Bekir Ağırdır

23 Aralık 2013

Yolsuzluk operasyonu seçmen tavrına nasıl yansır, oyları ne etkiler?

Son hafta yaşananlar yalnızca cemaat-hükümet kavgası üzerinden açıklanabilir mi? Olanları içerik ve biçim olarak ayırarak baktığımızda çok belirgin şeyler var.

Son hafta yaşananlar yalnızca cemaat-hükümet kavgası üzerinden açıklanabilir mi? Olanları içerik ve biçim olarak ayırarak baktığımızda çok belirgin şeyler var.

İçerik iki parça aslında. Bir parçası yolsuzluk ki hiçbir açıklama ve savunma ortaya çıkan tabloyu aklamaya yetmez. Suçlayanlar da savunanlar da, bu ülkedeki herkes yastığa başını koyduğunda ne olduğunu biliyor. Bu devlet ve yönetim düzenindeki yolsuzluk geleneğinin ve sistematiğinin ne olduğu konusunda ne suçlayanların ne savunanların bir tereddüdü olduğunu sanmıyorum.

İçeriğin ikinci parçasının ise Halk Bankası üzerinden yürüyen uluslararası altın ve para operasyonları olduğu görülüyor. Bu nedenle de uluslararası mali ve siyasi sistem, İran ambargosu gibi birçok unsuru barındırıyor. Ama anlaşılan o ki devlet ve hükümet kararıyla bu operasyon yürütülmüş. Bir yandan iç hukuku, bir yandan da uluslararası hukuku zorlayan, bazen politik gerekçelerle hukuku dikkate de almayan oldukça riskli uygulamalara girildiği anlaşılmaktadır. Ve her ülkede, her böylesi kural dışı informal yollara girildiğinde olduğu gibi operasyonları yürüten kişilerin yolun bir yarısından sonra kendi yararlarını da gözetmeye başlamaları sürpriz değildir.

Dünyada da, ülkemizde de bunun örnekleri bolca var. Bizde 93-94'te Kürt meselesinde yürütülen özel operasyonların ekiplerini hatırlayın. Kürt işadamlarını öldürmek gibi her türlü hukuk ve meşru siyaset dışı yolların yürütücüleri sonunda kendilerine sağlanan siyasi koruma şemsiyesi altında, kendi kurallarıyla, kendi yararlarına çalışmaya başlamışlardı. Bu kez de benzer bir tablo karşımızda.

Operasyonun biçimi konusunda ise ülke yeni bir şeyle karşılaşmadı aslında. Son beş altı yıldır bu türden her operasyonda olanlar tekrarlanıyor. Suç ile zihniyet, suçlu ile yakınları herkes bir torbaya doldurularak, her bir dosya içeriği medyaya servis edilerek, kanaatleri güçlendirmek için bazı delillere güçlendirme amaçlı ve kasıtlı müdahaleler ile mahkemeler öncesinde kamuoyu kanaati biçimlenmeye çalışılıyor. Hukuk adamları siyaset yapıyor, hukuk siyasete alet ediliyor. Bu yöntemler defalarca tartışıldığı halde yasal düzenlemeler yapılmadı ve hatta göz yumuldu. Şimdi aynı silah hükümeti vuruyor.

 

Olanlar hiç olmadı mı yoksa kaçınılmaz mıydı?

Ortaya dökülenlerin ve yapılanların elbette hukuki boyutu da var, siyasi boyutu da. Ve her ikisi de geçiştirilemez, yalnızca komplolarla açıklanamaz. Öte yandan hükümetin bugüne kadarki tepkilerinden, sorunu kişiler üzerinden değil kendi kurumsal kimliği üzerinden aldığı görülüyor. O zaman biz de kimin neye bulaştığı üzerinden değil AK Parti üzerinden bakalım.

Ama asıl olanları mümkün kılan devlet, yönetim ve hukuki zemin önemli. Eğer bu yüzyılda, bu büyüklükte bir ülkede, bu büyüklükte ekonomik hayatta ve bu ritimdeki bir toplumsal ve gündelik hayatta hâlâ bu denli merkezi bir devlet varsa bu olanlar bir bakıma doğaldır.

Bu kadar merkeziyetçi bir devlet nizamı ve karar süreçleri varsa bu hastalıklı yapı ortaya çıkacaktır. Tüm devlet mekanizmasını ve toplumu doğrudan ve büyük çapta etkileyecek kararları iki-üç kişinin alabildiği ve bunun da entelektüellerince bile normal karşılanabildiği ve hatta kutsanabildiği bir ülkede yolsuzluğun olmayacağını, en azından kendi yandaşlarına, partine bulaşmayacağını sanmaktır anormal olan.

