Sinemayı “çat diye” bıraktığı için mi, ekranlarda hiç görünmediği için mi bilmem, Şahika Tekand hep bir enigma gibi gelir bana. Biraz cool, biraz da gizemli bir diva… Kelimenin en güzel anlamlarıyla…Belki çocukken izleyip aklıma kazındığı için, yüzü unutulmazdır: Çıkık elmacık kemikleri, çizilmiş gibi dudakları, ama en çok da pek kimselerde olmayan aurası. Modern bir seksapeli, farklı bir oyunculuğu şöyle bir estirip Türkiyeli seyirciye sunmuş, sonra da sanki daha rüzgârı bile dinmeden “bu kadar yeter” deyip başka bir dünyanın yolunu tutmuş.
Sanki diyorum, çünkü Tekand öyle bir yerlerde saklanan, hayatın dışında duran bir karakter değil. 36 yıldır kendi tiyatrosunun başında, hayat mücadelesinin içinde bir sanatçı. Studio Oyuncuları çatısı altında yüzlerce oyuncu yetiştirmiş, kendi geliştirdiği performans tekniğiyle uluslararası tiyatro camiasında büyük saygınlık edinmiş bir isim.
Şahika Tekand
Tekand’ı prömiyerini 28. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yapacak, hem yazıp hem yönettiği Ölüyor mu Ne’nin provaları sırasında ziyaret ettim, böylece oyunu da henüz sahnelenmeden izleme şansı edindim. Kafamdaki sankilere hem benzeyen hem dışında bir sanatçıyla karşılaştım. İkonik yüzü, aurası aynı aklımdaki gibiydi. Sohbeti, edasıysa bol kahkahalı, sevgi dolu, biraz öğretmen biraz da anaç. Çok sevilip sayıldığı, çok da çalıştığı bir koza örmüş kendine Tekand. Onun dışıyla da pek ilgilenesi yok. Biz ne kadar hayal kurarsak kuralım sinemaya, hele hele televizyona dönme niyeti hele hele, hiç.
Onu ve bin bir emekle ördüğü kozasını görmek isteyen seyirci için Ölüyor mu Ne? 16 Kasım Cumartesi ve 17 Kasım Pazar Alan Kadıköy’de sahnede. Dünyanın sonundan, tiyatro, sinema ve hayattan konuştuğumuz sohbetimizse emrinizde:
"Ölüyor mu Ne?" oyunundan bir sahne
- Ölüyor mu Ne? prömiyerini İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapmak üzere. Seyirciyi nasıl bir oyun bekliyor? Nasıl bir hisle tiyatrodan ayrılsınlar istiyorsunuz?
Her şeyden önce hayatlarından bize verdikleri yaklaşık bir saat boyunca gerçekten eğlenmelerini, haz almalarını, bize verdikleri zamanın hakkını verebilmeyi çok isterim. Sonra da gülüp eğlendikleri şeyler üzerinde eve gittiklerinde tekrar hatırlayıp düşünme ihtiyacı hissederlerse ve bundan da haz alırlarsa ne güzel olur.
- Oyunda bir yandan bedenen ve zihnen durma noktasına gelmiş, bir yandan da tahtına yapışık yaşayan bir Zeus var. Sonun geldiğini anlamayan liderlerin akıbeti ne olacak?
Aslına bakarsanız ne bedenen ne de zihnen durmuş olan sadece üzerine yüklenen işlevlerin artık çalışmadığı bir Zeus var oyunda. Burada sonun geldiğini anlamayan Zeus’tan çok, kendi sonlarını hazırlamış olan insanoğlu baş rolde.
- Sadece insan değil, doğanın ve canlıların da sonu gelmiş, savaşlar ve kaosla boğuşan bir dünya var oyunda. Ama bu karanlık tabloyu da ironiyi ve gülme hissini bırakmadan anlatıyorsunuz. Sizce bu sonu durdurmak için yapabileceğimiz bir şeyler var mı?
Eğer dünyada canlı olan her şeyin odağa konabildiği bir anlayış yerleşse, en azından en zor koşullar bile altından kalkılabilir bir düzeyde tutulabilir gibi geliyor bana. Yapabilmek insanın bir özelliği ise yapmamayı düşünmek de insanın yetilerinden biridir. Keşke…
- Eğer elimizden bir şey gelmeyecekse, son günlerimizi nasıl geçirmeliyiz?
Pandemiden beri kafamda hep şu cümle çınlıyor: Umut yoksa inat var!
"Ölüyor mu Ne?" oyunundan bir sahne
- Bizler ölümlülerden kahraman üretmeyi, özellikle siyasi karakterleri mitleştirmeyi seven bir ülkeyiz. Zeus’un “neredeyse” ölümü Türkiyeli izleyiciye de bir çok çağrışım yapacaktır. Böyle bir yorumlama için neler söylemek istersiniz?
