Burak Cop

16 Kasım 2012

Başkanlığa değil bunlara ihtiyacımız var

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, AKP’nin anayasa mevzularından sorumlu ismi Prof. Burhan Kuzu’yu dün gece Sky Türk’teki Siyaset Meydanı programında izlemek ilginç oldu

 

 

TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı, AKP’nin anayasa mevzularından sorumlu ismi Prof. Burhan Kuzu’yu dün geceSky Türk’teki Siyaset Meydanı programında izlemek ilginç oldu. Konu, Başkanlık sistemiydi. Kuzu’nun karşısında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden sözlerini sakınmayan öğrenciler vardı ve bu gençler Kuzu’yu kıyasıya eleştirmekten çekinmediler. İleri demokratik Türkiye’nin birlik ve beraberlik içindeki ana akım medyasında hoş bir sürpriz. Sky Türk farkı olsa gerek.

İzleyici gözüyle, Kuzu’yu görüşlerinde samimi buldum. İnanmadığı şeyleri, siyasi bir gereklilikten ötürü savunuyormuş gibi bir hali yoktu. Bu normaldi aslına bakarsanız, zira Prof. Kuzu başkanlık sisteminin eski ve tutarlı bir savunucusuydu. Bibliyografyasına bakarsanız, daha ortada AKP’nin siluetinin bile görünmediği bir dönemde, 1997’de “Türkiye İçin Başkanlık Sistemi” adında bir kitap yayımladığını görebilirsiniz.

Gelgelelim günümüz Türkiyesi’nde iktidar topaklaşması o denli yoğun ve kuvvetler ayrımı o denli zayıf ki, Başkanlık sistemi lehine Kuzu’nun ortaya koyduğu kuramsal argümanlar bugün hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Türkiye’de AKP’nin Eylül 2010 ve Haziran 2011 kavşaklarını güçlenerek arkada bırakması, şu anda ancak 1923-50 dönemiyle karşılaştırılabilecek yoğunlukta bir parti-devlet-hatta lider bütünleşmesi koşullarında bulunduğumuz anlamına geliyor.

Mevcut tek parti iktidarı ve lideri, 1950-60 ve 1983-91 yıllarındaki tek parti iktidarları ile onların liderlerinden daha kuvvetli ve kudretlidir.

Yoksa Kuzu’nun söylediği kimi şeyler yanlış değil. Kuzu, parlamenter sistemin arazlarından bahsederkenyürütmenin hâlihazırda yasama üzerinde mutlak egemenliğinin bulunduğunu, mecliste çıkan kanunların yüzde 98’inin hükümetçe hazırlanan tasarılar olduğunu, milletvekillerin deyim yerindeyse liderlerin kölesi olduğunu (Kuzu köle demedi, onu ben diyorum), söz gelimi hükümete karşı gensoru verildiğinde iktidar partisi vekillerinin elleri mahkûm hayır oyu verdiklerini anlattı.

Öyle bir durumda hayır oyu vermeyecek vekillerin başına gelecek şey konusunda da fazlasıyla samimiydi Burhan Kuzu: “Adamın kolunu keserler”.

Prof. Kuzu milletvekillerinin liderlerinin, bir bütün olarak da yasamanın yürütmenin kölesi olmasından rahatsızsa, kendisine bir yurttaş olarak buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum. Sayın Kuzu, gelin pire için yorgan yakmayın, bir bütün olarak rejimi, dünyada ABD dışında demokratik uygulama alanı bulunmayan –Güney Amerika’daki başkanlık sistemlerini beğenmediğini bizzat kendisi söyledi programda– bir sisteme dönüştürmek yerine şunları yapın: 

 

Milletvekili seçimlerinde önseçim zorunlu olsun

 

Şu anda partiler seçimlerde adaylarını çok büyük oranda “merkez yoklaması” ile, yani genel merkezin tercihleriyle belirliyorlar. 12 Eylül’ün ürünü olan Siyasi Partiler Kanunu bile bütün adayların önseçimle belirlenmesini öngörüyordu (md.37). Bu madde 1965 tarihli kanundan alınmaydı. Ancak Mart 1986’da demokrasi şampiyonu Turgut Özal meclis çoğunluğuna dayanarak bu maddeyi değiştirdi, partilere “tüzüklerinde belirleyecekleri usul ve esaslardan herhangi biri veya birkaçını” kullanma hakkı verildi. Bu da fiiliyatta hemen her adayın merkez yoklamasıyla belirlenmesi sonucunu doğurdu.

