Bülent Vardar

09 Haziran 2019

En sevdiğim, ey sevdiğim Suriye!

“En Sevdiğim Kumaş” yakınımızda, yaşadıkları felaket sonrasında avuç açmak zorunda bırakılan Suriyeli mültecilerin ülkesine objektifi çeviren bir film

Suriyeli yazar ve oyuncu Gaya Jiji’nin yönettiği ilk uzun metrajlı filmi olan “En Sevdiğim Kumaş”, Başka Sinema salonlarında vizyona girdi. Dünya Prömiyerini 71.Cannes Film Festivali’nde yapan, ülkemiz sinema sektöründen Nadir Öperli’nin ortak yapımcı ve Nadide Argun’un uygulayıcı yapımcı olduğu film, yakın komşularımızdan Suriye’de, Arap Baharı isyanı bağlamında başlayarak iç savaşa dönüşen olayların fon oluşturduğu bir yapım.

Bir butikte tezgahtar olarak çalışan Nahla (Manal Issa), kardeşleri Meryem (Mariah Tannoury), Line (Nathalie Issa) ve annesiyle birlikte bir apartman dairesinde yaşamaktadır. Babası ölen Nahla, duyarlı ve yaşadığı ülkede nefes alamayan, içine kapanık bir karakterdir. Üst katlarına taşınan ve bir randevu evi işleten gizemli kadın Madame Jiji (Ula Tabari)’nin evi Nahla için bir sığınak olmaya başlar ve sevgilisi olduğunu söylediği, düşlerinde gördüğü genç adamla (Metin Akdülger) buluşmak için onun bir odasını kiralar.   

Çok küçük yaşlarda ailesiyle Amerika’ya yerleşmiş, fakat evleneceği kadını nefret ettiği ülkesi Suriye’den seçmek isteyen Samir (Saad Lostan), ailesiyle Nahla için görücü gelir. Genç kız Samir’e yaşama dair sorular sorar. Samir ve ailesi daha sonra Nahla’nın kızkardeşi Meryem için yeniden görücü olarak gelirler. Nahla’dan vazgeçen Samir, kızkardeşi Meryem ile evlenmeye karar vermiştir.

Suriye’nin güneyindeki Dera (Kale) antik kentinde 2011 yılında bir kıvılcımla başlayan isyanlar, giderek büyük bir yangına ve iç savaşa dönüştü. Bu kirli savaşta bugüne kadar 400.000 insan yaşamını kaybetti ve 6.5 milyondan fazla insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Ülkesini terk eden insanların yaklaşık 4 milyona yakın bir bölümü ülkemizde mülteci sıfatıyla yaşıyorlar (ülkemizde her yirmi kişiden biri Suriye’li). Özellikle yoğun olarak Güneydoğu Anadolu bölgesinde yerleşik olan Suriye’li mülteciler, ülkemiz için de bir soruna dönüşerek ekonomik ve sosyal anlamda sıkıntıların oluşmasına neden oldular. Bu insanların bir kısmına ise İstanbul sokaklarında ellerinde “Açız” yazan pankartlar eşliğinde dilenirlerken rastlıyoruz.

En Sevdiğim Kumaş yakınımızda, yaşadıkları felaket sonrasında avuç açmak zorunda bırakılan insanların ülkesine objektifi çeviren bir film. Gerçi bu objektif oldukça tutuk ve savaşın nedenleri hakkında yeterince aydınlatıcı olmasa da; savaşa dair medyanın haber görüntüleri ve küçük kız kardeş Lini’nin zaman zaman karşı çıkışlarıyla kendini hissettirse de, yeterince etkili olmuyor ve bu önemli insanlık dramının oluşma nedenleri hakkında pek aydınlatıcı işlev taşımıyor. Şüphesiz bir sanat olarak sinemanın işlevsellikten öte, yarattığı duyarlıkla insanların yüreğine ulaşma yolundaki etkileri daha önem taşımalı. Bu açıdan bakıldığında ise, karşılaştığımızda genellikle empati yapamadığımız Suriye’li mültecilerin, iç savaş öncesinde her ülkede yaşayan insanlar gibi bir yaşamları olduğunu hissettirmek açısından da önem taşıdığını vurgulayalım.

 14.03.2017 tarihli NTV elektronik portalında yer alan 70 yaşındaki Muhiddin Anis’in, Halep’te yıkıntıya dönüşmüş evinin salonunda plak dinleyen görüntüsüyle “ The Pianist” (2002) filmi arasında ilinti kurulmaya çalışılmış. Piyanist filminin, Nazilerin yaptığı Yahudi Soykırımına ilişkin oluşturduğu sarsıcı etki, sinema dilinin olanaklarını yaratıcı bir şekilde kullanarak anlatma becerisi akıllarda yer etmiştir. Bu bağlamda yönetmen Gaya Jiji, bir iç savaşın yarattığı yıkımı içeren öyküsünü anlatırken, bu iç savaş trajedisini sanki bir dekor olarak kullanarak nötralize ediyor.

Yönetmen Gaya Jiji’nin, filmin baş kadın oyuncusu Nahla’nın, düşlerindeki sevgilisi ve evlenme talebiyle gelen Samir’le kurduğu kelime oyunlarına dayalı ilişkisi, uzaktan uzağa ünlü Fransız romancı Marguerite Duras’nın senaryosunu ve diyaloglarını yazdığı efsanevi “Hiroşima Sevgilim” (Hiroshima Mon Amour-1959) filminden esinlendiğini düşündürtüyor. Yönetmen öyküsünü anlatma açısından mekân kullanımı ve oyunculuk bağlamında ortalama bir düzey tutturarak, kimi zaman film müzikleriyle sıçrama oluştursa da, öyküsünün hakkını yeterince yansıtamadığı hakkında da soru işaretleri yaratıyor. 

Diğer yandan sinema yazarlarının duayenlerinden Atilla Dorsay’ın, geçenlerde T24’de, anaakım fantezi, aksiyon sineması örneği “Godzilla 2: Canavarlar Kralı”na ilişkin yazısında belirttiği gibi, Canavar filmlerinin en iddialısı, tarifi mümkün olmayan bir saçmalığın daniskasına dönüşmüş!.  “En Sevdiğim Kumaş” gibi filmler, kimi zaaflarına karşın kapitalizmin “büyülü dünyasının” uyuşturarak ele geçirdiği beyinlere şok tedavisi uygulayarak, yaşamda gerçek diye sunulan gerçekliğin arkasındaki asıl gerçekliği görme ve kavrama açısından içerdikleri yansıtmalarla insanlığa, varoluşun anlamını ve yaşamının amaçlarını kavramasında ayna tutma işlevleri taşırlar. Yaratılanların en şereflisi olduğu inancıyla yüceltilen insanın, daha iyi anlaşılabilmesinde ve ilişkilerinin yorumlanmasında turnosol kağıdı işlevi taşıyabilecek filmlerin seyircisinde de daha fazla artış olmasını temenni edelim…