Şebnem Bozoklu ile röportaj yapmadan önce Canım Ailem’den birkaç sahne izleyip hatırlamak istedim, bir baktım kaptırıp yirmi bölüm bitirmişim. Dizinin üzerinden neredeyse yirmi yıl geçmesine, onu hem bir oyuncu hem de bir “celebrity” olarak uzun zamandır tanımama rağmen hiç yabancılık çekmeden, izlediğimin Adanalı Meliha olduğundan bir an bile şüphe etmeden üstelik. Bana göre Türkiye televizyon tarihinin en iyi on performansından biri, tadı hiç ekşimeyen bir dizi.
Mesleğe bu kadar yüksekten başlayınca, tırmanmaya devam etmek kolay değil. O, bu yolu tökezlemeden, Ulan İstanbul, Şahsiyet, Albüm gibi duraklarda, tiyatro sahnesinde nefeslenerek yürüdü. Şimdi de Kızılcık Şerbeti’nin Meri’si olarak karşımızda. Herkesi meraklandıran, “Bu kadın niye böyle yapıyor?” denilen Meri…
Şebnem sadece mesleğine değil, hayata da aynı yükseklikten başlamış biri. Sevgi içinde büyüdüğü bir ailesi, kavuştuğu hayalleri, güvenebileceği dostları ve çok hayran olduğu bir kocası var. Biraz masal gibi. Bir farkla: Karşımda o masalı gerçek yapmak için canla başla çalışmış, üstelik sadece kendisi değil, başkaları da hayallerine kavuşsun diye uğraşmış, bu dünyadan aldığı kadar vermeye çalışan bir kadın var. Hayat cimrisi olmamış birisi o, iyi ki de olmamış, yoksa biz Meliha’sız ne yapardık?
Şebnem Bozoklu Atkaya ve Binnaz Saktanber (Fotoğraflar: Arda Yurtçu)
- Seni ilk defa Canım Ailem’de izlemiş ve ülkecek âşık olmuştuk. Buraya gelmeden önce bir bakayım dedim ve farkında olmadan 20 bölüm izlemişim. İlk işinde böyle bir başarıyı nasıl yakaladın?
Canım Ailem’de ya çok iyi oynayacaktım ya da bütün o “üst” lige ulaşmaya çalışan oyuncu arkadaşlarım gibi denemeye devam edecektim. Sektör işin başlarında insanı korkutuyor, ben de çok korkuyordum… Çünkü orada bir cam tavan var. Bir oyuncu olarak ciddiye alınabilmek ya da iyi yazılmış rollerin sana emanet edilebilmesi için o tavanı kırmak ve bir üst lige ulaşmak zorundasın. Kimsenin tanıdığı bir oyuncu değildim, ilk büyük işimdi, sektörün yapısını, setin içinde olmanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Nerede durmalıyım? Lafımı söylemeden önce es vermeli miyim hemen yapıştırmalı mıyım? Teknik olarak hiçbir şey bilmediğim bir dönemimde büyük bir şans oldu benim için Canım Ailem.
- O kadar korkarken o performansı nasıl çıkardın?
Rolü aldıktan sonra gecelerce uyumadım. Ne yapabilirim, nasıl inandırıcı olabilirim? Şöyle bir avantajım vardı. Kimse beni tanımadığı için sınırlarımı zorlayabilirdim. Bilindik bir oyuncu, oyun stiline alışık olduğumuz bir oyuncu başka bir şey denediğinde bazen reaksiyonlar iç açıcı olmayabiliyor. “Ne yapıyor bu? Çok mu büyük oynuyor, çok mu abarttı, çok mu başka biri olmak için uğraştı?” deniyor. Beni kimse tanımıyordu. O yüzden vücudumun dengesini, ağırlık merkezini değiştirdim. Sesimi değiştirdim. Elimi kolumu, çenemi kullanma biçimimi değiştirdim. 29 yaşında 45 yaşında birini oynuyordum, daha şimdi 45 oldum, düşün. Çok büyük bir cesaretle gittim rolün üstüne. Setin ilk günü çalıştım, çalıştım, hiç uyumadan sete geldim. İlk sahnem çekildi. Uğur Yücel'in gözüne baktım. “Abi oldu mu? Ne diyorsun?” diye. Bu arada tekrar izleyenler birinci bölümle, yirminci bölüm arasında şiveyi de düzelttiğimi görebilirler. Gitgide daha iyi oldum, Sonradan izlediğimde anladım onu. Çok çalıştım, çok risk aldım.