Önseçimle, yani parti üyelerinin oylarıylamilletvekili olan insanlar liderlerine minnet duymazlar, liderleri karşısında dik dururlar ve bağımsızlıklarını korurlar. Kimse de onların “kolunu kesemez”. Tabii parti genel merkezlerine de adayların yüzde 5 veya 10’unu merkez yoklamasıyla belirleme hakkı kanunla tanınabilir. 

 

Yüzde 10 barajı kalksın, karma sisteme geçilsin

 

İngiltere’de uygulanan sistem, yani vekillerin tek kişilik seçim çevrelerinden seçilmesi Türkiye’de dar bölge adıyla tanınıyor. Bütün meclisin böyle seçilmesinin de sakıncaları var, bu yüzden kimi ülkeler karma bir sistem uyguluyor; vekillerin bir kısmını böyle seçiyor, kalanını da Türkiye’deki gibi nispi (orantısal) temsil ile parti listelerinden. Almanya, Yeni Zelanda, Japonya bu karma sistemin çeşitli alt-türlerini uygulayan ülkelerden.

Dar bölgeden gelen milletvekilleri de genel merkez karşısında güçlüdür. Hatta şöyle söyleyelim; adil ve demokratik bir sistemle seçilenler de dâhil olmak üzere, nispi temsille parti listelerinden seçilen tüm vekillerden daha sağlamdır pozisyonları. Çünkü yörelerinin adamları/kadınlarıdırlar. Liderler onları bir kalemde harcamaya cesaret edemezler.

Türkiye’de de vekillerin bir kısmı bu şekilde seçilirse bu insanlar hem bölgelerini çok iyi temsil ederler hem de partilerinin merkez yöneticileri karşısında güçlü dururlar. Ancak herkesin böyle seçilmesi, İngiltere’de görüldüğü üzere mecliste en güçlü parti lehine büyük bir orantısız temsil doğurur. Bunu engellemenin yolu ise, vekillerin bir kısmının da şimdiki yöntemle seçilmeye devam etmesidir.

 

Yüzde 10 barajına kimsenin ihtiyacı yok, AKP dâhil

 

Şimdiki yöntem deyince, onun barajsız olanı tabii… Şu anda Türkiye’de baraja kimsenin ihtiyacı yok, AKP dâhil. Bir kere Kürt siyasal hareketi binbir zorluk ve engellemeyi aşarak, meşakkatli bir yöntemle, mecliste rahatlıkla grup kuracak kadar vekil kazanıyor artık. Barajın 90’lar boyunca ve 2002 seçiminde en önemli işlevi Kürt halkının temsilini sakatlamaktı, artık bu işlevi yerine getiremiyor.

İki; Türkiye’de 1961’den beri, 1965’teki hariç, bütün seçimler d’Hondt sistemiyle yapıldı, halen de böyle yapılıyor. D’Hondt zaten birinci partiyi kayırıyor, birinci gelen partiler oy oranından yüksek bir milletvekili oranı elde ediyor. 1961’den beri d’Hondt ile yapılan 12 seçimin 12’sinde de bu böyle oldu. Yani “istikrar” ihtiyacına doğal olarak cevap veren bir sistem.

Diyeceksiniz ki “ama ya koalisyon, yani istikrarsızlık olursa”… Koalisyon tek parti hükümetinden mutlaka daha kötü bir şeydir önermesinin anlamsızlığına burada girmeden, tek bir şeyi hatırlamak icap ediyor. 1991, 95 ve 99 seçimlerinden sonra koalisyon hükümetlerinin kurulmasını yüzde 10 barajı da engelleyemedi. Öyle bir meclis aritmetiği olur ki, yüzde 15 barajından bile koalisyon hükümeti çıkar. 

Rakamlarla konuşalım. 2002 seçimlerinde baraj yüzde sıfır olsaydı meclise tam 9 parti girecekti. Öylesine kalabalık bir mecliste dahi AKP, o seçimdeki oy oranıyla (yüzde 34.3), salt çoğunluktan sadece 14 sandalye geride kalacaktı. Gelelim bugüne, AKP’nin oy oranı malum ve oylar dört partide kümelendi. Barajsız bir sistemde ne meclise az önceki hayali 2002 meclisindeki gibi 9 parti girer, ne de vekillikler partiler arasında aşırı dağılır.

Uzun lafın kısası, barajsız bir sistemde bile yüzde 40’ı gören partinin tek başına iktidar şansı vardır. Yüzde 45’e ulaşan ise banko tek başına iktidara gelir. AKP’nin ve Erdoğan’ın baraja hâlâ ihtiyacı var mı?

(Devam edecek…)