Bekir Ağırdır

01 Ocak 2012

Ruhumuzla bedenimiz ayrışıyor

... 35 yoksul köylü öldürüldü. PKK’lı zannedildikleri için. PKK’lı olsalardı...


“Ruhla bedenin ayrılması için ille ölmek gerekmez. İnsan yaşarken de ruhuyla bedeni birbirinden ayrılabilir. Ama asıl sorulması gereken soru, ruhla bedenin ölmeden birbirinden ayrılmasının mümkün olup olmadığı değil, bu ikisinin nasıl olup da tekrar birleşebildiğidir.”

Böyle diyor Ayfer Tunç’un “Yeşil peri gecesi” romanındaki kahramanı.
“Nasıl olduğunu bilmiyorum. Ama oluyor. Bir şey oluyor. Ruhla beden birbirinden ayrılıyor. İnsan ölü gibi oluyor, ama ölü değil. Varlık bir süre ruhta yaşamaya devam ediyor ve o an için kendine ait olmayan bedenin faaliyetini, sanki ölmüş gibi izleyebiliyor. Ruhla bedenin birbirinden ayrı olduğu sırada duygular kayboluyor. Acı çekilmiyor, utanç duyulmuyor, zevk alınmıyor. Basit bir şaşkınlık ya da eylemin sonuna ilişkin bir merak bile doğmuyor.”

35 yoksul köylü öldürüldü.  PKK’lı zannedildikleri için. PKK’lı olsalardı bu toplu kıyım meşru idi yani. İki ay önce kutlama yemeğine giden Kürt genç kızları öldüren PKK da güvenlik görevlisi olduklarını sandıklarını söylemişti. 
Aynı gün Van’daki deprem çadırlarında kaçıncı kez çıkan yangında yine 2 bebek yandı. Bir hafta önce trafik kazasında 29 Kürt köylüsü öldü. Genelkurmay açıklıyor, ekranlarda yayınlanıyor her gün, “etkisiz hale getirilen PKK’lılar.”  

Kürt kardeşlerimizin bitmeyen yası

Bir halk düşünün, her gün ya güvenlik güçlerince, ya kendi içinden çıkmış gerillalarca, ya depremde, ya yangında, ya trafik kazasında kaybettiklerine yas tutuyor. Bu nasıl bir yas ki hiç bitmiyor. Doğa da insanlar da şu veya bu sebeple onlara hep ölüm getiriyor. 
Acıları katmerleştiren o ölümler mi yoksa komşularının, kardeşlerinin, aynı ülkenin yurttaşı olduklarının kayıtsızlığı mı? Siz yas tutarken en görkemli yılbaşı kutlamasını biz tertip ettik, biz kutladık, biz eğlendik diyen komşularınız, kardeşleriniz, aynı ülkenin yurttaşı olduğunu sandıklarınız olsaydı ne hissederdiniz?
Philip Roth’un “İnsan lekesi” romanındaki kahramanı Coleman Silk, “karşılaşmak zorunda olmadığın tüm insani sorunlara karşı da öylesine küçümsemeyle dolusun ki” diyordu. Eğer ölen 35 kişi yoksul Kürt köylüsü değil de Türk olsaydı, asker, polis, öğrenci, öğretmen olsaydı ne yapardık, hiç kendinize sordunuz mu?
Ya o halkın 9 yaşındaki çocuğu, 15 yaşındaki genç kızı, erkeği olsaydınız, ne hissederdiniz? Gelecekten ne beklerdiniz? Kaderiniz olanın ne olduğunu sanırdınız? Kendinize nasıl bir gelecek hayal ederdiniz?
Kaybettikleriniz mi daha acı verirdi, yoksa komşularınızın acılarınıza kayıtsızlığı mı? 35 ölünüzün haber olabilmesi için bile muktedirlerin onayının beklendiğini görmeniz mi? 

Yalnızca yapabildiğin için şiddet kullanmak

Öldürenler de, ölümlere kayıtsız kalanlar da yalnızca yapabildikleri için yapıyorlar. Düşünmeden. Bir amaçları bile olmadan. Bakmayın siz anlatılan uzun gerekçelere. Şiddeti bir araç olarak kullanabildiğinizi gördüğünüz, yalnızca maddi, manevi şiddet kapasitesinin sizde olduğunu sandığınız her durumda giderek şiddete teslim olursunuz. Şiddetin, şiddet kullanabilme hünerinizin, şiddeti kullanabilmenin gerekçesini üretebildiğiniz her durum sizi daha da şiddet sarmalına sokar. Giderek şiddet şehvet üretir, şehvet de şiddeti. Karşınızdaki ister yoksul Kürt köylüsü ister bir kadın olsun, şiddet sizi esir almıştır artık.
Anımsayın İzmir’de karakoldaki kadına vuran polisin görüntülerini. Yalnızca vurabildiği için, vurabilme gücünü kendinde gördüğü bir zihniyet ve gerekçe üretebildiği için vuruyordu. O görüntüler yalnızca şiddet değil, aynı zamanda şiddetin ürettiği şehvetin de görüntüleriydi. O polisler ve amirlerinin savunusu da o kadının pavyonda çalışıyor olduğuydu. Yani öyleyse o şiddet meşru! Tıpkı öldürülen 35 yoksul köylünün de PKK’lı sanılması gibi. 


Acılar teraziye vurulmaz

Bu olaya en gerçekçi tepkiyi verenlerden birisi, EDP (Eşitlik ve Demokrasi Partisi) diyor ki: “… Yıllardan beri yaşadığımız kısır döngü zaten bu değil mi? … Ölen her asker, polis, jandarma, PKK’lı ve sivil yurttaş bu ülkenin bir parçasıdır. Ortak acıdır. Acılar teraziye vurulamaz.  

Gerillasıyla, kaçakçısıyla, ticaret erbabıyla, genciyle, kadınıyla, zenginiyle ve yoksuluyla Kürtler, Türkiye’nin yurttaşlarıdır. Yıllardır en temel haklarından yoksun bırakılmışlardır. Kürt Sorunu insani, demokratik, eşitlikçi ve barışçı yollardan çözüme kavuşmadıkça bu yara kanamaya devam edecek. 

Bu sorunu tecritlere, toplu tutuklamalara, anadil yasaklarına, operasyonlara, İHA’lara ve F-16’lara dayanarak çözemezsiniz. Askere ve polise havale ederek varacağınız yer Uludere sınırında yaşananlardır.”

Ruhlarımız bedenimizin yaptıklarını izliyor dışarıdan. 
Ortak kadere olan inancımız azalıyor her gün, yeniden, yeniden. 
Romanlarda, kurgulanmış hayatlarda kalsaydı keşke ruhla bedenin ayrışması, küçümsenen, yok sayılan acılar. Gerçek hayattan öğrenebilseydik keşke, umudu, sevgiyi, mutluluğu, huzuru. 
Dilerim 2012’de bunu başarabiliriz. Yoksa çok geç olacak…