- Şimdiki rollerinde daha çekingen ve “Şebnem Bozoklu personasını bozmayayım” gibi bir yaklaşımın mı oluyor? Yoksa yine aynı şekilde saldırıyor musun?
Saldırıyorum. Meliha çok baskın, çok altı çizilmiş bir karakterdi. İnsanların aklında kaldı ve çok sevildi. Ben hala birçok insan için yolda gördüklerinde Meliha’yım. Ondan sonra uzun süre aradım, hep zorladım kendimi, “ne yapmalıyım?” diye.
Şebnem Bozoklu Atkaya
- Sonra Ulan İstanbul ve Yaren geldi.
Evet, Ulan İstanbul'da o şansım bir daha oldu. Kendimi zorlama, başka bir şey çıkarma, var olanın üstünden başka bir yere gitme şansı… Bir oyuncuya zaten on yılda iki ya da üç defa gelir böyle bir şans. “Bu rolün yapısını esnetebilirim” dedim. Rol bana geldiğinde dansçıydı. “Senaryoyu çok beğendim. Sadece beni şarkıcı yapın” dedim. Öyle bir alanım olsun istedim.
- Orada Ketçapla Mayonez şarkısında “Azrail basmasın zile” derken bir zile basma hareketin var, Hala hatırlayınca gülüyorum.
Peki, o hareket kimin fikri? Enis Arıkan’ın. Bana şarkı gelince CD'yi alıp Enis’e gittim. Tabii ki orada da şovmen arkadaşımdan yardım almışım (Gülüyor). Dedim ki “buna bir koreografi yapıyorsun, Öyle bir hareket bul ki, hep akılda kalsın.” Hemen bana çalıştırdı. Bak kaç sene sonra söylüyorsun.
- O günlerden bugüne kariyerini nasıl değerlendiriyorsun? İstediğin gibi şekil verebildin, istediğin rolleri oynayabildin mi yoksa sektörün beklentileri ile şekillenmek zorunda kaldığın zamanlar oldu mu?
Ben çalışkan biriyim Binnaz. Kendi inisiyatifimle dönüştürdüğüm rollerim oldu. Çok daha düz ve kendi halinde ilerleyebilecek rolleri deli cesaretime tutunup, dönüştürdüğüm çok oldu. Nasıl anlatayım, enstrümanımı başka türlü kullandım. Hani gitarımı yan tutmadım da dik tutarak çaldım. Şanslı biriyim. Birbirinden çok farklı roller okuyabildim. Toplumsal olarak, psikolojik olarak birbirine hiç benzemeyen; eğitim seviyeleri, varolma biçimleri, saçı, kılığı, kıyafeti birbirine hiç benzemeyen roller oynayabildim. Canım Ailem, Ulan İstanbul, Şahsiyet… Sinema çok umut oldu bana, örneğin Albüm gibi bir filmde oynayabildim. Elimden geleni de yaptım ama sorunu çok iyi anlıyorum.
“Son on yılda televizyon tamamen değişti. Televizyon kanalları bir dizi yurtdışına satılmadığı takdirde kar edemez durumda. Pazar neresiyse oraya satış yapmak üzere bir “Türk drama” türü yaratıldı ve o satıyor. Televizyonlardaki işlerin tamamı bu pazara hizmet etmek üzere üretiliyor. Komedi diye bir tür sanki hiç olmamış gibi davranılıyor. |
- Sektöre göre şekillenen neler oldu kariyerinde?
Son on yılda televizyon tamamen değişti. Dramedi dediğimiz tür televizyondan silindi. Gündelik yaşamla ilgili, hem güldüğümüz hem ağladığımız, içimizin de burkulduğu, kendi ailemize benzettiğimiz hikayeler artık yok, olmamasının da bir sebebi var. Şu anda televizyon kanalları bir dizi yurtdışına satılmadığı takdirde kar edemez ve bunun maddi olarak altından kalkamaz durumda. Bu ne demek? Pazar-piyasa neresiyse oraya göre, Latin Amerika, Doğu Avrupa mı oraya satış yapmak üzere bir “Türk drama” türü yaratıldı ve o satıyor. Televizyonlardaki işlerin tamamı bu pazara hizmet etmek üzere üretiliyor. Tek tipleşme var. Komedi diye bir tür sanki hiç olmamış gibi davranılıyor. Çünkü o şakalar bizimle ilgili, global şakalar değil. Onların dünyada karşılığı yok. Öyle bir kültürel kod yok. Anlaşılmıyor yurt dışında, adamlar da anlamadığı şeyi satın almıyor. Ama bu durumun dezavantajları olduğu kadar avantajları da var.