Oyunda ‘neredeyse’ ölen Zeus değil, dünya. Sınıflı toplumun mitolojisi ve gene sınıflı topluma geçişin tanrısı olan Zeus ve dünya düzeni üzerinden kurulan bu komedya, bence bütün dünyadaki insanlara pek çok çağrışım yaptırabilir. O nedenle bu oyunun temel sorunsalını günlük politik algıyla sınırlamak biraz dar bir anlamlandırma olur ve yazık olur gibi geliyor bana.
- İzlediniz mi bilmiyorum, Netflix’te Kaos isminde yeni bir dizi var. Zeus’un ve tanrıların hala var olduğu bir modern çağı anlatıyor. Jeff Goldblum Zeus rolünde. Bir gün alnında bir kırışıklık görüyor ve bunun -kehanet öyle ya- saltanatının bitip kaosu başlayacağının habercisi olduğunu düşünüyor. Dizinin anlatıcısı da Prometheus. İzleme şansınız oldu mu?
Bu oyunu yazmış olduğumu bilen herkes hemen bu diziden söz etti bana ve ben de vaktime çok yazık olmasına karşın atlaya atlaya da olsa izledim. Bu denli önemli sorunların içini bu kadar boşaltmak ve çekirdek yerken izlenip unutulacak bir tüketim nesnesine indirgemek, hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde ancak bir televizyon dizisinin yapabileceği şey zaten.
- Hiç mi izleyip beğendiğiniz dizi yok?
İngiliz ve İskandinav polisiyelerini izlerim.
- Yakınlarda Yıldızlar Gece Büyür’ün ilk bölümünü izledim, ilk ve son televizyon işiniz . “Keşke şimdi olsa da izlesek” dedim içimden. Ne olursa sizi bir dizide görebiliriz? Hangi yönetmen, hangi partner, nasıl bir iş sizi ikna edebilir?
Hiçbir dizide ve hiçbir partner ve hiçbir yönetmen.
"Baştan çıkarıcı bir sanatsal anlatımla uğraşırken başka bir sanatsal ifade biçimini neden isteyim ki?"
- Muhtemelen bu sorudan fenalık geçirmişsinizdir ama sinemaya dönüp dönmeyeceğiniz de çok merak ediliyor. Benim merak ettiğimse neden hiç film yönetmediğiniz? Kendi yazıp-yönettiğiniz ve rol aldığınız bir film çok uzak bir fikir mi?
Ben sinema ve televizyonu 1997’de çok kesin bir karar vererek bıraktım. Hiç özlemiyorum ve merak etmiyorum. Tiyatroyla, hele canlı olandan, hatta Instagram’da var olmazsa adeta var olmamış olacak olan kendi canlılığından ve gerçekliğinden koparılmış bu günün çağdaş seyircisine ulaşacak teatral anlatımın araştırılması ve sahne üzerinde başarılması gibi zor ama bir o kadar da baştan çıkarıcı bir sanatsal anlatımla uğraşırken başka bir sanatsal ifade biçimini neden isteyim ki?
- Haneke ile çalışmak istediğinizi biliyorum. Çok da yakıştırıyorum sizi o sinemaya. The Piano Teacher’ da Isabelle Huppert, Caché’de Juliette Binoche yerine sizi çok kolaylıkla koyabilirim. Sinemada kendinizi içinde gördüğünüz, “Şu rolü ben oynasaydım” dediğiniz bir rol var mı?
“Haneke ile çalışabilirim” derken onun sinemaya yaklaşımını yegâne gördüğüm için söylüyorum. Yoksa onunla bile olsa gerçekten sinema yapmak istediğim için değil. Bana göre sadece kamera ile yapılabilecek olanı araştıran ve zorunlu kılan bir sinemasal yaklaşımı var. Bu da yaptığı şeyi yani sinemayı ‘sanatsal’ olmaktan çıkarıp gerçekten ‘sanat’ yapan bir özelliktir.
- Sinema oyunculuğu için “Müthiş konforlu, sorumsuz ve eğlenceli. Çünkü iş yönetmende bitiyor. Siz ne kadar oynarsanız oynayın, yönetmenin kafası öyle çalışmıyorsa o oyunun o sonucu vermesi mümkün değil. Sinemada bir Rintintin de oynatılabilir” dediğiniz bir röportajınızı izledim. Film oyunculuğu yaptığınız dönemde çalıştınız yönetmenler sizi iyi değerlendiremedi mi? Bırakma sebepleriniz içinde bu da var mıydı?
Ben şanslıydım herhalde, hep iyi ve kafası çalışan, yaptığı işe saygı duyan yönetmenlerle çalıştım. Benim böyle bir tecrübem olmadı.