 

Devlette çete üreten siyasi yaklaşım

Bu merkeziyetçi yapıyı sürdürmeye arzulu her siyasi aktör ister muhafazakâr demokrat olsun, ister sosyal demokrat,  devlete, merkeziyetçi yapıya hakim olmak temelli siyaset üretiyor olacaktır. Mesele devlete hakim olmak üzerine siyaset olunca da kimi askerle, kimi sivil bürokrasiyle, kimi yargıyla, kimi cemaatle işbirliği yapmayı siyaseten meşru sayar hale gelir. Bu meşrulaştırılan yanlış siyasi zemin de çeteleri üretir.

Çünkü aslolan vatandaşa güvenmek, hayatı doğal ritmine uygun yönetmek değil, artık hakim olunan devlet mekanizmaları üzerinden vatandaşı, toplumu, hayatı biçimlemektir.

Sorun şurada ki, ülkenin ve toplumun bugünkü hayatı bu merkeziyetçi devlet ve yönetim nizamına uymuyor. Kürt meselesi gibi, yolsuzluk ve rüşvet gibi meseleler var olan yapının tüm hastalıklı halini gözler önüne seriyor.

AK Parti ilk iki dönemindeki başta ekonomi olmak üzere bazı başarılı politikalarını sıra “yeniyi kurmaya” gelince sürdüremedi. Kurulması gereken “yeni”yi, “güçlü devlet” ve “dindar toplum” olarak çerçeveledi bir bakıma. Bu tahayyülün doğal sonucu da merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi oldu. Ekonomi ve kamu hizmetlerindeki başarısını yapısal ve kurumsal reformlarla sürdürülebilir kılmak yerine keyfiliğe yöneldi. Her türlü eleştiriyi düşmanlaştırarak beslenme kanallarını kapattı.

Yüksek toplumsal desteği sürdürebilmek adına körüklenen kutuplaşma içinde “yeniyi kurmak” yolunda doğal müttefiki olması gereken, Gezi’yi üreten yeni duyarlılıkları ve Kürt siyaseti dahil, herkesi yeninin dışında tutmak için olmadık devletçi uygulamalara yöneldi. Siyaseti uzlaşma zemininden değil kavga zemininden kurdu.

Halbuki ihtiyacımız siyasetin doğallaştırılması, sivil siyasetin güçlendirilmesi için yapısal reformları yapmak, bu denli büyümüş ekonomiyi, bu denli kalabalıklaşmış metropolleri yönetebilmek için yapısal ve kurumsal reformları yapmak iken düşmanlaştırmalar, paranoyalar ve keyfilikler eskinin devamından yana olanların, Kürt meselesinin çözülmesini istemeyenlerin ellerini güçlendirdi. Kısaca AK Parti tüm siyasetini “sıfır veya bir” üzerine, ya koşulsuz müttefik ya da düşman tanımı üzerine kurdu.

Bugün gelinen noktada sanki toplum bir ikilime çekiliyor: Yeniyi kurmanın yolsuzluk ve keyfilik gibi bedellerine razı olmak ya da eskinin düzenine ve egemenlerine razı olmak. Veya batıda sinik bir devlet olmak yerine küresel zeminde güçlü devlet olmak adına kapalı kapılar ardında siyasal ve hukuki riskleri çok büyük politikalara, işbirliklerine yönelmek.  

 

Taraflar yalnızca cemaat ve hükümet mi?

Ortaya dökülenlerin ve gerilimin yalnızca cemaat ve hükümet üzerinden görülmesi mümkün değil. Ama birinci katmandaki çatışma da bu. Her şeyden önce her iki tarafta uzlaşma noktasını aşmış ve ölümüne cenge girmiş görünüyor.

Cemaatin şunu açıklayabilmesi mümkün değil: Eğer dershane tartışması ortaya çıkmasaydı bu soruşturmalar, bilgiler açığa çıkmayacaktı. Demek ki cemaat kendi söylediklerinin ve görünenin ötesinde bir örgütlenmeye, hiyerarşiye, hedeflere, ilişkilere sahip. Bundan sonra gelinen aşama ne olursa olsun, eğer hala eski söylemlerinde ısrarlıysa, cemaatin algı ve imajını düzeltmesi için çok uğraşması gerekecek.