- Ne gibi?
Ben bunun kadın oyunculara biraz yaradığını düşünüyorum. Çok fazla erkek işi, odağında erkek olan iş vardı bundan önce. Bu bahsettiğimiz yeni drama türü biraz da kadın draması olduğu için kadın oyunculara farklı karakterleri oynamak için şans verdi. Çünkü bütün dünya gibi, Türkiye de 40 yaşından sonra artık yavaş yavaş evine çekilen kadın oyuncularla dolu. 40’tan sonra şans vermezler sana. Televizyonda 55 yaşında bir erkek görürsün, partneri 33 yaşındadır. Erkek oyuncular hiç yaşlanmıyor gibi kendilerinden çok daha küçük partnerlerle oynarken, 40 yaşındaki bir kadın babaanne oynar. Böyle acayip bir sistem var. Ama bu kadın dramalarından sonra birçok kadın oyuncu arkadaşım tam da oyunculuklarının lezzetlendiği, tecrübeyle tatlandığı yaşlarında çalışıyorlar ve bu beni çok mutlu ediyor.
- Demi Moore’un Golden Globes konuşmasını izledin mi? Kadınların sektörde birbirine kırdırılması ile ilgili konuştu aslında: “Yeterince akıllı, güzel, zayıf, başarılı olmadığımı düşündüğüm bir anda bir kadın bana dedi ki: ‘Asla yeterli olmayacaksın, kendi değerini bilmen için o mezurayı elinden bırakman lazım’ dedi” Sen kariyerinde kendi değerini anladığın bir yerde olduğunu düşünüyor musun?
Sektörün içinde artık çok zaman geçirdiğim için, sektörün dinamiklerini artık tanıdığım, anladığım için,ama “kabullendiğim için” demiyorum, tabii ki 20'li yaşlarıma göre daha özgüvenliyim. Daha ne yaptığımı bilerek, daha sağlam adımlar atıyorum.
20'li yaşlarda kendime çok yüklendiğim şeyler, kendimi cezalandırdığım şeyler artık benim kafamın bir ucuna uğrayamaz. Kendimi kendimden korumayı öğrendim. Bu sektör size bunu öğretiyor. Kendini suçlamak, yetersizlik hissi, manipülasyon, bunları artık yapmıyorum. Artık kül yutmuyorum. Daha çok güveniyorum kendime |
- “Bana artık kimse kül yutturamaz” dediğin bir noktada mısın yoksa hala kırılgan olduğun, kendini korunaksız hissettiğin yerler var mı?
Kırılgan olduğum yerler tabii ki var ama 40'lı yaşların en güzel taraflarından biri kendini görmek ve kabul etmek. Artık daha başka bir gözle görüyorum kendimi. 20'li yaşlarda kendime çok yüklendiğim şeyler, kendimi cezalandırdığım, kendimi bile isteye kötü hissettirdiğim, suçlu hissettirdiğim şeyler artık benim kafamın bir ucuna uğrayamaz, “orada oturmaz” demiyorum, oradan geçemez bile. Kendimi kendimden korumayı öğrendim. Bu sektör size bunu öğretiyor. Kendini suçlamak, yetersizlik hissi, manipülasyon, bunları artık yapmıyorum. Artık kül yutmuyorum. Daha çok güveniyorum kendime.
- Kendini kullandırtmıyorsun.
Evet, kullandırtmam artık.
Şebnem Bozoklu Atkaya
- Kızılcık Şerbeti ve Meri konuşalım mı? Diziye Alev’in ölümünden sonra dahil oldun, biraz da sanki onun yerine gelmişsin gibi bir izlenim oldu. Tereddütlerin oldu mu diziye girerken?
Olmadı. Çünkü bana anlatılan karakterin Alev ile alakası yoktu. Meri ve Alev bambaşka karakterler. Bunlar kuzenler yani klon değiller. Meri İzmir'de aileden biraz uzak yaşayan, annesiyle yaşayan biri. O yüzden hiç öyle bir endişem olmadı.