“Eğer bir yakınlık koordinatörüne ihtiyaç duyuluyorsa orada sanattan değil, ancak satılacak ürün üretirken sonuç odaklı çalışmaktan söz edilebilir demektir. Yazık!” |
- Geçtiğimiz haftalarda oyuncu Ece Dizdar ve yakınlık koordinatörü Ece Türkmut Dere ile bir röportaj yaptım. Onlar Oyuncular Sendikası çatısı altında, Türkiye’ye yakınlık koordinatörlüğü pratiğini getirmeye çalışıyorlar. Bu tüm dünyada hem tiyatro hem ekranda uygulanan ve oyuncuların beden bütünlüğünü göz eden, olası tacizlerden koruyan bir pratik, biliyorsunuz.
Böyle bir iş bölümüne ve iş koluna ihtiyaç duyulması ne kadar acıklı değil mi? Sanat yapıyorsanız hem sanat yapan hem de sanat alıcısı olan herkes için insani değerler taşımalı. Böyle bir şeye ihtiyaç duyuluyorsa orada sanattan değil, ancak satılacak ürün üretirken sonuç odaklı çalışmaktan söz edilebilir demektir. Yazık!
- Bu konudaki görüşlerinizi çok merak ediyorum, çünkü siz kadın oyuncular için hiçbir koruyucu sistemin olmadığı bir dönemde yakınlık ve cinsel simülasyon sahnesi içeren işlerde yer aldınız. Bu işlerde çalışırken kendinizi korunaksız hissettiğiniz, haklarınızı ve sınırlarınızı korumakta zorlandığınız anlar oldu mu? Bugün durduğunuz yerden baktığınızda size eşlik eden bir yakınlık koordinatörü veya destek profesyoneli olmasını ister miydiniz? Veya nelerin farklı yapılmasını isterdiniz?
Ben hep birbiriyle arkadaş ve kader ortağı olarak sanat yapmak üzere yan yana gelen insanlarla çalıştım ve bu anlamda korunmaya hiç ihtiyaç duymadım. Benim çalıştığım işlerde ‘meslek etiği’ tartışmasız olarak vardı. Hiçbir şey şimdiki gibi kariyer planlarına dayanmıyordu. Belki de ben çok seçici olduğum, kolay kolay rol kabul etmediğim, ekibi seçtiğim ve hep böyle koşullarda çalıştığım için böyleydi.
Bu sözünü ettiğiniz ve tedbirler gerektiren koşullar bugünün dünyasında eğer işine geliyorsa her türlü değerin ayaklar altına alınmasında hiçbir sakınca görmeyen bugünün insanının kaçınılmaz olarak katlanmak zorunda olduğu bir sonuç. Seksenlerin sonlarına ‘anything goes’ anlayışı gelip yerleşirken sesini çıkarmayanlar ya da alkışlayanlar nasıl bir değer kaybına yol açtıklarının farkına varıp biraz olsun düşünüyorlar mıdır acaba?
“Kendi bedenime uygulayamayacağım ya da kendim yapamayacağım hiçbir şeyi oyuncumdan istemem”
- Siz kendi tiyatronuzda böyle bir destek kullanıyor musunuz?
Bizim topluluk olarak hem sanatsal anlayışımızın hem de sahne pratiğimizin odağında ‘insan’ vardır. Ben yönetmen olarak oyunumu tasarlarken bünyem kendiliğinden bir yakınlık koordinatörü olarak çalışır zaten. Kendi bedenime uygulayamayacağım ya da kendim yapamayacağım hiçbir şeyi oyuncumdan istemem. İnsani olan, bu sanat bile olsa başka hiçbir şeye feda edilemez.
- Şahika Tekand’dan eğitim almış olmak oyuncular için bir etiket ve gurur kaynağı. Sizce öğrencilerinizin hayatlarına yaptığınız en büyük katkı nedir?
Umarım sadece etiket değil gerçekten gurur kaynağıdır. Yaratmanın önünde bir engel ya da yaratamamanın bahanesi yoktur, galiba asıl edinmelerini istediğim bilgi hep bu oldu.
“Benim sahnemde oynayan oyuncu asla dürüstçe oynamaktan vazgeçmez”
- Sizin tedrisatınızdan geçmiş bir oyuncu neyi asla yapmaz?
Oyuncuların maceraları kendilerine aittir, o nedenle bu sorunuza cevap veremem. Ama benim sahnemde oynayan oyuncunun asla neyi yapmayacağını söyleyebilirim; dürüstçe oynamaktan vazgeçmez.
- Öğrencileriniz arasından çok beğendiğiniz, Performatif Oyunculuk ve Sahneleme Yöntemi’ni iyi yansıttığını düşündüğünüz, yeni öğrencilere örnek gösterdiğiniz isimler kimler?
