Bekir Ağırdır

18 Ekim 2010

Sonuç değil süreç, aktör değil sade vatandaş

Bugün son iki yazımda konu edindiğim yönetim meselemizin yapısal problemleri üzerine yazmaktı niyetim...

Bugün son iki yazımda konu edindiğim yönetim meselemizin yapısal problemleri üzerine yazmaktı niyetim. Yönetim meselemizin Kürt meselesiyle ilişkisi, ardında onu var eden algı ve zihniyet yapılarından sonra yapısal sorunlardan da söz ederek kendimce bir bütünlük içinde yönetim meselemiz üzerine analizimi tamamlayacaktım. 
Fakat geçenlerde bir arkadaşım, anadil ve Kürtçe eğitim meselesi üzerine yazdıklarım üzerine dedi ki, “yazdıkların tamam da, sen ne istiyorsun yazmamışsın.”  Bu soru üzerine bir kez daha düşündüm, ben yazarak ne yapmaya çalışıyorum, meramım ne?
Ben aktif yurttaş olmaya çalışan bir bireyim. Ne kanaat önderi olmak, ne çok çok okunan bir köşe yazarı olmak gibi bir derdim var. Öyle akan, çarpıcı bir dili olan kalemim de yok. Kendimce hayatı anlama çabasını, sevgili Doğan Akın’ın bana sağladığı bu fırsat içinde sesli ve yazarak düşünmeye çalışıyorum. 
Bu çabayı sürdürürken, hayatı yalnızca siyasi aktörlerin karar ve eylemlerine, büyük komplolara, çarpıcı senaryolara bağlamadan düşünmeye çalışıyorum. 
Sade vatandaşın meramını, derdini, umutlarını, algılarını, beklentilerini KONDA araştırmaları veri hazinesi içinden anlamaya çalışıyorum. Gündelik hayatın kodlarını çözmeye çalışıyorum. Çünkü hayatın geldiği karmaşıklığın, yalnızca önde görünen aktörler ve onların karalarıyla yürüdüğü ve yönetildiğini düşünmüyorum.
Bildik iki uçlu eksenlerin, bildik düşünme modellerinin ve hatta kavramların bugünün gündelik hayatını ve sade vatandaşını anlamaya yetmediğini düşünüyorum.   
Andre Gide, Tohum Ölmezse isimli otobiyografisinde diyor ki: “Gerçeğin, her gün yaşanan, gerçekliği kabul edilmişin yanında ne olduğunu bilemediğim bir başka şeyin varlığına karşı duyduğum belli belirsiz, tarifi zor bir inanç beni yıllarca meşgul etti.” 
Tam da böylesi bir başka gerçekliğin 2010 Türkiye’sinde var olduğunu düşünüyorum. Bu yeni gerçekliği anlamadan da bugünkü umutlarımıza, siyasi hedeflerimize uygun bir hedef ve yol çizemeyeceğimiz sezgisiyle, yeni gündelik hayatın ritmi içindeki sade vatandaşın beklentilerini önemsiyorum. 
Öte yandan da biliyorum ki, artık hayat bir mimari tasarımın içinden üremiyor. Gündelik ve toplumsal hayatın tüm detayları, önceden arzulara göre tasarlanmış biçimde gelişmiyor. Toplumsal hayatta artık hiçbir mesele ve problem kendi başına, adeta uzay boşluğundaymışçasına, diğer birçok mesele ve problemden bağımsız değil. Örneğin Kürt meselesi tek başına Kürtlerin dertlerine dair veya terörden ibaret değil. Ülkenin demokrasi ve insan hakları sorunları, tüm ülkenin yönetim sorunları ya da dış politika boyutlarını dikkate almadan yalnızca kimlik meselesi de değil. Ya da türban meselesi yalnızca başörtüsü veya kadın hakları meselesinden daha çok boyutlu, çok unsurlu. 
Bu çok boyutlu, çok aktörlü, çok unsurlu meselelerin çözümüne de uzay boşluğundaki ya da kara tahtadaki ideal noktayı her gün kendi kendimize tekrarlayarak ulaşılamayacağını düşünüyorum. Karmaşık problemlerin çözümü ideal çözüm noktasına doğrusal bir çizgi üzerinden yürünerek varılan noktacıklardan ibaret değil. Çözüm sürecin yönetilmesinde. Çözüm sürece tüm aktörlerin, tüm taleplerin dahil edilmesinde. Tartışma, ikna, uzlaşma sağlanmadan ideal doğruların bir kaç yasayla meseleyi çözebileceği kanaatinde değilim. Ya da tüm bir meseleyi tek bir aktörün vesayeti, otoriterliği, örtük niyetleri üzerinden düşünerek, o aktörden kurtulunca meselelerin de çözülebileceğini düşünmüyorum.
Tam da bu kanaatle, böylesi süreçleri etkileyecek zihniyet ve algı problematiklerine odaklanmaya çalışıyorum. Süreçleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorum. Bu nedenle de kendi kişisel doğrularımı ülkenin doğruları olarak sunmaktan kaçınıyorum. 
Ülkem için hedef durum olarak hayal ettiklerimle, o hedef durum içindeki kişisel tercihlerimi ayırt ederek yazmaya çalışıyorum. O nedenle örneğin Kürtçe eğitimi, çift dilli eğitim konusunda kendi tercihimi hayatın tek doğrusuymuş havasında yazmamaktı zaten hedefim. 
Çok kişisel bir yazı oldu farkındayım ama manevi şiddetin hakim, diğerini dinlememenin esas, artistik ve uçuk lafların fikir diye manşet olduğu bir düşünce dünyasının giderek bir kırılmaya yaklaştığı günlerde, kendi pozisyonumu gözden geçirmiş oldum belki de.