“Meri seyircide bir şok etkisi yarattı. Bir dirençle karşılaştım. “Apo ve Meri arasında bir ilişki mi olacak? Alev’in flörtü ile flört mü edecek?” gibi bir beklenti oldu. Ne münasebet! Şimdi o direnç kırıldı. 4-5 bölümdür çok güzel bir sevgi görüyorum. Meri’yi anladılar ve sakinleştiler. |
- Nasıl karşılandı sence Meri?
Seyircide bir şok etkisi oldu. Öncelikle afişte beni kocaman ve kraliçe elbisemle görünce (Gülüyor), “Acaba gerçekten Apo ve Meri arasında bir ilişki mi olacak? Alev’in flörtü ile flört mü edecek?” gibi bir beklenti oldu.
O yüzden ilk başlarda bir dirençle karşılaştım. Bir de çok yeni bir karakter olduğu için çok sahnem vardı. Bu da seyirciyi şaşırttı. Yani bir anda yeni bir karakter geliyor, kendi sevdiği karakteri daha az görüyor. “Meri de Alev gibi Abdullah ile bir ilişki mi yaşayacak?” diye bir beklenti vardı. Ne münasebet! Meri’nin kuzeni yeni ölmüş. Şimdi o direnç kırıldı. Son 4-5 bölümdür çok güzel bir sevgi görüyorum. Meri’yi anladılar ve sakinleştiler. “Tamam bu bambaşka bir modelmiş” dediler.
- Nasıl bir model Meri?
Meri hayatı boyunca kendiyle ilgili hiçbir şey yapmamış biri. Üniversiteyi bitirmiş ama annesine bakarak bir ömür geçirmiş. Birine çok âşık olmuş ama annesi asla evlenmesini istememiş. Evde kalmasını ve ona bakmasını istemiş. Meri de annesi ne derse yapmış. Annesinin hegemonyası altında yaşayan bir model. Bir anda annesini kaybedip sudan çıkmış balığa dönünce İstanbul'a geliyor. “Bebek var, kim bakacak, ben bakarım” diyor. Kendini önce annesine, şimdi de ölen kuzeninin bebeğine vakfediyor.
- Ben de çoğu kişi gibi Apo’yla bir aşka yelken açmalarını bekliyordum, çünkü Apo tam böyle bir kadına tutulacak biri, ama sular duruldu. Nereye gidiyor ikisinin ilişkisi?
Pembe de aynen senin gibi düşündü. Bir de Meri ve Abdullah çok iyi anlaşıyorlar. Meri kafa yapısından dolayı “bir erkekle sohbet edilmez” diye düşünen biri değil. Espri yapıyor, dans ediyor, Abdullah Bey’e Tarkan konserini anlatıyor... Pembe irrite oldu tabii çünkü bir anda kocasının sevgilisinin bebeği geldi, bir de onun kuzeni geldi ve çok özgüvenli bir kız. O evde kendisine yöneltilen eleştirileri çok ciddiye almadığı için gülüp geçiyor. Biraz teflon. Enteresan biri. Ben de daha önce böyle bir karakter oynamadım.
Kızılcık Şerbeti dizisinden bir kare
- Peki neden evsiz barksız para almadan, elalemin yanında çalıştığı bir hayatı tercih etti? Niye kendinden başka herkese merhem?
Aslında kendi parası var. Annesinden ona kalan bir miras var. Oradan para pul almaya ihtiyacı yok. Belki 5-6 ay durup gidecek. Şimdi son izlediğimiz bölüm bize gösterdi ki insanları yargılamayan, affedebilen güçlü bir kadın. Pembe ile sarıldıkları bir sahne izledik. Pembe Meri’ye “Allah senden razı olsun, sana çok teşekkür ederim” dedi.
- Pembe ve Meri bu kadar yakınlaştıktan sonra Apo ile ilişki nasıl olacak?
Olmayacak. Hayır. Şu an önümüzde hiç böyle bir akış görünmüyor. Abdullah'la bir aşk yok, tatlı bir dostluk var sadece. Ama Meri başka biriyle bir aşk yaşayabilir. Apo’nun da başka bir flörtü olabilir.