Fakat yaşananların içinde ikinci katmanlarda başka aktörlerin de olduğu görülüyor. Bu noktada kastım uluslararası komplolar falan değil. Hiçbir zaman komplolara inanmadım. Her zaman birilerinin senaryoları olduğunu, olabileceğini, fakat hayatın içinde hangi senaryonun nasıl gerçekleşeceğinin kestirilemeyeceğini, gerçekleşenlerin her bir aktörün davranışlarının, koşulların ve zamanın ruhunun bileşkesinden ortaya çıkacağını yazdım.  Bu açıdan birçok aktörün, bir araya gelip komplo kurduğu açıklamasının hiçbir gerçekçi tarafı yok. Fakat zımnen tarihin bu aralığında ve bu ülkede, çıkarları paralel hale gelmiş, gelecek tahayyülleri konusunda en azından temel hedefleri ortaklaşmış birçok aktörün var olduğu da sır değil.

Bu noktadan bakılınca da olayların başladığı andan itibaren ikinci katmanda İran ile kurulan siyasi, mali ve ticari ilişkilerde rahatsız olan devletlerin, şirketlerin, istihbarat örgütlerinin de olduğu görülüyor. Ülke yolsuzluk tartışmasıyla meşgulken uluslar arası aktörlerin Ortadoğu hesapları, İran-Irak-Suriye ilişkileri gibi daha karmaşık hesaplamalarının ve senaryolarının da devrede olduğu anlaşılıyor.

Ülkenin Kürt meselesi, yeni anayasa gibi temel gerilimlerinde gelinen ve tıkanmış gibi görünen süreçlerinden, ülkenin ve hayatın talep ve ihtiyaçlarından bakınca da yalnız hükümetin veya cemaatin değil tüm iç siyasi aktörlerin ve uluslararası aktörlerin gelecek günler, aylar boyunca alacakları pozisyonlar ve geliştirecekleri tutumlar son derece önemli olacak. Ya da her bir iç siyasi aktörün geliştireceği pozisyon ve tutumlar hem kendisinin hem de ülkenin geleceğindeki rolünü belirleyecek.

Bu nedenle de yaşananların ve asıl bundan sonra yaşanacak olanların iki aktörlü değil, iki tarafta da birden fazla aktörün olduğu, yani “çok”tan “çok”a bir hamleler ve gerilimler serisi olacağı anlaşılıyor.

 

Toplum ne tepki verecek?

Yaygın entelektüel efsanelerinden birisi “toplumun yolsuzluklara alıştığı” efsanesi. Toplum ya da bireyler hayatının sorunlarını aşmak ya da işlerini yürütmek için karşılaştığı zorlukları aşarken formal-informal, alışılmış-alışılmamış, meşru-gayrimeşru yolları kullanıyor. Diğerlerinin de bu yolları kullanmasını bir yere kadar hoş karşılıyor, görmezden geliyor. Çünkü o suçu kendisine karşı işlenmiş suç olarak görmüyor.

Fakat aynı zamanda bu toplumda “yetim hakkı” diye bir kavram var. Yetim hakkı, bireysel hayatın içinde değil toplumsal hayatın içindeki ortak yararı ve bekayı ima ediyor. Bireysel hayatın içindeki gayrimeşruluğu kendisine karşı işlenen suç olarak görmüyor, fakat ortak yarara uzanan ele duyarlılığı yüksek.

O nedenle bu olayların ilk başlangıcında, örneğin bu hafta sonu anket yapılsa 3-5 puan AK Parti oyu düşebilir. Fakat asıl toplumun tepkisi ve düşüşün ya da geri çıkışın oranı Ak Partinin bu sorunu ve süreci nasıl yönettiğine bağlı olacaktır. Asıl belirleyici tepki ilk adımdaki duygusal tepki değil sürecin yönetiminden sonra toplumun ikna olup olmamasına bağlı olacaktır.

Seçmen gözünden ve oy dağılımı üzerinden bakınca şunu da not etmek gerekir. Toplumun hoşnutsuzluğu artabilir. Nitekim son iki yılda toplumun ağrı eşiğinin düştüğünü, duyarlıklarının yükseldiğini yazıyorum. Ama kalıcı siyasi tercih değişiklikleri yalnızca iktidarın ne yaptığıyla sınırlı değil. Asıl değişikliği tetikleyen şey hoşnutsuzluktan daha çok başka bir partiye duygusal ve fikri yöneliştir. O nedenle muhalefet partilerinin önümüzdeki süreçte bu haftanın olaylarına bakışları, konumlanışları, adayları ve söylemleri iktidarın yaptıklarından daha önemli olacaktır. Bu bile yaşananlardaki tarafların neden “çok”tan “çok”a anlaşılmaya çalışılmasının önemli olduğunu göstermektedir.

 

Twitter: @BekirAgirdir