Burak Cop

05 Şubat 2013

Seyfettin Gürsel’in seçim sistemi önerisi üzerine

Prof. Gürsel, Türkiye’de seçim sistemi reformu hususunda en yetkin birkaç kişiden biri

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM) Direktörü Prof. Seyfettin Gürsel, seçim sisteminde nasıl bir reform yapılması gerektiğine dair görüşlerini içeren, simülasyonlara dayanan ayrıntılı raporunu geçen hafta açıkladı. BETAM’ın web sitesinden ulaşabileceğiniz raporun ‘yönetici özeti’ niteliğindeki ilk 5 sayfası konuyu fazla teknik ve sıkıcı bulacak olanlar için birebir.

Prof. Gürsel, Türkiye’de seçim sistemi reformu hususunda en yetkin birkaç kişiden biri. 1996’dan beri kâh TÜSİAD için hazırladığı raporlarda kâh gazete yazılarında, 12 Eylül’ün topluma giydirdiği deli gömleklerinden biri olan ve aradan geçen zamanda yeterince reforme edilemeyen mevcut seçim sistemimize çeşitli alternatifler önermiş bir bilim adamı.

1990’larda Türkiye siyasetindeki temel sorunlardan biri, oyların aşırı dağılmış olmasından kaynaklı koalisyon hükümetleri ve bunların yol açtığı siyasi istikrarsızlıktı. Yüzde 10 barajı hiç de amaçlandığı gibi güçlü iktidarlar yaratamıyordu. Koalisyon hükümetlerinin, uluslararası finans sermayesi ve onun yerli uzantılarınca hiç de beğenilmeyen, neo-liberal programlardan sapmalar olması anlamına gelen “popülist” uygulamaları “istikrar” zaviyesinden eleştiriliyordu.

Prof. Gürsel’in 90’lardaki çalışmaları da bu paradigmanın eseriydi. İstikrar namına Gürsel’in önerisi, milletvekillerinin dar bölgelerde iki turlu seçimle belirlenmesiydi. Fransa’da uygulanan bu sistemde, tek milletvekilinin seçildiği dar seçim çevrelerinde ilk turda herhangi bir aday oyların yüzde 50’sinden fazlasını alamazsa ikinci tur düzenleniyor ve ilk turda en çok oyu almış iki aday yarışıyor.

Bu elbette çoğunlukçu bir sistem ve kaçınılmaz olarak iki partinin ön plana çıkması sonucunu doğuruyor (diğer partiler de mecliste temsil olanağı buluyor elbet). Muhtemelen siyasi ortamın 1990’lardan epey farklı olmasının da etkisiyle, Gürsel aradan geçen zamanda daha “nispi temsilden yana” bir pozisyona gelmiş durumda.

 

600 vekil, sıfır baraj, karma sistem

 

Raporda her ne kadar ideal sistemin 50 veya 100 vekilin ülke genelinde nispi temsille, 500 ya da 550 vekilin ise yukarıda anlatılan iki turlu sistemle seçilmesi olduğunu savunulsa da, günümüzde ne iktidarın ne de muhalefetin buna yanaşmayacağını belirtiliyor ve şöyle bir sistem öneriliyor: Bir, milletvekili sayısı 600’e çıksın. İki, bunların 50’si ülke genelinde doğrudan nispi usulle seçilsin. Kalan 550 kişi ise daraltılmış seçim çevrelerinden hâlihazırdaki nispi temsil metoduyla (d’Hondt usulü) seçilsin. Üç, yüzde 10 barajı tamamen kaldırılsın.   

Seyfettin Gürsel’in önerdiği sistemin kilit noktası “daraltılmış bölgeler”. Gürsel, seçim çevrelerinin reorganize edilmesini ve bir seçim çevresinden en fazla 6 vekil seçilmesini öneriyor. Şu anda üç büyük şehir hariç her il bir seçim çevresi. İstanbul’daki 3 seçim çevresinin her birinden 25 civarında milletvekili seçiliyor. İllerin nüfusu arttıkça seçim çevresi genişliyor.

Gürsel’in önerisine göreyse Türkiye’deki seçim çevreleri ortalama 3 ila 4 sandalyeden oluşmalı. Gürsel bunun istikrarı koruyucu bir önlem olacağını, zira bu sayede en güçlü partilerin (şu anda AKP ve CHP) ve bölgesel seçmen yoğunlaşmasına sahip partilerin (şu anda BDP) kayrılacağını belirtiyor. Ancak küçük partilerin de, bazı daraltılmış bölgelerden ve ülke genelindeki 50 kişilik kontenjandan toplam üç beş milletvekili kazanmak suretiyle mecliste temsil olanağı bulacaklarından söz ediyor.

 

Üç temel problem

 

Prof. Gürsel, bu yeni sistem önerisini üç ana nedene dayandırıyor. Mevcut seçim sisteminden kaynaklı yahut her an kaynaklanabilecek sorunları, isabetli bir biçimde; temsil adaletinin çiğnenmesi, meşruiyet sorunu ve tutarsız koalisyonlar olarak teşhis ediyor.

