Tohum Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜAB) Yönetim Kurulu Başkanı Yıldıray Gençer, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, Türkiye'de GDO'lu ürün bulunmadığını, asıl sıkıntının ise tarımda kullanılan ilaçlar ve gübre kalıntıları olduğunu söyledi. Benim düşüncem, hem tarım ilaçlarının ve hem de GDO’lu ürünlerin zararlı olduğu yönündedir. Dahası pestisitler hakkında 1960’li yıllardan başlayarak günümüze kadar uzanan tartışmaların GDO’lu ürünler üzerinde yürüyen tartışmalara da ışık tutacağını düşünüyorum.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam Konfüçyus kendisine sorulan “sizce en önemli güç nedir?” şeklindeki bir soruya “bir şeye ad verme gücü” yanıtını vermişti. Gerçekten bir şeyi nasıl adlandırdığımız ya da bir şeye hangi ismi verdiğimiz çok da masumane olmayabiliyor çoğu zaman. Özellikle yaşadığımız günlerde. Bir şeye ilaç demekle zehir demek aynı şeyleri çağrıştırmaz insanda. Tarım ilaçları hangi amaçla kullanılıyor olursa olsun nihayetinde zehirli kimyasal maddelerdir. Ancak bir yazıda sürekli tarımda kullanılan zehirli kimyasal maddeler demek zor olduğu ve Türkçe’de gerek akademik dilde ve gerekse gündelik hayatta kullanıldığı için pestisit sözcüğünü tercih edeceğim.
Pestisitler dediğimizde yaklaşık 3000 civarında zehirli kimyasal maddeden söz ediyoruz ve bunların çok ama çok az bir kısmı gerçekten zararsızdır. Ne kadar zararlı olduklarını belirleyecek toksikolojik çalışmalar ise son derece yetersizdir. Gerçek duruma baktığımızda bir kimyasal maddenin herhangi bir amaçla kullanılmasına izin verilmesi için alınacak kararlara esas oluşturacak toksikolojik çalışmaların doğru düzgün yapılmadığını görürüz. Hatta çoğu durumda hiç yapılmaz. Yani, sadece pestisitler konusunda değil, genel olarak çeşitli üretim faaliyetlerinde kullanılan zehirli kimyasal maddeler ile ilgili olarak yapılan toksikolojik çalışmalar son derece yetersizdir. Örneğin, C. Cranor, hayatımıza çeşitli ürünler vasıtası ile giren 110 bin adet kimyasal maddeden yüzde seksen beşinin sağlığa zararlı etkilerinin neler olduğu hakkında hiçbir fikrimiz olmadığını belirtmektedir2. Yani, bu kimyasal maddelerin herhangi bir amaç için kullanımına izin verilmeden önce, insan ve çevre sağlığına zararlı bir etkileri var mı yok mu hiç araştırılmamaktadır. Araştırılırsa ne olurdu? sorusunun yanıtı ise çok açıktır: Kullanılmamaları gerekirdi. Bu neden toksikolojik araştırmalar bu kadar yetersiz yapılıyor sorusuna da bir yanıttır aslında. Konumuz pestisitler olduğu için kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır.
Rachel Carson, 1962 yılında ‘Sessiz İlkbahar’ kitabı ile pestisitlerin yol açacağı insan ve çevre sağlığı sorunlarına ilk kez dikkat çeken kişilerden biriydi. Ancak eleştirisi onun akademik hayattan neredeyse aforoz edilmesine yol açmıştı. Carson’un yerinde eleştirileri çeşitli akademik kurumlar tarafından görmezden gelinmiş veya şiddetle reddedilmiş ve ekonomik faaliyetlere zarar vermek ve endüstriyel gelişmeyi baltalamak isteyen biri olarak suçlanmıştı. Bugün, kitabın yazıldığı zamanlar kullanılan pestisitlerin nerdeyse tamamı, çok tehlikeli kimyasal maddeler sınıfına girmektedir. Bu kimyasalların kullanılmaları pek çok ülkede yasaklanmıştır. Pestisitlerin zararsız oldukları, verimliliği artırdıkları, çevreye önemli bir zarar vermedikleri, ekonomik oldukları iddia ediliyordu. Oysa zaman içinde bu iddiaların tamamı çürütüldü. GDO’lar üzerinden yürütülen tartışmalar dikkate alındığında, bütün bu olan biten kulağa çok tanıdık gelmiyor mu?
Aslında konu sadece GDO’lar ve tarımda kullanılan zehirli kimyasallar ile de sınırlı değildir. Sınır tanımayan bir ekonomik büyüme ve endüstriyel üretim faaliyetinin yavaşlığa tahammülü yoktur. Yani, bir kimyasal madde için on yıllar sürecek toksikolojik çalışmaların sonucunu beklemektense, zaman içinde zararlı etkileri ortaya çıktığında önlem almak daha karlıdır. Pestisitler konusunda da durum böyledir. Zararlı olduklarına ilişkin artık hiç kimsenin reddedemeyeceği kanıtlar ortaya çıkana kadar, bir pestisitin kullanılmasına bir sınırlama veya engelleme getirilmemiştir. Getirilmez. Zaten ilgili kurular tarafından önlem alma işi de epeyce ağırdan alınır. Öyle ki, Amerika’da insan ve çevre sağlığı konusunda faaliyet gösteren FDA (Food and Drug Administration) ve EPA (Environmental Protection Agency) gibi kurumlar son yıllarda çok sert bir şekilde eleştirilmektedir2,3. Eleştiriler, bu kurumların gerçekleştirdikleri faaliyetler bütününün uygunsuz endüstriyel üretime bir tür meşruiyet kazandırmak olduğu yönündedir. Her iki kurumunda, kamu ve çevre sağlığını korumak için ne yaptıkları sorusuna hiç de olumlu bir yanıt verilmemektedir. Gerek FDA ve gerekse EPA’nın ülkemizde hala çok saygın kurumlar olarak addedildiklerini de not düşmek gerekiyor.
Zehirli kimyasal maddelerin büyük bir çoğunluğunun hiçbir toksikolojik teste tabii tutulmadan hayatımıza girdiği, konu ile ilgili yasal mevzuatların çok yetersiz kaldığı ve koruma sağlamadığı artık iyi bilinmektedir. Geçmiş deneyimlere bakıldığında, yıllarca güvenilir olduğu ve hiçbir sağlık sorununa yol açmadığı iddiası ile kullanılan çeşitli kimyasalların zamanla yasaklandığını veya kullanılmalarına çeşitli sınırlamalar getirildiğini görüyoruz. Bu kimyasalların kullanılmasının yasaklandığı durumlar, konu ile ilgili şahıs ve kurumlar tarafından, her şeyin kontrol altında olduğu ve insanların sağlıklı yaşamaları için her çeşit önlemin alındığı inancını pekiştirecek şekilde sunulsa da hiçbir şey kontrol altında değildir. Hiçbir zaman da değildi.
1 Akdeniz Üni.Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi
2 Carl F. Cranor, 2011. Legally Poisoned: How the Law Puts Us at Risk from Toxicants. Harward University press. Bu konu 29.04 ve 01.07.2012 tarihli Radikal 2 eklerinde ele alınmıştı, daha detaylı açıklamalar için aşağıdaki linklere bakılabilir. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1092961&CategoryID=42
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1086537&CategoryID=42
3 Marion Nestle, .Food politics: how the food industry influences nutrition and
Health. University of California Press.