak sahnede görkemli bir performans şovu ile sundu. Dans, tiyatro, moda, zanaat ve daha birçok unsuru içinde barından bu şovu tasarımcısı “teatral bir moda performansı” olarak tanımladı ve yalnızca moda değil sanatseverlerin de karşısına çıktı.
Başak Cankeş’in bu performansı ile son dönemde sanatın moda tasarımcılarına artık yalnızca bir ilham kaynağı olmaktan çok öteye geçtiğini görüyoruz. Bundan çok zaman önce, defileler potansiyel müşteriler, satın almacılar ve moda basınının elitleri için düzenlenen etkinliklerdi. Oysa bugün, herhangi bir satın alma niyeti dahi olmayan yüzlerce kişi podyuma çıkan her bir parçayı telefonlarına hapsedip, saniyesinde dünya ile paylaşıveriyor. Lüks modanın ünlü ve güçlü tasarımcıları arasında her daim süregelen ateşli rekabet şu an yaşanan sosyal medya çılgınlığı ile, tasarımcılar ve markalar üzerinde her zamankinden daha fazla baskı yaratıyor. Bu kaosta dikkat çekmek, fark yaratmak ve bir kültür katma değeri oluşturmak için moda şovunu bir sanat eserine dönüştürmek çekici bir yol olarak karşımıza çıkıyor.
2000’lerin başında daha ziyade aykırı tasarımcılarda görmeye başladığımız performans sanatları ile harmanlanmış defile ya da moda şovlarının özellikle son yıllarda büyük evler tarafından da benimsenmiş olması akla “geleneksel defile anlayışı sonlanıyor mu?” sorusunu getiriyor. Koreografi, drama, çağdaş sanat, modern dans ve bunlardan oluşan performanslar yeni moda şovları olarak koleksiyon sunumlarında yeni bir devrin başlangıcı olabilir mi?
Geleneksel defileler öncelikle işlevselliğe dayanıyor; tüm parçaları bir arada görmek, hangisini mağazalara alınacağının, hangisinin editöryallerde basılacağının kararını vermek için harika bir yol. Fakat son dönemde hemen her defile sonrası gerçekleşen “re-see”ler çoktandır yalnızca satın almacılara değil basına da, dijital mecralara da açılmışken defileleri fonksiyonelliğinden ziyade bol bol konuşulacak birer şova dönüştürmek çok daha akılcı olmaya başladı.
Günümüz tüketicisinin deneyime yönelik eğilimi moda sektörünü sürükleyen daha geniş bir trend ile paralel gidiyor: insanlar yalnızca lüks bir ürüne sahip olmak istemiyorlar, onu deneyimlemek de istiyorlar; sanat konseptli mağazalar, lüks moda markalarına ait otel ve spa’lar, kişiye özel ve dijital hizmetler, hepsi de potansiyel müşteri ile uzun dönemli bir müdavimlik yaratmak üzerine tasarlanıyor. Belli ki moda şovları da bu stratejinin bir parçası olmaya hazır.
Cüzdandan ziyade hayal gücüne konuşmak
Bu “pazarlama” büyüsü dışında işin içinde elbette farklı sanat disiplinlerinden çokça beslenen moda tasarımcılarının özünde birer sanatçı ve aslında birer hikâye anlatıcı olmaları da var. Moda endüstrisi bir sezondan diğerine değişim dinamiği üzerine kurulu iken tasarımların sunuluş biçiminin hiç değişmeden kalması çok da normal olmazdı. Koleksiyon sunumlarında sanat performansları kullanmak aslında tasarımcıları işlerini sergilemede daha özgür kılması ve isimlerini ticari banallikten daha uzak tutması açısından da avantajlı.
Moda şovlarını deneysel performanslar ile sunmayı tercih eden tasarımcılardan Garth Pugh “Yalnızca güzel bir elbise göstermek yerine sanatsal performanslar aracılığı ile daha geniş bir kitleyi koleksiyonumla yarattığım dünyaya çekebiliyorum. Böylelikle onların cüzdanından ziyade hayal güçleri ve zekalarına konuşuyorum” diyor. Koleksiyonlarını performans sanatları aracılığı ile sunan tasarımcı ya da yüksek moda markaları akıllara kazınacak bir şov yaratmak kadar hatta belki daha fazla koleksiyonu doğuran bir hikâyeyi anlatma çabasında. Bazı tasarımcılar bunu tek başlarına kurgulayıp, yönetip, sahnelerken, pek çoğu da önemli performans sanatçılarıyla iş birlikleri yapıyor. Biri ya da diğeri hepsinde ortak olan bir şey var: moda endüstrisini çevreleyen kaosa bir es, bir durgunluk duygusu veriyorlar.
Lüks moda markalarının koleksiyon sunumları için sanatçıların, müzisyenlerin, dansçıların ve yönetmenlerin işin içinde olduğu "teatral gösteri"lere evrilmesi giderek daha popüler hale geliyor. Bunun en güzel ve en çok konuşulan örneklerinden biri Dior evinin daha önce bu köşede bahsettiğimiz ve bir modern dans ritüeli ile hayata geçirilen İlkbahar 2018 sunumu olmuştu. Rick Owens İlkbahar-2014 sunumunda podyuma modeller yerine 40 step dansçısı çıkardı; Opening Ceremony İlkbahar/Yaz 2015 koleksiyonunu bir defile değil Spike Jonze tarafından yazılan tek perdelik bir tiyatro oyunuyla; 2017 koleksiyonunu ise New York Şehir Balesi’nde sahnelenen bir performans ile sundu.
Evet, moda sahnesi Alexander McQueen, John Galliano ya da Hüseyin Çağlayan gibi podyumlarında sanatsal sunumlara ve dramaya yer açan şov adamlarını her zaman sevdi, ancak şimdi yeni nesil tasarımcılar, bir defile oluşturmanın sınırlarını beklentilerin de ötesinde zorluyor. Bu tasarımcılar podyumu daha az pasif ve daha fazla kapsayıcı yapma; podyum figürlerini modellerden daha fazlası ile besleme ve farklı disiplinleri ortak bir hikâyede buluşturma niyetiyle, modanın en göz önünde olan sahnesine, yani defilelere yepyeni bir pencereden bakıyorlar.
Ve perde, moda endüstrisi için açılıyor…