Toplumsal kutuplaşma, gündelik hayatın içinde giderek daha fazla hissedilir hale geliyor. Bu yarılma, gerilme, çatışma iklimi giderek daha fazla dilimizi, yüreğimizi esir alıyor.
Bazı okuyuculara bu tespit abartılı gelmiş olabilir. Fakat dün oldukça önemli bir adı, geçmişi, ağırlığı olan bir üniversitemizin sanal platformunda, bilinen bir fıkrayı tekrarlayıp, sonuna eklenmiş şöyle bir mesaj vardı: “Bu salaklara, örnek alsınlar ve onu izlesinler diye Mustafa Kemal Atatürk'ü gönderdim. Musibetlerden kurtuluş yolunu, onun eliyle bunlara göstermeye çalıştım. Ama onlar hâlâ cami minaresinden medet umuyorlar ise benim katımda da yerleri yoktur.”
Bu iyi yetişmiş, eğitimli, dünyayı görmüş ve ülkenin üniversite mezunu yalnızca % 9’undan olan birisinin, kendi toprağına, halkına, ülkesine ve hatta kendi anne babasına reva gördüğü sıfat bu mudur?
Meselem kelimede değil! Anlamaya çalıştığım şey, bu sözü etme cüretkârlığını besleyen dürtü nedir? Toplumu eleştirmeyi aşıp hakarete varan bu sözü söyleten öfkenin altında ne var?
Sanmayın ki bu yaklaşım yalnızca bir kesimde var. Yerel seçimler sonrası, demokrasi üzerine yüzlerce yazı yazmış, hayatını siyasi mücadeleye adamış önemlice bir köşe yazarı da CHP oy oranına bakarak “Ergenekon zihniyetinin yaygınlığından dehşete düştüm” diyordu.
Bu sözlerin, 17 Ağustos depremi sonrası birilerinin taşıdığı “7.2 yetmedi mi?” pankartından farkı var mı?
Son iki ayda Kürt sorunu etrafında söylenenlere, yazılanlara bakın. Beraber yaşamak, aynı kaderi paylaşmak isteyen, kız alıp kız veren, aynı bakkaldan alış veriş eden, bir arada duran insanlarımızın tümüne, aralarındaki şovenizmin batağına saplanmış bir kısmının yaptıklarına bakarak, söylenmedik söz kalmadı.
Ülkenin etnik şovenizmin tuzağındaki insanları bir tarafa ama kendi özel hayatında eşine, karısına, kızına kendine bu kadar özgürlükçü olan insanlarının şimdi Kürt yurttaşlarımıza reva gördüğü hayat bu mudur?
Tüm bunların altında hep aynı problem var kanımca: Kutuplaşma. Bir kesimimiz kendi özgürlükleri ve hayat tarzı üzerinde baskı ve saldırı hissediyor. Bir kesimimiz kendi değişim talebine diğerlerini engel görüyor. Bir kesimimiz kendi var oluşunun tanınmasını tüm reel sorunların ve ülkenin geri kalanının dertlerinden bağımsız görüyor.
Hâlbuki tüm toplumun değişim, adalet, eşitlik, kendi kinliğiyle özgürlük talebi ortak. Fakat siyasi yapı ne bu talepleri görüyor, ne de temsil ediyor. Üstelik her bir siyasi aktör ya da parti toplumun bir kesimi tarafından diğer parti olarak değil kendine düşman, ülkeye düşman olarak görülüyor.
Kurulan dil ve siyaset yapma tarzı özünde bu düşmanlıktan besleniyor. Bu durumda da bu partiler veya liderlerden hangisi olursa olsun, gök kubbe altında söylenecek en güzel sözünü söylesin, en güzel projeyi önersin hiçbir hükmü yok. Çünkü hiçbir biçimde diğerlerinin güvenini kazanma şansları yok. Ayrıca bu durumda siyasi yapının bizzat kendisinin ürettiği, geliştirdiği durum.
Bu nedenle de bu siyasi parti veya liderlerinin hiç birisinin toplumun geniş kesimlerinin güvenini kazanma ihtimali hiçbir zaman yok. Bu tıkanmışlık siyasi yapı baştan aşağıya değişene kadar da ne yazık ki sürecek görünüyor.
Bizlere düşen de biraz daha aklıselim, biraz daha farklılıklara saygı, biraz daha siyasete müdahil olma çabası. En azından kutuplaşmanın, ötekileştirmenin tuzağına düşmemiş akıllar, yürekler, diller.
“bu kardeştir
bıçak bıçak
kurşun kurşun:
kıyılır!” *
* Hasan Hüseyin, Ağlasun Ayşafağı