“Meri seküler bir aileye mensup fakat yaşadığı toplumun değerini, kültürünü, adetini, örfünü biliyor. Hepimiz gibi, hepimizin anneleri, aileleri gibi. Kendinden asla ödün vermiyor. Ama tabii ki içinde yaşadığı toplumun da farkında ve her şeyden de haberdar. O açıdan da dizide özgün bir yerde duruyor bence |
- Meri biraz da yobaz savar bir işlev görüyor dizide. Kız çocuklarının başının örtülmesi, dini bütün görünen erkeklerin gece hayatı olması gibi konularda ses çıkarıyor. Bir yandan da beş vakit namaz kılmasa da aslında din kültürüyle büyüyen ortalama vatandaşı temsil ediyor. Sen nasıl görüyorsun Meri’nin duruşunu?
Tam olarak kafamda böyle kurdum Meri’yi. İki form arasında yazılmış bir karakter. Seküler bir aileye mensup fakat yaşadığı toplumun değerini, kültürünü, adetini, örfünü biliyor. Hepimiz gibi, hepimizin anneleri, aileleri gibi. Kendinden asla ödün vermiyor. Kendi kafasından, kendi inançlarından. Ama tabii ki içinde yaşadığı toplumun da farkında ve her şeyden de haberdar. O açıdan da dizide özgün bir yerde duruyor bence.
- Biraz “seyircinin sesi” gibi bir noktada duruyor.
Kesinlikle öyle. Pembe ile bir yemek sahneleri vardı: “Pembe Hanım benim beş vakit namaz kılmıyor olmam inançsız olduğum anlamına gelmez” dediği. Mesela o bölüm yayınlandıktan sonraki hafta inanılmaz pozitif bir reaksiyon aldım sokaktan. Arabayla geçerken “Oh be! Konuş bacım!” diyen insanlar… O durduğu yeri de çok seviyorum. Bana da yakın bir yer. Ben burada doğdum ve büyüdüm. Bu ülkeyi ve kültürünü çok iyi bilirim.
- Setteki herkesle iyi anlaşıyor gibi gözüküyorsun.
Evet, hemen organik bir bağ kurabildim. Evrim (Alasya) benim üniversiteden arkadaşım. Dokuz Eylül Üniversitesi oyunculuk bölümünden. Ceren (Karakoç) ve Sibel (Taşçıoğlu) ile güzel bir ilişki kurduk. Aliye Hoca (Uzunatağan) benim okuldan hocam. Yani çok tanıdığım, bildiğim insanlar. Yönetmenimiz Ketche’yi çok severim. Konforlu girdim yani işe.
- Dışarıdan bakınca Kızılcık Şerbeti hafif de kaynayan bir setmiş gibi gözüküyor.
Setler kaynar bu arada. Çok doğal. Çünkü birbirine hiç benzemeyen 100 kişi her gün bir arada. Set de her iş yeri gibi, iş yeridir. Kurallı, kaideli, “kaçta geldin, kaçta çıktın, işine hâkim misin, ezberini yaptın mı?” bunların önemli olduğu bir yer. Oyuncusuyla, senaryosuyla, yönetmeniyle, prodüksiyonuyla bu kadar güçlü, başarılı bir iş tabii ki yönetmesi zor dengelerle dolu. Ama Kızılcık Şerbeti setinde iş her zaman yürüyor. Bu çok önemli bir şey.
- Senin de sanırım ortamı yumuşatıcı bir tarafın var.
Her işimde insanlar bana bunu söyler. Biraz yumuşatma becerim vardır. Yani insanların gerilimini almak, daha iyi ve hoş bir hava yaratmak, onu atmosfere pompalamak gibi bir becerim var.
“Yeterince uzun muyum, yeterince ince miyim, yeterince güzel miyim, yeterince miyim?” diye kendimi didiklediğim dönemlerim oldu. Halbuki oyuncu olmak için belli bir şekilde olmanıza gerek yok. 20'li yaşlarındaki meslektaşlarıma bakıyorum ve çok acı çektiklerini görüyorum. Çok büyük bir baskı var. Genç meslektaşlarımın bu baskının altında ezildiğinin farkındayım ve bir şeyler yapmak istiyorum bununla ilgili” |
- Şerbo’nun yanında bir yandan Balina oyunun devam ediyor. Balina bedenle, şişmanlıkla ilgili ağır bir metin. Senin kendi bedeninle olan ilişkin nasıl?
