AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu bugünlerin işaretini iki ay kadar önce verdi:
“10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak”.
2010’a kadar pek elle tutulur, gözle görülür olmayan “tepeden dinselleştirme” programı AKP iktidarı tarafından üçüncü seçim zaferiyle beraber tam anlamıyla hayata geçirilmiş görünüyor.
AKP’nin ta 2004’lerde yeni ceza kanununa zinayı bir suç olarak koymayı denemesinin veya alkole dünyanın en yüksek oranlı vergilerini koymasının ardında da İslamcı bir motivasyon vardı. Bunlar gibi pek çok muhafazakâr yanlısı ya da muhafazakârlaştırıcı icraatının arka planında dinsel bir itki vardı.
Ancak bir süredir kimi icraatların referansı doğrudan dine yapılmaya başlandı. Bu durum, Hakan Güneş’in Sendika.Org’daki yazısının (12 Nisan) başlığı üzerinden ifade etmek gerekirse, muhafazakarlaşmadan şerileşmeye bir geçişi işaret ediyor.
Doğrudan dine referansla meşrulaştırılmaya çalışılan girişimler nelerdir, geçen yıldan itibaren birkaç örneği hatırlayalım.
Kürtaj tartışmaları sırasında Diyanet İşleri Başkanlığı, Erdoğan’ı desteklemek amacıyla kürtajın dine aykırı olduğu yönünde fetva verdi. Anne sütü bankası projesi, dinen caiz olmadığı gerekçesiyle revize edilmek üzere rafa kalktı. Mecliste alkol satışı ve tüketimini kısıtlayan kanun teklifi tartışılırken kürsüye gelen AKP Grup Başkanvekili Canikli söze Hz. Muhammed’in “içki bütün kötülüklerin anasıdır” hadisini hatırlatarak başladı ve “biz bu söze yürekten iman ediyoruz, inanıyoruz” dedi. Son olarak Erdoğan aynı konuda “doğruyu yapmak din emrediyor diye mi sakıncalı? İki tane ayyaşın yaptığı yasa sizin için muteber oluyor da inancın emrettiğinin niçin sizin için reddedilmesi gerekiyor?” diye konuştu.
Yukarıda sayılanlar, dine açıkça referansta bulunulan örnekler. Yoksa toplum düzeni ve idari sistemdeki dinselleşme için örnekten bol ne var… Güneş’in az önce değinilen yazısından birkaçını aktaralım:
Kız çocuklarının 9 yaşından itibaren başlarını örtebilmelerinin yolunu açmak için 4+4+4 yasasının çıkartılması. Sayısız okulda kadın öğretmelerin müdürler tarafından giyimleri konusunda uyarılmaları ve dolaylı şekillerde angaryalarla cezalandırılmaları. Köktenci dini akımların dernek sayısı, kermes etkinliği, ilköğretim okul çevrelerinde başörtüsü hediye etmelerindeki olağanüstü artış. Sahillerde kamusal haremlik-selamlık plajların istisnadan norma dönüşmesi. Devlet televizyonlarının yeni yıl boyunca çizgi film gösterip toplam dini içerikli yayın saatinin önceki yıllara oranla 10 kez artmış olması vb…
Uzun bir listeyi sıraladıktan sonra Güneş, “her biri tek tek ele alındığında istisna olarak değerlendiriliyor. Olaylar her seferinde münferitleştiriliyor, istisnaileştiriliyor” deyip ekliyor: “Dikkatten kaçan, listenin toplamı ve bu toplamı yıllar içinde ağır ağır teşkil eden birikim (…) Her olayın tek başına değerlendirilmesinin sağlanması suretiyle de İslamileşme, katı muhafazakârlaşma ve şerileşme eğilimlerine dair büyük tablonun görülmesi engellenebiliyor”.
Türkiye Cenderesi’nden Türkiye Cehennemi’ne geçme şeklimiz, Hakan Güneş’in ifadesiyle “muhafazakârlaşmadan şerileşmeye” geçme şeklimiz, geçmişiyle ve bugünüyle Türkiye’yi İran ve Suudi Arabistan’dan tamamen farklılaştırıyor.
