Bülent Vardar

05 Ocak 2020

Martin Scorsese’nin ustalık döneminin başyapıtı: The Irishman

Martin Scorsese, filmlerinde sadece güçlü senaryolara yaslanmıyor. Scorsese sineması aynı zamanda güçlü bir atmosfer sineması. Bu bağlamda onun filmlerinde senaryonun gücüyle bağlantılı olarak, reji ve kurgunun gerçekçi ve güçlü etkiler yaratması kadar, görüntü yönetmenliğinin de önemli bir payı var

Netflix görsel ve işitsel içerik üreten bir platform olarak ortaya çıktığından beri, film izleme alışkanlığını da etkilemeye başladı. Sinema yazarları, genelde filmler vizyona girmeden önce basın gösterimlerine katılarak, vizyona girecek filmler hakkında yazılarını ivedilikle kaleme alırlar. Bu zorunluluk bir bakıma yazarın üzerinde de bir baskı yaratır.

The Irishman, Netflix’te gösterilmeye başlamadan önce sinemada özel bir gösterimde izlendi ve bir süredir de ilgili platformda gösterilen bir film. Netflix, bir içerik izleme platformu olarak, filmler hakkında yazma alışkanlıklarını da değiştirdi. Vasata ayarlanmış televizüel medya, Netflix gibi alternatif seçenekleri ortaya çıkardı. Neil Postman’ın vurguladığı gibi: "Zira televizyonda, hemen her yarım saatte bir, içeriği, bağlamı ve duygusuyla dokusuyla bir önceki ya da bir sonraki programdan ayrılan farklı bir program yayımlanır" (Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Ayrıntı Yayınları, 2017, s.126).

Bugünden yarına baktığımızda, filmlerin sinema salonlarından ve televizyon yayıncılığının da antenden koparılarak dijital platformlara ve tamamen internet ortamına taşınacağı hakkında öngörüde bulunmak için kahin olmaya gerek yok; her şey bu eksende gelişiyor. Diğer yandan Postman’ın vurguladığı gibi birbirinden tamamen farklı içerik ve duyguda görsel işitsel içerik sunumu yapan televizyon yayıncılığının alternatifi olabilecek ve nitelikli içerikle kısmen vasat içeriği bir arada barındıran Netflix gibi platformların, günümüzde kapitalizmin alternatifi gibi sunulan neoliberalizme benzeyen kaygan bir zemin yaratma olasılığını da göz önünde bulundurmalı.

The Irishman hakkında yazmak için bilgisayarın tuşlarına basarken, Sergio Leone’nin epik ve görkemli filmi "Bir Zamanlar Amerika'da" (Once Upon A Time In America-1984) filmini anımsamadan edemiyorsunuz. Amerika’da kapitalizmin gelişimi ve büyüme sürecini retrospektif bir öykü bağlamında anlatan film, bu süreçte mafyanın rolüne de sağlam bir atıfta bulunurken; dostluk kavramını da sorguluyordu.

Amerikan sinemasının yaşayan en büyük yönetmenlerinden biri olan Martin Scorsese’nin, iki büyük oyuncu Robert de Niro ve Joe Pesci’yle daha önce yaptığı "Taksi Şöförü" (Taxi Driver-1976), "Azgın Boğa" (Raging Bull-1980) gibi filmlerden sonra, "The Irishman"e, ilk kez çalıştığı büyük bir oyuncu olan Al Pacino da katılmış.

Film, üç önemli erkek oyuncunun canlandırdığı Russell Bufalino, Frank Sheeran ve James Hoffa gibi gerçek karakterlerin arasındaki dostluk ve ihanet ilişkisi üzerine yoğunlaşırken, aynı zamanda bu temanın yamacında yaşananlarla birlikte, Amerika’nın tarihsel sürecine, özellikle 1950’lerden 1990’lara ilişkin gerçek öykülerden esinlenerek göndermelerde bulunurken; bu süreçte mafyanın, özellikle John F. Kennedy ve Richard Nixon’un başkan olma süreçlerindeki rolüne de değinmelerde bulunuyor.

Güçlü ülkelerin ve toplumları etkilemiş insanların öyküsünü sinema dilinin olanaklarıyla anlatabilmek için büyük yönetmenlere ihtiyaç duyulur. Martin Scorsese, bu bağlamda salt Amerika’da değil aynı zamanda dünya sineması içinde de büyük ve önemli bir isim. Son filmi The Irishman, Scorsese’nin bu özelliklerini üç buçuk saatlik uzun süresine karşın etkili bir şekilde kanıtlıyor.