Bu acımasız, vahşi dünyanın içinde dünyaya gelen kadınlarız. Ben de insanın kendini sorgulamasını sağlayan bütün o zorbalıkları, bütün o pompalanan fikirleri her hücremde yaşayarak büyüdüm. Üstelik seçtiğim iş “Herkes dursun, bana baksın” diyen bir iş. Kafanızla, bedeninizle, ruhunuzla, dimdik durmak zorunda olduğunuz bir iş. Son derece eleştiriye açık. Mesleğe ilk başladığım, “bir oyuncu olarak ciddiye alınabilecek miyim?” dediğim dönemde kafamı meşgul eden en önemli şeylerden biri de “Yeterince iyi görünüyor muyum?” sorusu oldu. “Yeterince uzun muyum, yeterince ince miyim, yeterince güzel miyim, yeterince miyim?” diye kendimi didiklediğim dönemlerim oldu. Halbuki oyuncu olmak için belli bir şekilde olmanıza gerek yok. 20'li yaşlarındaki meslektaşlarıma bakıyorum ve çok acı çektiklerini görüyorum. Çok büyük bir baskı var. Genç meslektaşlarımın bu baskının altında ezildiğinin farkındayım ve bir şeyler yapmak istiyorum bununla ilgili. Geçen çok güzel bir şey yaşadım. Oyundan sonra bir seyirci sohbet etmeye geldi ve “Balık etli insanların da başrol oynayabileceğini bize gösterdiğiniz için bize umut oldunuz” dedi. O kadar mutlu oldum ki. Ne münasebet yani, tabii ki olabilir.
- Nasıl bir şey yapmayı düşünüyorsun genç oyuncular için?
Kadın meslektaşlarıma destek olmak için çalışmak istiyorum. Örneğin eşit işe eşit ücret. Bizde hala az uygulanıyor. Her zaman yapımcıların erkek oyunculara daha çok para vermek istemesi, hiçbir zaman bir kadın oyuncunun o kadar paraya layık görülmemesi...Hep beraber değiştirebileceğimiz bir yapı var önümüzde ve ben bir şeyler yapmak çok istiyorum. Kurulduğu andan beri Oyuncular Sendikası üyesiyim. Bu sene de Cem Üzümoğlu'nun desteğiyle dizi danışma kuruluna girdim. Tabii ki toparlanması gereken çok mesele var ve ben kendi adıma bununla ilgili çalışmak çok istiyorum.
“Ben iş ve profesyonellikle paralel giden arkadaşlıkların her an bozulabileceğini düşünürüm. Ama Enis (Arıkan) ve ben istisnayız. Yirmilerin başında birbirimizi bulduk ve çok gerçek şeyler yaşadık beraber“ |
- Enis Arıkan’la dostluğunuz Türkiye’de oyunculuğun folklörü gibi biraz. Çok biliniyor hikayeniz, çok seviliyor. Balina’da beraber oynuyorsunuz. Password’ü beraber sunuyorsunuz. Hem işte hem özel hayatta bu kadar iç içe olmak zor değil mi? Korumanız gereken bir profesyonel ilişki varmış hissi oluyor mu yoksa dostluğunuz doğalında devam edebiliyor mu?
Ne demek istediğini çok iyi anlıyorum. Ben iş ve profesyonellikle paralel giden arkadaşlıkların her an bozulabileceğini düşünürüm. Ve çok korktuğum bir alandır. Hiç girmek istemediğim alanlardan biridir. Ama Enis ve ben istisnayız. Yirmilerin başında birbirimizi bulduk ve çok gerçek şeyler yaşadık beraber. İkimizin de kariyerleri sıfırdan yavaş yavaş inşa edilmeye başlandı. Parladığımız zamanlar oldu, daha sakin zamanlarımız oldu, yaptığımız işten mutlu olduğumuz zamanlar oldu, olamadığımız zamanlar oldu. Bir şekilde bunun dengesini tutturduk. Elbette tartıştığımız, bambaşka düşündüğümüz zamanlar oldu ve olmaya devam edecektir. Ama biz onu ayarlıyoruz bir şekilde. Bizde o “iyi arkadaş kumaşı” var. Arkadaşlığımız 25. yılına girdi. O yüzden biz bunu hallettik diye düşünüyorum. O konuda kafam rahat.
- Enis’in hayatından esinlenen Hayalperest oyununda seni canlandıran bir oyuncu bile var. Ne hissettin izleyince?