Her biriyle gurur duyuyorum ve sayılarının bu denli çok olması da ayrıca gurur veriyor. Ama benim tek tek isimlerini anmam etik olmaz.
- Peki tam tersi, bir öğrencinizi bir dizide, oyunda izleyip “Ben sana böyle mi öğrettim?” diye sinirlendiğiniz oluyor mu?
Ben yerli sinema ve yerli dizi izlemiyorum. O nedenle oralarda yaptıkları işlerden çok sahnedeki işlerini izliyorum. Sahne de hesabı yalnız oyuncudan sorulacak bir yer değil, kollektif bir yaratı alanıdır. Günahlar da sevaplar da ortaktır.
Şahika Tekand
- Tiyatro seyirciden beklentisi yüksek bir sanat dalı. Evinizden kalkıp gitmeniz, iki saat dar bir koltukta sessizce oturmanız, epey yüksek bir meblağ ödemeniz ve bu sürede asla telefonunuza bakmamanız lazım. Oysa artık hiçbir iş ikinci bir ekran olmadan izlenemiyor, ev konforu bırakılamıyor. Siz çağdaş tiyatronun bu insani vaziyetlere ayak uydurabildğini düşünüyor musunuz?
Eğer çağdaşsa, evet. Studio Oyuncuları olarak biz şimdiye kadar hiç seyirci yokluğu çekmedik otuz yedi yıldır.
“Konvansiyonel tiyatro bir çeşit business”
- Pandemi sonrası tiyatrolarda popüler oyuncuların olduğu prodüksiyonlar revaçta. İnsanlar “ünlü” isimleri yakından görmeyi istiyor. Siz bu trendi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konvansiyonel tiyatro hep böyleydi. Bu hiç yeni bir durum değil. Konvansiyonel tiyatro aynı zamanda bir çeşit business, yadırganacak bir durum yok.
- “Hayattan, dünyada olup bitenden tümüyle memnun bir insanın sanat üretebileceğini düşünmüyorum” demişsiniz. Bizde herkes memnuniyetsiz, herkes mutsuz. Peki sanat üretimi bu memnuniyetsizliği karşılayacak kalitede mi?
Sadece memnuniyetsiz ve mutsuz değilse ve ancak sanatsal bir biçim arayarak hayata müdahale etme niyeti varsa, evet.
“Hayatla oyun olmayacağını öğrenecek kadar yaşadım”
- Özel hayatınızla ilgili çok fazla şey bilmiyoruz. Hayatta da “oyun kuran,” “yöneten” biri misinizdir?
Benim yöntemim hayatla oyunu kesin olarak birbirinden ayırmaya dayanıyor. Hayatla oyun olmayacağını öğrenecek kadar yaşadım. Doğru ve etik de bulmuyorum.
- Hep öğretmen olmanın , otorite görülmenin insan hayatında etkileri nasıl oluyor? Siz kimlerden, nelerden öğrenirsiniz?
Bilimden, başka sanat eserlerinden, meslektaşlarımdan, eşimden, kızımdan ve tabii öğrencilerimden.
- Sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da tanınan, ciddiye alınan bir tiyatro insanı, bir öğretmen ve oyuncusunuz. Nasıl bir miras bırakma hayaliniz var? Sizin için en çok neyi “başardı” densin istersiniz?
Hayata müdahale etme isteğim ve biçim yaratma inadım işe yarasın da sonra hiç hatırlanmasam da olur.
Binnaz Saktanber kimdir? Ankara'da doğdu. Tevfik Fikret Lisesi ve başarı bursuyla okuduğu Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nü bitirdi. Gazeteciliğe okul yıllarında Sabah Gazetesi ve Turkish Daily News'da çalışarak başladı. Fulbright bursuyla gittiği ABD'de The City University of New York'ta siyaset bilimi üzerine lisansüstü eğitimini tamamladı. New York'ta yaşadığı yıllarda Türkiye'nin ilk bloglarından Loonybinsblog'u kurdu, Radikal İki, Birikim, Bant Mag. gibi yayınlarda yazı ve makaleleriyle yer aldı. Aynı zamanda The Museum of Modern Art, The Metropolitan Museum of Art, Film at Lincoln Center, Carnegie Hall gibi kurumlarla film, görsel sanatlar ve performans sanatları üzerine projeler geliştirdi ve yönetti. 2012'de Türkiye'ye dönüşünden itibaren politika ve kültür-sanat alanındaki yazılarıyla The Guardian, CNN International, Roar Magazine gibi uluslararası yayınlar için yazdı, Witte de With Review'un İstanbul temsilciliğini yaptı. Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinde popüler kültür, televizyon ve sinema üzerine yazdı. 2021-2024 yılları arasında haftalık yazı ve röportajlarıyla Gazete Oksijen 'de yer aldı. Eylül 2024'te T24 ailesine katıldı. |