2. Dünya Savaşı sırasında Genarel Patton’ın emrinde savaşırken İtalya cephesinde "esirleri hallet" emrinin içeriğini hızlıca kavrayan Frank Sheeran (Robert de Niro), onları vicdanı bir rahatsızlık duymadan kolayca öldürürken, bu durum savaş sonrasında kaybedecek bir şeyi kalmamış bir tetikçiye dönüşmesine neden olur. Mafya içinde herkesin yolunun kesiştiği Russell Bufalino (Joe Pesci) ile tanışması ve onun tetikçiliğini yapmaya başlaması, suç dünyası içinde hızlıca yükselmesini sağlar. Büyük dostlukların büyük ihanetler her zaman mütemmim cüzü olmuştur.

Lakabı 'duvar boyacısı' olan Sheeran’ı, bu süreç kamyon şöförleri sendikası başkanı ve ABD Başkanı’ndan sonra Amerika’da en çok tanınan ikinci adam olan efsanevi Jimmy Hoffa’nın (Al Pacino) yakınına taşıyacak ve aralarında bir dostluğun oluşmasına da neden olacaktır. Scorsese, Amerikanın gelişmesinde karayolu taşımacılığı ve bu bağlamda kamyonculuğun gücüne de filmiyle atıfta bulunurken, mafyanın gücünü artırmasında Amerikan sendika dünyasının rolünü ve onun sermayesinin el altından legal olmayan yatırımların yapılmasındaki etkisini ve bu sermayenin var ettiği en büyük yatırımlardan biri olan imitasyon şehir Las Vegas’a da vurgu yapıyor.

The Irishman, ana karakterlerinin farklı yaş dönemlerini salt makyaja yaslanarak yansıtmak yerine günümüzün gelişmiş görüntü teknolojisini kullanarak, çok kameralı ve üç objektifli çekim sistemlerinden yararlanıp, üç büyük ve önemli oyuncunun değişik yaş dönemlerini ve fiziksel özelliklerini etkileyici ve olabildiğince gerçekçi bir şekilde yansıtıyor.

Martin Scorsese, filmlerinde sadece güçlü senaryolara yaslanmıyor. Scorsese sineması aynı zamanda güçlü bir atmosfer sineması. Bu bağlamda onun filmlerinde senaryonun gücüyle bağlantılı olarak, reji ve kurgunun gerçekçi ve güçlü etkiler yaratması kadar, görüntü yönetmenliğinin de önemli bir payı var. Özellikle dönem filmleri açısından düşünüldüğünde, görüntü yönetmenliği daha da önemli yaratıcı bir sinematografik unsur olarak Scorsese’nin filmlerinde öne çıkıyor.

The Irishman’i güçlü bir film yapan sinematografik unsurların başında da başarılı görüntü yönetimi ve sanat yönetmenliğinin iş birliği yatıyor. Filmin biçimsel açıdan dikkat çekici bir boyut kazanmasında bu iş birliği öne çıkıyor. "Brokeback Dağı" (Brokeback Mountain-2005), "Para Avcısı" (The Wolf of Wall Street-2013), "Babil" (Babel-2006) ve "Operasyon: Argo" (Argo-2012) gibi filmleriyle bilinen Meksikalı görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto, İtalyan ve göçmen Amerikalıların çoğunluğu oluşturduğu filmin ana karakterlerini ve ambiyansını yansıtmakta, dışarıdan bakan bir göz olabilme yetisini, öykünün başarılı görüntülerle yansıtılmasına aktarmış. Özellikle olayların geçtiği yıllardaki mekanların yaratılması ve bir atmosfere dönüştürülmesinde, aydınlatma tasarımı ve renklerin kullanımının da önemli payı var.

The Irishman’i güçlü kılan diğer önemli bir sinematografik unsur ise film müzikleri. Filmin dostluk ve ihanet gibi temel çelişkilere vurgu yapan, "leit motiv" olarak öne çıkan müzikal temalarıyla fon müziğinin kullanımı da, filmin salt görsel değil işitsel bir sanat olduğuna ilişkin de kuvvetli vurguda bulunuyor.

Filmin yarattığı etkide üç büyük oyuncu De Niro, Pacino ve Pesci’nin bir ansemble olarak tanımlanabilecek oyunculuk performanslarının büyük payı olduğunu belirtelim. Üç oyuncu arasında özellikle Pesci’nin gölgede duran Russell Bufalino karakterine hayat veren sade, abartısız ve gösterişli duygusallıktan uzak gerçekçi performansına ise şapka çıkardığımızı ekleyelim.