İnanamadım. Bana ilk kendi hikayesini sahneye koyacağını ve beni de başka bir oyuncunun oynayacağını söylediğinde şoka girdim. Ne? Kim oynayacak? Nasıl yazılacak? Sevda Baş oynuyor beni. Bence harika bir enerjisi var. Kostümlü görünce hepimizin gözleri doldu.
Şebnem Bozoklu Atkaya ve Binnaz Saktanber
- Enis’le röportaj yaptığımda “Şebo beni hemen sahiplendi” demişti. Başkalarının hayatına dokunan, onları koruyup kollayan bir tarafın var. Nerden geliyor bu içgüdü?
Sevgi dolu bir ailede büyüdüm. Birbirini seven, doğru düzgün iki insanın çocuğuydum. Hep sevgi hissettirdiler. Bana çok temel bazı şeyler öğrettiler. Huzur nerede bulunur, mutluluk nerede bulunur, insan nedir, arkadaşlık nedir? Güzel örnekler gösterdiler. Güçlü bir annem var. Hayatı boyunca çalışmış, uğraşmış bir kadın. Annem de babam da öğretmen.
- Bu senin hakkında hep duyduğumuz sınavlara çalıştırma, konservatuara hazırlama hikayeleri öğretmen çocuğu olmandan mı?
Annem emekli oldu ama hala her hafta sonu öğrencileri ziyaret eder… Babam çok sevilen bir öğretmendi. Ekonomik yeterliliği olmayan öğrencilere ücretsiz ders verirdi. Yapabildiği desteği esirgemezdi mesela, onu öğrendim. Yapabiliyorsan yapacaksın. Hayat da bana yardım etti. Bunları yapabilir hale geldim. Halâ da yapıyorum. Mesela iki sene önce tanımadığım bir lise son öğrencisini konservatuar sınavlarına çalıştırdım, çok iyi bir bursla kazandı. Benim alametifarikam odur. Çok iyi çalıştırırım.
“Oyuncu olunca böyle bir sürü arkadaşınız varmış gibi görünüyor. Ama öyle olmaz. Hele ki 35'ten, 40’tan sonra daha da azalıyor. Sihirli bir süzgeçle insanlar elenip gidiyorlar” |
- Peki sana bu hayatta en çok kim sahip çıktı?
Ailem bana her zaman çok sahip çıktı. Onlar en büyük şansım. Arkadaşlarım bana her zaman sahip çıktılar ve çıkarlar. Oyuncu olunca böyle bir sürü arkadaşınız varmış gibi görünüyor. Ama öyle olmaz. Hele ki 35'ten, 40’tan sonra daha da azalıyor. Sihirli bir süzgeçle insanlar elenip gidiyorlar. Çok sevdiğim bir tane arkadaşım vardır, bir tane dostum vardır belki, sayayım dört, üç, iki, bir… Kedim var, o da sahip çıkar bana. (Gülüyor)
- Kanat Atkaya ile evlilik hikayeni sormayacağım, anlattın çok kere. Ama dışarıdan çok cool gözüktüğünüzü söyleyeyim. Nasıl bir hayat inşa ettiniz beraber?
Biz aslında temelde ortak zevkleri olan ama birbirine pek benzemeyen bir ikiliyiz. Kanat bana göre çok daha sakin, huzurlu biri. Ben daha yüksek bir enerjiye sahibim. Durumlar karşısında vereceğim reaksiyon bazen ölçülemez ve tahmin edilemez. İyi ki de öyleyiz çünkü birbirine çok benzeyen insanların ikililiğini çok sıkıcı bulurum. O zaman biraz heyecan azlığı oluyor gibi geliyor bana. Biz şanslıyız. Aynı şeyleri seviyoruz, mesela seyahat. Düzenli olarak gittiğimiz yerler vardır. Ama ikimiz de sevdiğimiz şeyleri yaparız. Ben oyun izlerim, Kanat plakçılara gider, birbirimize hiç bulaşmayız. Kimse birbirini kendi sevdiği şeye sürüklemez. O ister ki ben sevdiğim şeyleri izleyeyim, göreyim. Ben de isterim ki o mutlu olsun, sevdiği şeyleri bulsun, arasın, konuşsun. Galiba biraz buralardan kazanıyoruz.
- Yıllarca hayranı olduğun biriyle berabersin. Kafandaki hayalden gerçek bir insanla olan ilişkiye geçerken seni şaşırtan şeyler oldu mu?