Günümüzde uygulanan sistemin temsilde adaleti nasıl çiğnediğini anlatmaya gerek yok. Meşruiyet sorunu ile kastedilen ise, 2002’de olduğu gibi, bir partinin yüzde 34 civarında bir oyla tek başına hükümet kurabilecek milletvekili sayısına erişebilmesi. Bu kolay kolay olabilecek bir şey değil, ama ihtimal dâhilinde bulunuyor.

Gürsel, 2007’deki Cumhurbaşkanlığı krizinde yaşanan 367 vakası gibi olayların anti-demokratik hamleler olduğunu teslim ediyor, ancak yüzde 34 civarında oy almış bir partinin Cumhurbaşkanı’nı tek başına belirlemeye çalışmasının da bir meşruiyet krizi anlamına geldiğini kabul ediyor. AKP o yılın Temmuz ayında ulaştığı oy oranıyla bu meşruiyet krizini ortadan kaldırdı, ancak sistemik sorun sürdüğü için gelecekte benzer bir problemi yaşamayacağımızın garantisi yok.

Tutarsız koalisyonların ise, bu her ne kadar 2002’den beri tasavvur edilemez bir şey olsa da, gelecekte yeniden kurulması mümkün Prof. Gürsel’e göre. Gürsel, tutarsız koalisyon terimiyle, seçim öncesindeki herhangi bir mutabakata dayanmayan, sandık aritmetiğinin dayattığı ve partilerin biraz da ilkesizce bir araya gelmesiyle oluşan kabineleri kastediyor. Koalisyon kavramı bizatihi demokrasiye aykırı bir şey olmasa da (hatta tersini savunmak mümkün), Gürsel’in raporu buna istikrarsızlık ve popülizm noktalarından bir mesafe koyuyor.

 

Tek parti iktidarı için meşruiyet eşiği

 

Bir partinin tek başına hükümet kurmasının kamuoyu tarafından meşru kabul edileceği oy oranını meşruiyet eşiği diye adlandıran Seyfettin Gürsel imzalı BETAM raporu, bu eşiğin ülkeden ülkeye farklılık göstereceğini (söz gelimi Almanya’da yüzde 48 civarında olduğunu), Türkiye’de ise yüzde 40 olarak kabul edilebileceğini savunuyor.

Gürsel’in önerdiği sisteme göre bir parti yüzde 38-39 civarında oy alırsa tek başına hükümeti kurması kesin gibi. Bu da yüzde 40 eşiğiyle örtüşüyor. Şayet mevcut sistemdeki baraj yüzde 10’dan yüzde 5’e düşürülürse, bir parti yüzde 39-40 gibi bir oyla tek başına iktidara gelebilecek. Yani her iki alternatif arasında önemsiz bir fark bulunuyor.

Ancak Gürsel barajın yüzde 5’e indirilmesinden ibaret bir reforma karşı. Hatta bunu sahte reform olarak tanımlıyor. Bu yapılırsa hem gelecekte siyasi ortamın çok fazla parçalanabileceğini, hem de şu anda BDP ile temsil olunan siyasi çizginin Kürt siyasal alanını gelecekte de domine edeceğini belirtiyor.

Aslında dar bölgede iki turlu çoğunlukçu sistemden yana olan Gürsel, gerçekçilik namına, “nispi temsil kalsın ama madem dar bölge olmuyor, öyleyse daraltılmış bölge olsun” diye özetleyebileceğimiz bir noktada duruyor. Raporun 1. bölümündeki tabloya bakılacak olursa (burada matematiksel bir simülasyon yapılmış) Gürsel’in önerdiği sistemin hayata geçmesi durumunda bundan meclisteki 4 partiden yalnızca biri; MHP zarar görecek.

 

Dengeli ve incelikli bir çalışma

 

Prof. Gürsel, rapordan anlayabildiğimiz (çıkarsama yapabildiğimiz) kadarıyla ne iktidar partisinin, ne ana muhalefet partisinin, ne de bölgesel bir güce sahip olan Kürt partisinin aleyhine olmayan bir sistem kurgulamış. Üstelik bunu yaparken temsilde adalet ve yönetimde istikrar gibi, iki farklı yöne bakan zıt kutuplar arasında bir denge kurmayı gözetmiş.

Türkiye’nin kör topal da olsa yeni bir anayasa yapım sürecinde olduğu mevcut konjonktürde seçim sistemi de, özellikle Kürt hareketi tarafından (hatta CHP tarafından da), bir müzakere unsuru olarak masaya getirilebilir. “Konjonktür” ve “gerçekçilik” bileşkesinde Gürsel’in raporu böylece siyasetin gündemine girebilir.   

Bu değerli rapora dair eleştirilerimizi ise bir sonraki yazıda dile getireceğiz.