“Türkiye’nin hep Suudilere ya da İran’a kıyasla şeriata gidip gitmediği sorgulanması gibi temel bir hata yapıldı” diyen Güneş, kafalardaki şeriat imgesinin karikatürvari bir şey olduğunu, o imgenin gerçekleşmesi için şu 3 unsurun aynı anda var olması gerektiğini belirterek sergiliyor: “Sadece Ali Şeriati okumak, Seyyid Kutup stratejisi takip etmek ve Taliban bölgesinde yaşamak”.
Peki tüm bu anlattıklarımız neden kötü şeyler? Neden toplumsal yaşamın devlet eliyle dinselleştirilmesi kötü bir şeydir? Neden laikliğin ortadan kalkması daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum yolunda geriye gidiştir?
Türkiye bir kavşağa geldi ve bazı basit doğruları tekrarlamak, daha doğrusu hatırlamak gerekiyor sanırım.
Din devleti dindarların inançlarına göre yaşayabildikleri devlet değildir. Din devleti, dinin egemenlik enstrümanı olarak kullanıldığı devlettir. Dinin özünde dogmatik (sorgulanamaz, tartışılamaz, hatta ihlal edilemez) kurallar içermesinden ötürü de, eşyanın tabiatı gereği baskıcı, sınırlayıcı bir devlettir.
Egemenliğini dini kurallardan alma iddiasındaki bir rejim, laik rejimlere nazaran, devlete kitleler üzerinde baskı kurma, toplum mühendisliği yapma, kitleleri manipüle etme konusunda çok daha geniş imkânlar verir. Toplumsal yaşamda kadın aleyhtarı niteliği haizdir. Emekçi halk kitlelerini, işçi sınıfını böler (aynen milliyetçiliğin yaptığı gibi).
Toplumun büyük kısmını oluşturan işçi sınıfının üyeleri, aynı toplum içindeki ve diğer toplumlardaki farklı dinsel ve mezhepsel kimliklere mensup sınıfdaşlarına yabancılaşır. Hatta aynı kimlikten olup aynı dindarlık düzeyinde olmayan sınıfdaşlarına da yabancılaşır. AKP’nin yapmak istediği de bu zaten. Sünni emekçiyle laik ve/veya Alevi emekçiyi birbirinden uzaklaştırmak.
Dinsel olma iddiasındaki rejimler bu nitelikleriyle mükemmel bir sermaye birikimi modeli teşkil ederler.
İyi ama kardeşim benim sermayem yok ki, ben işçi sınıfına mensubum. Hayatı AVM-işyeri-rezidans-cami arasında geçen, bol çocuklu, üstlerine vazife olmayan bir takım meselelerin hallini devlet büyüklerine bırakan, öyle sokaklarda gösteri filan yapmayan, ecdadı olmayan birilerinin ecdadı olduğuna inanan ve iskeletlerinden eser kalmamış bu şahsiyetlere sahip olmadıkları özelliklerinden dolayı hayranlık duyan insanların yaşadığı bir ülkenin bana ne faydası var?
AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye, BDP’ye oy vermiş milyonlarca insana gerçekte ne faydası var?
Din devletinde, devletin uygun gördüğü dindarlık formuna göre yaşamayanlar (“o kadar da” dindar olmayanlar, gevşek müminler, hiç dindar olmayanlar, başka mezhebe mensup olanlar, başka dine mensup olanlar ve dinsizler) az veya çok, ama mutlaka eziyet çeker. Laik devlet ise dindarların da istedikleri gibi yaşayabildikleri bir devlettir.
Laik bir devlet demokratik olmayabilir (1930’ların Türkiyesi gibi). Ama laik olmayan bir devlet zaten demokratik değildir.
Salı günkü köşesinde Zaman yazarı İhsan Dağı’nın belirttiği gibi: “Mesele alkol satışına ve reklamına getirilen yeni yasaklar değil aslında; devletin hayata, piyasaya, tercihlere karışması. Kendini tepede, amir konumda görmesi”… Devam ediyor Dağı: “Bu oldukça sorunlu; buna evet denildiğinde yarın dindarlığın ve muhafazakârlığın da nasıl yaşanacağını tanımlamaya ve tanzim etmeye kalkan bir devlet görebiliriz”.
Uzun lafın kısası özgürlükçü bir laiklik dindarlara da lazımdır.