Kanat benim çok hayran olduğum bir yazardı. Gerçekten onun yazıları için gazete alan, çıkardığı dergiye abone olan biriydim. Televizyondaki programlarını çok izlerdim. Ama Kanat beni hiç şaşırtmadı, yanıltmadı. Özel biri. Gerçekten şanslıyım. Ne kadar çok şans dedim. Her şey de hayatımda böyle Pamuk Prenses gibi de olmadı yani.
Şebnem Bozoklu Atkaya
- Seni en zorlayan şey neydi hayatta?
Babamı kaybetmek beni çok zorladı. 2018 yılında kaybettim babamı. Hala da kendime gelemedim. Çok ani oldu. Bir hastalığın sonucu değildi. Bir anda kaybettim babamı. Biz zaten üç kişilik bir aileydik. Annem, babam ve ben. Kardeşim de yok. Babam çok renkli, hiç ağırlık vermeyen biriydi. Komik, tatlı, akıllı…. Benim kahramanımdır. Bu altı senede çok zorlandım. Gerçekten çok. Annem kendi ayaklarının üstünde duran bağımsız, güçlü bir kadın ama yani çok büyük bir taş yerinden oynadı. Daha yeni yeni kendimize geliyoruz.
- Gelin Takımı’nı da konuşmak istiyorum çünkü kadın komedyenler üstüne kurulu bir film olması bence önemli. Erkek komedyenler akıllarına her gelen skeci on filmlik seriye dönüştürebiliyor ama böyle örnekler çok az. Sen nasıl bakıyorsun bu konuya?
Senaryo önüme gelip ilk sayfasını açtığımda “Aa bu kadınlarla ilgili bir komedi filmi ve kadınların oynadığı bir komedi filmi ve bir kadının yazdığı bir komedi filmi” dedim. Bunlar çok önemli. Filmi kabul etme sebebim de budur tam olarak. Bir grup kadın bir araya gelelim, elimizi taşın altına koyalım, yapabildiğimizi yapalım. Bir karakterin hamile olduğu halde boşanma kararı alabilmesi, ya da başka bir karakterin tam evliliğin ucundayken ve toplum baskısıyla “artık ben de evleneyim” diyorken büyük bir cesaretle düğünün tam ortasında “ben yapmayacağım bu işi” diyebiliyor olmasından, hikâyenin sonundan çok etkilendim.
- Kendi hikâyenin sonu nasıl olsun istiyorsun?
Şebnem'in mi? Çok dramatik bir cümle ile cevap verebilmek istiyorum (Gülüyor). Bu dünyadan geldik geçiyoruz ya, burada kırabildiğim kadar az insanı kırmak istiyorum. İnsanları kırıp dökmeden yaşamak istiyorum. Kendim gibi özgür, mutlu yaşamak istiyorum. Mutlu gelip mutlu gitmiş biri olarak anılmayı çok isterim. Kimseyi incitmeden, kendi bildiği gibi yaşamış biri olarak anılmak isterim.
Binnaz Saktanber kimdir? Ankara'da doğdu. Tevfik Fikret Lisesi ve başarı bursuyla okuduğu Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe okul yıllarında Sabah Gazetesi ve Turkish Daily News'da çalışarak başladı. Fulbright bursuyla gittiği ABD'de The City University of New York'ta siyaset bilimi üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. New York'ta yaşadığı yıllarda Türkiye'nin ilk bloglarından Loonybinsblog'u kurdu, Radikal İki, Birikim, Bant Mag. gibi yayınlarda yazı ve makaleleriyle yer aldı. Aynı zamanda The Museum of Modern Art, The Metropolitan Museum of Art, Film at Lincoln Center, Carnegie Hall gibi kurumlarla film, görsel sanatlar ve performans sanatları üzerine projeler geliştirdi ve yönetti. 2012'de Türkiye'ye dönüşünden itibaren politika ve kültür-sanat alanındaki yazılarıyla The Guardian, CNN International, Roar Magazine gibi uluslararası yayınlar için yazdı, Witte de With Review'un İstanbul temsilciliğini yaptı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde popüler kültür, televizyon ve sinema üzerine yazdı. 2021-2024 yılları arasında haftalık yazı ve röportajlarıyla Gazete Oksijen 'de yer aldı. Eylül 2024'te T24 ailesine katıldı. |